Öykü

Akhenaton

Yorgun bir savaşçı, Amarna şehrinin yakınlarında yürüyordu, ansızın bağırmaya başladı. Etrafında onu duyacak kimsenin olmaması çöl yolunu tekinsiz gösteriyordu. Adamın sözleri intikam ve feryat doluydu.

“Bin kapılı Teb şehri terk edilmişliğe bırakıldı, insanlarına zalimce hükmeden firavun efendimiz tarafından, atalarının dinlerini terk etmek zorunda bırakıldılar. Akhenaton, Tanrıların heykellerini hiçliğe bıraktı.”

Kadim Mısır ülkesindeki felaketler firavunun iradesiyle gerçekleşmişti. Dinsel kıyım, binlerce insanı etkilemişti. Eskilerin günahlarıyla yapılmış tapınaklar, evler, terkedilmeliydi. Koca taş bloklarından oluşan hayvan başlı insan vücutlu heykeller yıkılmıştı. İnançsız firavun, atalarının şehirlerinden uzakta Amarna’yı kölelerine inşa ettirmişti. Mısırın bütün ustaları şehri inşa etmek için ıssız topraklara gelmiş, Akhenaton’un vezirleri binlerce kişilik işçi ordusunu harekete geçirmişti. Amarna, binlerce taş ustasının marifetiyle devasa tapınaklar, saraylar ve evlerden oluşuyordu.

Savaşçı yürürken nedensizce başını sallıyordu, sırrını açıklayamadığı bir duygunun içindeydi, içselleşmiş düşüncelerini reddediyordu. Yıllar süren yolculukları nedeniyle zayıflamıştı ve yüzü ürkütücü bir hal almıştı.

Önüne çıkan kayaya bağdaş kurarak, üstüne oturdu. Şehre girmeden önce dinlenmesi gerekiyordu.

Çölde, bulunduğundan yüzü yanmış, bedeni ise zorlu koşullara karşı direnç kazanmıştı. Öyleki, güneş ışınlarına karşı zorlukla açabildiği gözleri sanki aç bir yırtıcı kuşmuş da , şahin görüsüyle etrafa bakıyordu. Kin dolu bakışları ezeli düşmanlarıyla çarpışmasına ramak kalmış gibi açılmış, hiddetlenmişti.

Ruhunu esir alan Mısırın çürümüşlüğüydü, sebebini ise firavun ve firavunun mahiyetinin gizemli inisiyeleri reddetmeleriyle oluşmasına bağlıyordu. Hükümdarları ilerleyen yıllarda büyük bir hata yaptığının farkına varamamıştı.

Amarna şehrinin girişine, onlarca köylünün surlardan içeri girmesiyle kalabalığa karıştı. Nöbetçileri atlatması kolay olmuştu.

Çöl yolundan şehir kapılarına doğru ilerleyen Horremheb, hınç dolu bakışlarını şehrin üstünde gezdirdi. Uzun zamandır Nil nehrini böyle kuvvetlice akarken görmemişti.

Mısır ikiye ayrılmıştı, geleneklerini korumak rahiplere kalmıştı, savaşçılar firavunun şehrinde, Kadim ilahları ise insan tezahürleriyle rahiplerinin tarafındaydılar. Söylentiler, yeni değilse de tehlikenin ne olabileceği bilinemiyordu. Teb, Memfis ve diğer büyük şehirler, firavun tarafından terk edilse de, hükümranlığını halka dayatmaktan çekinmiyordu.

Bronz kaplamalı sur kapısındaki nöbetçilerin dikkatini üzerine çekmeden, Amarna’ya girebildi. Horremheb, askeri liderlerle mühim konuları görüşmek istiyor, eskiden olduğu gibi sözünün soylularca takdir edilip, firavuna iletileceğini düşünüyordu. Yönetimdeki kriz ücra köylerden dahi isyan dedikodularıyla anlaşılır haldeydi. Şehirden uzaklaşmak istedi, Mısırın insanları Firavunun hükümleri ve arzusu doğrultusunda değişmişti. Kutlu halkın insanları, ruhlarının bilinmeyen derinliklerinde oluşan kötülükle, güneşin kızıllığıyla uyanıyorlardı.

Amarna’yı taştan duvarlar ve heykeller olarak değil, korku ve endişe gibi insanı alçaltan duygulara sürüklenmiş yapılarca oluşturulduğunu hissetti.

Ketenden oluşan eskimiş elbisesine rağmen, asil yüz hatlarına sahipti. Mısırın aşağı tabakalarının biçimsizleşmiş vücutlarından ayrılıyordu. Mısırda inşaat işlerine dayanabilmek zordu. Yıllar içinde sağlıklı kişiler, koca taş blokların içinde çürüyüp gidiyordu.

Amarna’daki yabancı, geçmişinin unutulduğunu zannediyordu. Yıllar öncesinden gelen hatıraların, soyluların belleklerinden silindiğini, ismininse binlerce firavun savaşçısının başarıları tarafından gölgeleneceğini umuyordu.

Oysa nöbetçileri atlatan Horremheb, askerler tarafından izlendiğinin farkında değildi. Şehirde dikkat çeken görüntüsünü gizleyememişti. Savaşçılarının geçişinin ardından şehre sessizlik hakimdi.

Etrafı tanıdık yüzler tarafından kuşatıldı. Kalabalığa, nöbetçi askerlerde katılmıştı. Askerlerin kılıçlarını çektiklerini gördü. Yaşamının askerlerin merhametine bırakmak istemiyordu. Vücudu boğa yılanı gibi gerinmişti, baltasıyla birlikte vücudunun aldığı duruş, etrafındakileri şaşırttı. Askerleri asıl şaşırtan şey, Mısırlı köylülerin aksine silah kullanmayı bilen birisinin olmasıydı. Genç askerler ani bir hırlamayla üzerine atıldılar. Horremheb baltasıyla onları adeta yıktı. Zavallı askerlerden biri aldığı darbe karşısında yığıldı. Sonunda kalabalığı güçlü kollarıyla dağıtan iri yarı savaşçılardan biri, Horremheb’e sesini yükselterek konuştu.

“Neden buradasın, çölün ıssız tepelerinin sana ait olduğunu söyleyebilirim; fakat hükümran şehre sorgulanmadan giremezsin.”

Horremheb, iri yarı savaşçıyı tanıdı, aynı birlikte savaştığı Ahmose’ydi. Horremheb, bulunduğu güç durumu önemsemeyerek, geliş sebebini açıklamaya başladı.

“Mısırdaki kıtlık ve sefalet insanlarımızı mahvetti. Yalnızca güçlü biri, bu soruların üstesinden gelebilir. Halkımız için üzülüyordum, tehlikenin farkında değilsiniz.”

“Çöl leoparını, efendisine tekrardan bu sözler getirdi demek.”

Gruptakilerden bazıları savaşçıdan intikam almak istiyordu, bu yüzden sözleri sert oldu.

“Hükümdara ait subaylar gibi değil, bir suçlu gibi karşısına çıkacaksın.”

Horremheb, genç askerlerin sözlerini dinlemiyordu, Ahmose’ye karşı ise şefkatliydi.

“Katipliği hiç bırakmamalıydım. Babam iyi bir katipti. Diğer işlere göre kendi mesleğini daha mantıklı bulurdu.”

Ahmose, diğer askerleri elleriyle iteledi, genç askerler emre itaat etmek zorundaydılar. Eski yoldaşıyla baş başa konuşmayı sürdürdü.

“Askerlerin seni üç gün kaçak diye aradığını duymuştum.”

“Birkaç kişinin dedikodusu. Benim ne kadar güçlü olduğumu biliyorlar mı, iki ay önce firavun muhafızlarının bile benden çekindiği gerçeğini kendine saklıyorsun.”

Ahmose, herkesten saklanamayan olaya müdahil olmuştu. Arkadaşını, göz kırparak onaylarken konuşmaya devam etti.

“Evet, eski askerlerin önemsemeyen yüzleri hâlâ aklımda.”

“Kediden kaçan fareler gibilerdi bunu inkâr etme.”

“Dostum, bir şeyleri değiştirebileceğini düşünebilirsin; fakat hanedan senin yokluğundan sonra daha sıkı korunuyor. Burada olduğun kısa süre içinde birlik komutanına kadar gidecek, o zaman yalnız kalacaksın. Mısırlıların hepsi köylüdür kendi işlerine bakarlar, taş ustaları ve tüccarlar haricinde zenginlikleri birbirine denktir, çoğunlukla böyledir.”

“Yazmak ya da oyma zanaatı işçileri, bunlar karışılacağımız insanlar olmayacak.”

“Buraya ait değil miyim diyorsun.”

“Yok, böyle düşünme bizim gibi insanları sarayda göremeyeceksin.”

Horremheb konuşurken heyecanlıydı, gizemli olayı arkadaşına anlatmaya karar verdi.

“Çölde valinin mesajını aldım. Sarayına gittiğimdeyse, firavunu bekleyen tehlikeyi anlatmamı söyledi. Çölde yaşayan bedevilere göre de yöneticiler kendi içlerinde sınıflandırılabilir.”

“Uzun zamandır Korkuyordum. Bedenim ruhumdan ayrılmış gibi bu sözün düşünüldüğünde bir anlamı olmadığının farkındayım. Yaşayan birinin değil de öteki alemde bulunan ruhların sözleri gibi.”

Ahmose, anlatılanlara buz gibi bir tepki göstermişti.

“Ölüm bana uzaktır, şimdilik bununla ilgilenmiyorum.”

Horremheb, bilgece sözlere bilgin biri gibi cevap vermeye çalıştı.

“Hayat akıp gidiyor. Anlatacaklarıma karşı elimden kati suretle hiçbir şey gelmez. Babillerin büyüleri gibi, çözülemeyen şeylerle uğraşıyorum. Uzaktan gelen bir yaratık, halkımıza saldırmak için denizin ötesindeki adada toplanıyor, güçleniyor. Soyut varlıklarını, ölü insan bedenleri ve hayvan leşlerini toplayarak, bizimle savaşabilecek düzeye gelebilmeyi düşünüyorlar. Minotor, denilen yarı boğa ve insan birleşimi; bu şerli yaratıkların amaçları ise terkedilmiş şehirlerimizi işgal etmek.”

Horremheb, heyecanlı başladığı konuşmasını derin bir nefes alarak bitirdi. Ahmose’nin dikkatini çekemediğini fark etti.

“Bilmiyorum sözlerin beni aşıyor, firavunla görüşmen için hanedan tapınağını geçmen gerekir. Sanki yokmuşum gibi davranarak yolu takip et. Valinin adamları, nöbetçileri kendi taraflarına çekmiş olmalılar.”

“Yoluma devam ediyorum, yakın zamanda tekrar görüşeceğimize eminim.”

Başını eğen Horremheb, saray yoluna doğru yürümeye başladı.

Firavun Akhenaton ise, Horremheb’in Amarna’ya girişinde, yani öğle vaktinde ilahi mabedinde dinleniyordu, mahiyetinden uzakta, hükümranlığından uzakta. Görüleri, kahinlerin sezgisini dahi aşıyordu. Rüyaları ise öte alemin karanlığına gömülmüştü. Güçlüydü, tek emriyle binlerce kişilik orduyu harekete geçirebilirdi. Oysa, Aton’un temsilcisi, bedenini ve ruhunu nurlandıran güneşin, karanlık gökyüzünden çıkamamasından yakınıyordu.

Düşünceleri, bulunduğu mekândan soyutlanmıştı. Kalbinde oluşan tahayyülleri yutmalıydı. Dişi aslanın dişlerini görüyordu. Kanlı dişleriyle ona saldırıyordu, sürekli devam eden bu görüntü, Akhenaton’un hissizleşmesine neden oluyordu.

İlahileri düşünmeye başladı. Sabahtan beri Aton’un ululuğu içimde ürpertiler oluşturuyor. Mistik düşüncelerini biriyle konuşurmuşçasına dinliyordu.

Kesin yargıların, doğa olayların kontrolü onun emri altındadır. Kendisini, insanlara göstermenin derdi içindedir. Güneş diski, ışınlarıyla bizi aydınlatıyor.

Yine gece oldu aydınlık, kötülük tarafından sarmalandı. Akhenaton’un, Kralların kibirlerini aşan iradesi, ellerini güneşe doğru kaldırarak konuştuğunda, bir çocuğun masumiyetini andırıyordu.

“Ey Aton güneş diski, senin sıcaklığın artık ruhumda filizleniyor. Işınların artık bana yakıcı değil, ruhum açtığın yaraları kapatıp duruyor. Merhametin bütün yeryüzüne aydınlık olarak yansıtılmışken nasıl durabilirim. Gitmeliyim, her insana en alçağına bile seni anlatmalıyım Kudretini ilahiliğini seni her sabah gören o gözler senden nasıl bu kadar uzak olabilir, sana nasıl sırt çevirebilirler.”

Duasından sonra sessizliğine gömüldü, cevap bekleyen biri gibi oturmasına devam etti. Mistik fikirlerin zihnini sarmasını istedi. Bu duyguya kapıldığında, hisleri daha çok deruni bir sese benzerdi. Oysa hisleri ve hayalleri bile metruk garabet gökyüzü tarafından karamış, nefretinin etkisinde dağılmaktaydı. Aton diskinin altından yapılmış rölyefine baktı. Güneşten çıkan ışınlar sarı kollara dönüşüyor, elleri kendisine ve ailesine karşı hoşnutlukla açılıyordu. Huşu dolu sesiyle yeniden yakındı.

“Neredesin, sabahın ışınları Amarna’yı aydınlatmıyor, gökyüzü simsiyah bulutlara bürünmüş. Seni tekrardan görecek miyim? Ey ulu Aton”

Oysa yıllardır doğan Aton’un güneşi, yani Mısırlıları hayatı, durmuş gibiydi. Karanlık her tarafını sarmıştı.

Kimse kalmamıştı aklında yine de halkıyla konuşmak istiyordu. Onlardan uzaktı ama bir taraftan da onları yönetmeliydi.

Soylu aileler, Horremheb’in firavunla görüşmesini istemişti. Firavun ise ibadetlerini tamamladıktan sonra sarayına çekilmişti. Soylular sorumluluk almayı kabullenemedikleri için iki katlı evlerine çekilmişlerdi. Horremheb firavunla konuşabilirdi.

Korkuyordu. Hükümdarların iradesi dağların heybetiyle karşılaştırılırdı.

Karanlık taht odasına doğru yürüdü, içten bir saygıyla hükümdarın önünde eğildi. Savaştığı yıllarda, başarılı askerler bile firavunun yüzünü göremezdi. Altın maskeyle kullarına konuşurdu, firavun.

Tahtı karanlıklara gömülmüştü, altından süslemeler, hayallerin ötesindeki şekillerde yapılmıştı. Bunun bir sebebi de Mısır tarzının dışında, biçimlerinin olmasaydı.

Tahtın önünde duran savaşçının heybeti, firavunun ihtişamlı tahtı önünde küçülüyordu.

Horremheb gördüğü inançsızlık karşısında şaşırdı, morali bozulmuştu. Tahminlerin ötesindeki bu hakaret, atalarının inancını bir kenara bırakıyordu. Yine de konuşmaya çalıştı.

Mısır sarayında öğle vaktini geçiyordu altın kaplamalı tahtında firavun oturmaktadır. Taht salonuna girmesiyle, Akhenaton’un yanında vezirlerinin yanında olmadığını gördü.

“Savaşçı sana Rahiplere, Aton’u anlatmanı istemiştim. Sen ise emirlerime ihanet ederek, bana karşı geldin.”

“Eski putlar halkımızın yaşamında devam ediyor. Onların esintileri Aton’u tanıtmaya engeldir.”

Hararetli konuşmaları geniş salonda usulca dindi. Sonra sivri hatlara sahip, kurnaz olduğu anlaşılan biri sütunların ardından yaklaştı. Horemheb, hayatında gördüğü en yaşlı yüzü gördü. Derin kırışıklar ve yüzün aldığı buruşmuş ifade, çeşitli boyalarla kapatılmaya çalışılmıştı. Konuşurken yüzü daha korkunç bir hal aldı. Ruhunun fesatlığı yüzden anlaşılır diye düşündü.

“Hararetli buğday tarlalarında çalışan düzinelerce köylüler, bazı arazilerdeki köleler eski inançlarına devam ediyor.”

“Sorun olmaktan çıkan bu inancı nasıl bu kadar içselleştirebilirsiniz?”

Küçümseyici ve aşağılayıcı bir ifadeyle firavun,

“Buraya bir daha geldiğinde sana ait bir şey bulamayacaksın buna izin vermiyorum. Aileni tekrardan es geçiyorsun.” dedi.

“Kendimi size açıklayamadım efendim; ama kalbim beni aşılması güç zorluklara sürüklüyor, irademden hayatım pahasına vazgeçmeyeceğim. Size anlatacaklarım, Mısırın geleceğini ilgilendiriyor.”

Vezir konuşma ihtiyacı hisseti; ama firavun gür sesiyle kuluyla konuşmaya başladı.

“Firavun, Mısırdır, onun çöllerdeki kurumuş vahalardan dahi haberi var. Senin kuruntuna gelirsek, her şey değişir ama ya ruhlar, bunlar belki daha sancılı ve zorlayıcı süreçlerden geçerler; ama bırak cansız şeyler dönüştükleri şeylere dönüşüversinler. Bana yabancıların lanetli varlıklarından bahsedeceksin. Minotorlar, onların ne yapabileceğini bilebilirim.”

Horremheb, firavun tarafından dinlenilmeyeceğini anladı. Firavun, Minotorların savaş güçlerini bilmiyordu ya da önemsemiyordu. Uyarısı dikkate alınmasa bile halkı için savaşacaktı; ama Firavunun tarafında değil.

“Sözlerimin bir değeri yoksa, buraya size veda etmeye geldim.”

“Firavun efendimizin buyruğundan çıkıyor musun?”

Konuşan vezirdi. Savaşçı bu soruyu cevaplamadı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Mısırın kadim felaketlerini aşabilecek bir tehlike, görmezden geliniyordu. Arkasını dönerek;

“Uzaklara, kendi hayat çizgimi bulana kadar yürüyeceğim.” dedi. Amarna’dan çıkmalıydı. Çölüne geri dönmeye karar verdi.

Samet Ayvalılar