Öykü

Nektarinin Kâhini ve Minyatür Kehaneti

“Herkes en hızlı koşamaz, en yükseğe zıplayamaz. Herkes aynı zekaya da sahip değil kuzum.” annemin beni avutmak için kullandığı cümlelerdi bunlar. Bugün üzerinde düşündükçe anlıyorum ki annem haklıymış. Anneler her zaman haklıdır.

1991 yılı 9 Nisan Salı günü Sapmaz ailesinin ilk çocuğu olarak, olması gerekenden iki ay erken dünyaya gelmişim.

Karanlık dönemlerim (0-3 yaş) ile ilgili pek bir şey hatırlamıyorum. Beynin güvenlik duvarları sağ olsun. Sonuçta hiç kimse gerçek ya da mecaz anlamda altına sıçtığı zamanları hatırlamak istemez.

Şeftaliden tiksinirim, kivi görünce çığlık atarım. Nektarinin bende yeri ayrıdır. O, hayırsız kuzenleri gibi değil.

Her normal çocuk gibi benim de travmalarım 3-5 yaş aralığına rast gelir. Küçükken kafam iyileşse gözüm, gözüm geçse dizim morarırdı. Zor zamanlardı. Emeklemeyi ve yürümeyi iyi öğrenememiş olmalıyım ki bugün her ayağa kalktığımda “acaba şimdi neremi nereye vuracağım?” ürpertisi kaplar içimi.

Aileme gelecek olursam; babam Avni mahallemizde halı saha işletiyordu. Beni futbolcu yapmak konusunda oldukça heyecanlıydı. Hayatım kurtulurdu. En azından babam öyle diyordu. Ben onun yalancısıyım. Erkeklerin büyük çoğunluğu futbol oynamayı babalarından öğrenir ancak pek azı bunu futbolcu olma baskısı altında öğrenmiştir. Hiç unutmam bir gün halı sahadayız.

“Evet dakika seksen beş, genç Alp topu aldı. Avni pas bekliyor ııahh! Top taca çıktı sayın seyirciler. Oğlum bu nasıl pas. Kaleye geç istersen, sen yoruldun biraz formun düştü.”

“Ben hiç formda olmadım ki baba.”

“Oyuncu değişikliği yapılıyor sayın seyirciler. Kaleye Schumacher yerine Panter Alp geçiyor. Şimdi Avni topu aldı, kıvrak hareketlerle rakiplerini birer birer geçerek ceza sahasına sokuluyor. Şuuuuuuut! Veeeeee. Eyvah bir şey oldu mu?”

Top suratıma yapışmadan saniyeler önce olacakları gördüğümü iddia edebilirim ancak ispatlayamam. Burnumda kan, yüzümde Mikasa top deseni ile eve geldiğimizde annemin yaşadığı korku ve panik görülmeye değerdi doğrusu.

Futbol kariyerim başlamadan bitmiş, babam zamanla benden umudu kesmişti. Artık teknik direktör gibi kenardan taktik yağdırmıyor. Yaşıtlarım koşturmacada bana tur bindirip, parkta kaydırağın merdivenlerinde çekirge gibi zıplarlarken; o bankta oturup arkadaşlarıyla hoşbeş ediyordu. Bense neyse işte anladınız siz onu…

Fiziksel becerilerimin zayıf olduğunu erken yaşta kavramıştım. Annem de bunu kanıksamış olacak ki beni oturarak yapılan aktivitelere yönlendirmeye çabaladı. Annem İnci terziydi. Kız meslek lisesi bitirmişti. Boş zamanlarında bana resim yaptırmaya, harfleri öğretmeye uğraşırdı. Resimlerim tam bir faciaydı. Yazma konusunda da doktorlarla kapışırdım.

Doksan beş yılında kreşe başladım. Annem orada sosyalleşip yeni arkadaşlar edineceğimi, yeni şeyler öğrenip gizli kalmış yeteneklerimi keşfedeceğimi söylemişti. Süper kahramanlık öğretiliyor zannedip gittim.

Kreşte birkaç günüm vukuatsız geçmişti. Ta ki şamak şamak konuşan stajyer:

“İvit çuçuklay risim yıpılıııım…” diyene kadar. Korkulu rüyam geri gelmişti.

Kimsenin gözü kanamasın diye; herkes resmini bitirene kadar elime kalem almadım. Beni gizliden gizliye izleyen stajyerler ve öğretmen hal ve hareketlerime fena halde kurulmuş olacaklar ki öğretmen;

“Alp! sana ceza, gel yanımda tek ayak üstünde duracaksın.” dedi.

İki ayak üzerinde durmayı doğru düzgün öğrenememiş bir insan tek ayak üstünde durmaya zorlanınca ortaya komik görüntüler çıkıyor tabii. Bir o yana bir bu yana yalpalıyor, oraya buraya düşüyordum.

“Şaklabanlık yapma çocuğum. Geç yerine! Arıyorum velin gelsin.” dedi öğretmen.

O gün ve ilerleyen eğitim hayatım boyunca hep velim geldi.

“Uyumsuz.”

“Şımarık.”

“Üçgen çizemiyor.”

“Sayı sayamıyor.”

“Okulun içinde kayboluyor.”

“Yön duygusu yok.”

“El becerisi yok.”

“Aklı bir karış havada.”

“Bir doktora mı götürseniz acaba.”

Hatırlamadığım öğretmenin biri doktora mı götürseniz dediğinde hayli etkilenen annem, acaba çocuğun bizim bilmediğimiz bir sıkıntısı mı var diye düşünerek babama döndü.

“Doktora mı götürsek Avni?” dedi.

“Hayatım üçgen çizememek hastalık mı? Çalışmıyor işte kerata. İlerde dershaneye yazdırırız.” dedi babam.

Her zamanki gibi annemin dediği oldu ve beni doktora götürdüler. Bana yapılan abidik gubidik testlere ve annemin ona anlattıklarına dayanarak; gözlükleri üstünden bana bakan doktor hakkımdaki hükmünü açıkladı:

“Efendim, kuvvetle muhtemel gelişim koordinasyon bozukluğu. Maalesef benim yapabileceğim bir şey yok, fiziksel durumu gayet normal. İsterseniz bir fizyoterapiste yönlendirebilirim.”

Doktorun odasından çıkarken her şey anlam kazanmıştı. Oh be dedim içimden. Doktorların bile çözemediği çaresiz bir hastalığa tutulmuştum. O yüzden böyleydim. (En azından bir süre öyle sandım hiç bozmayın. Darılırım.)

Zaman hızla akıp geçmiş, evimize en yakın liseye torpille yazılmıştım. Bugüne kadar yaşadıklarımın ve ileride yaşayacaklarımın sebebi olan güçleri keşfetmem; kanımda hormonların fink attığı bu döneme denk gelir. Her şeye rağmen güzel yıllardı…

Ahu ilk sıra arkadaşımdı. Fallar, büyücülük ve tarot kartlarıyla kafayı bozmuştu. Bu garipliği dışında aslında çok iyi insandı. Teneffüste sıraya kartları çıkartıyor, sınıftakilere fal bakıyordu. Kimse bulamazsa da bana. Oturup dinlemekten başka meziyet gerektirmediği için fal baktırmayı seviyordum. Teneffüslerdeki fal seanslarında Ahu ile iyi arkadaş olmuştum. Dinleye dinleye kartları öğrenmeye de başlamıştım.

Yine Ahu’nun fal baktığı bir öğle arasında güçlerim uyandı. Yapmamam gereken bir şey yaptım. Ahu desteden kartı çekmeden gelecek olan kartı görüp, sesli olarak söylemeye başladım.

“Tılsım Şövalyesi.”

“Kader Çarkı.”

“Asa Beşlisi.”

“Ölüm.”

Önceleri sessizce oturup fallarını dinlememe ses çıkarmayan kızlar. Bu garip halimden rahatsız olmuş olacaklar ki.

“Ucube herif ilgi çekmeye çalışıyor işte. Ne olacak.”

“Ahu sana da hiç yakıştıramadık. Bu ezik ilginç bir şeyler yapsın diye desteyi ayarlamışsın. Bundan sonra internette fal baktıracağız canıms.” diyerek uzaklaştılar.

“İstemeden oldu, gerçekten Ahu. Öylece gözümün önünde belirdiler işte.” dedim.

Kızlar gidince, Ahu ağlamaya başlamıştı. Parlayan gözlerinden yaşlar süzülürken diğer yandan tüm dişleri meydanda gülümsüyordu. Bana sarıldı.

“Sonunda buldum. Çıkışta bize geliyorsun.” dedi.

Aha kız hepten kafayı yaktı diye iç geçirdim. Öğle arasındaki olaylardan sonra Ahu’nun bana bakışları hepten değişmişti. Korkuyordum.

Birbirini takip eden dersler ve teneffüslerde olay hakkında hiç konuşmadık. Ahu fal da bakmadı.

Belki de unutur diye düşünerek yattım kulağımın üstüne. Son ders zili çaldığında “Çıkışta benimle geliyorsun değil mi?” diye sordu.

“Hı hı.” diyebildim. Eyvah unutmamıştı.

Koridordaki ankesörlü telefondan evi aradım.

“Çıkışta arkadaşıma gideceğim eve biraz geç gelebilirim.” dedim.

“Ne hoş ne hoş. Hiç sorun değil kuzum. Keyfine bak.” diyen annemin sesi çok sevinçli gelmişti. Sanki yıllardır bu anı bekliyor gibiydi. Bu kadar mı sıkıldın benden insafsız diye iç geçirdim. Telefonun başında duygusal anlar yaşarken.

“Evimiz iki sokak aşağısı zaten.” dedi Ahu.

Bilinmeze doğru yürümeye başladık. Gerçekten de ev iki sokak aşağıdaydı. Üç katlı, küçük de olsa bahçesi olan bir evdi. Çantasından anahtar çıkartan Ahu:

“Korkma köpek yok.” dedi.

Birlikte eve girdik. Bizi salonda sallanan sandalyede oturan yaşlı kadın karşıladı.

“Babaannem” dedi Ahu.

“Merhaba efendim. Öpeyim.” dedim eline uzanarak.

“Ben o kadar yaşlı mıyım?” dedi (daha sonra 83 yaşında olduğunu öğrendiğim.) Ahu’nun babaannesi. 83 o kadar da yaşlı değilmiş, bilememiştim.

Yaşlı kadın beni iki kolumdan sıkıca tutup uzun uzun inceledi. Daha sonra Ahu’ya dönerek:

“Yanılmış olmayasın küçüğüm. Bu oğlan daha önce hiç mana şekillendirmemiş. Vücudunda esamesi yok.”

“Ama zamanı büküyor. Babaanne.”

Kadın çantasındaki iplikler ile şişlerin arasından bir kar küresi çıkardı.

“Bunu avucunda tut. Söylediklerimi tekrarla. Bakalım karlar küreyi sallamadan da hareket edecek mi? Spectaculum rexio.” dedi.

Ben de küre elimde “Spectaculum rexio.” dedim.

Karlar hareket etmemişti. Küreyi salladım ancak yine karlarda bir hareket olmadı. Ahu’nun babaannesi küreyi eline alıp sözleri söylediğinde belirli belirsiz bir hareketle karlar kıpırdandı.

“Büyü gücün yoksa karları kıpırdatamazsın. Gördüklerinin hepsini unut. Bu çocuk büyücü falan değil küçüğüm.” dedi Ahu’ya dönerek.

“Ama gelecek kartları biliyordu.” dedi Ahu büyü gücümün olmamasına şaşırmış olduğu her halinden belliydi.

“O zaman göster bakalım.” dedi babaannesi. Yaşlı kadın sıkılmıştı; ancak torununu da kırmak istemediği her halinden belli oluyordu.

Ahu desteyi karıştırdı. Biraz yoğunlaşınca yine belli belirsiz kartlar gözümün önünde ardından Ahu’nun elinde belirdi.

“Aziz.”

“Büyücü.”

“Savaş Arabası.”

“İmparator.”

“Deli.”

Yaşlı kadının surat ifadesi ciddileşmişti.

“Küçüğüm arkadaşın kesinlikle benim gibi üçüncü sınıf bir büyücü değil. Çok daha ilginç bir şey bulmuşsun. O bir kâhin. Ama daha acemi. Gücünü nasıl kullanacağını hiç bilmiyor.” dedi.

Daha sonra yine örgü çantasından el yazması bir kitap çıkartıp bana uzattı. Ne bu babaanne örgü deseni falan mı diye iç geçirdim.

“Bunu oku yazılanlara çalış delikanlı. Anlamadığın bir şey olursa her zaman bana sorabilirsin. Yürüdüğün yolda sana yol gösteremem; ancak kaybolmaman için elimden geleni yapacağım.” dedi.

Lise yıllarında yaşadığım o gün gerçekten de benim için dönüm noktası oldu. Artık hasta olmadığımı biliyordum. Örgü desenlerine iyi çalışıp Ahu ve babaannesinden öğrendiklerimle güçlerimi kontrol edebilir olmuştum. Gerçi kehanet yeteneğim pek de ahım şahım bir şey değildi.

Yaptığım denemeler neticesinde zamanı normal insanlardan beş saniye daha hızlı algılayabildiğimi fark ettim. Beş saniye ötesini görmemi sağlayan efsanevi güçlerim bana kâhin unvanı kazandırmıştı.

Beş saniyelik minyatür kehanetler size sayısal loto kazandırmıyor maalesef. Nektarin adlı bir kafede çalışıp, aynı zamanda tarot falı bakıyorum. Ekmek parası işte. Neyse ki bahşişler iyi. Gün içerisinde etrafımda gelişmesi muhtemel ufak tefek kazalara, yaralanmalara ve hırsızlıklara müdahale edip topluma hizmet ediyorum. Kaslarım normal bir insan hızında hareket ettiğinden görüşümle hareketlerim arasında hâlâ bir uyumsuzluk var. Silahlı olaylara karışmıyorum tabii ki. Uzmanlık alanı küçük kazalar olan bir süper kahramanım diyebiliriz. Ya da bir çeşit ucubeyim işte.

En azından ne olduğumu, neyi becerip neyi beceremeyeceğimi biliyorum. Kâhinim ve silindirinde dönen bir hamster kadar rahatım. Öylece yaşayıp gidiyorum. Ahu mu? Hangi kafenin patronu part time süper kahramanlığa izin verir sanıyorsunuz.

Burak Şentürk

Süper kahramanı Zorro, çocukluk hayali yazmak olan biriyim. Felsefe, tarih, bilimkurgu, fantastik kurgu ve manga okumayı severim. Yürümekten, doğal cümbüşün içinde olmaktan ve kahve içmekten keyif alırım. Gözü açıkken gördüğüm düşleri, kurduğum dünyaları paylaşmak ve biraz da yazma disiplini kazanmak adına Kayıp Rıhtım’a aylık öykü gönderiyorum. Umarım keyifle okursunuz… Nam-ı diğer “Spectrosomnium”: Görür, okur, yazar, düşünür ve düşler.