Öykü

The Game

Şu hayatta, hoş bir kızla oturup saatlerce tatlı tatlı sohbet etmeyi saymazsak insana en keyif veren şey iyi bir kitap okumaktır. Hikayeye şöyle iyice kendini kaptırıp zamanın su gibi geçmesi bana inanılmaz bir mutluluk verir. Tabii ki emekçilere saygım sonsuz ama her kitap da okunmuyor, tıpkı herkesin yaptığı yemeğin yenmediği gibi…

Eh madem yemek yapımından konuyu açtık, oradan devam etmemizde sanırım bir yanlışlık olmaz. Nasıl ki yemek beğenisi de kişiden kişiye değişirse kitapların türleri de aynen böyledir işte. “İyi bir okur her türü okur’’ gibi saçma bir genel geçer kuralı kabul etmiyorum. Beni benden alan iki tür var. Birisi Fantastik Kurgu, diğeri de Tarihi Kurgular ki zaten bu ikisi birbirinin içine öyle bir geçmiştir ki bazı alanlarda bir bile sayılabilir. Ve her iyi yiyicinin yemek için favori mekânları olduğu gibi iyi okurların da favori okuma yerleri olur mutlaka. Belki bir kanepe, belki yatak, belki okulun kütüphanesi, sevgilinin dizi ya da gitmeyi en çok sevdiğiniz kafe. Benim favori okuma yerlerimden birisi ise Seğmenler Parkı. Hani şu Ankara’da bulunan ve son yıllarda her ipini koparanın (sözüm meclisten dışarı) uğrak mekânı olan parktan bahsediyorum. O güzelim parkın içlerinde ufak bir açıklığın tam ortasında güzel bir ağaç vardır. Bizim çocuklarla etrafındaki birkaç ağaçtan dolayı oraya Karanlık Orman adını vermiştik. İşte sabah erken vakitlerde yürüyüşe çıkmış yaşlı amcalar ve teyzeleri, gece geç yatıp köpeğini işetmek için mecburen erken kalkmış suratları bir karış ablaları saymazsak Seğmenler pek sakin olur. Ve ben de o saatlerde Latte’mi, kitabımı ve minderimi alıp Karanlık Orman’a gider ağaca sırtımı verip okurum.

Nisan ayının son günlerinde ilkbahar hoş bir hayal olmaktan öteye geçip gerçeğe büründüğü bir sabah sırtımı ağaca verdim ve hayranı olduğum Brandon Sanderson’ın Kralların Yolu kitabına kaldığım yerden devam ettim. Her ne kadar vakit erken olsa da kendimi daha havalı hissettiğim için güneş gözlüğü yüzümdeydi. Latte’den birkaç yudum alıp bir Marlboro (kısa kırmızı Marlboro sigaraların Michael Jackson’ıdır) yaktım ve dumanını yüzümü okşayan, boynumu gıdıklayan bahar meltemine eşlik etmesi için üfleyerek düşüncelere daldım. Kitap yazmak, ortaya bir hikaye koymak tabii ki saygı duyulacak bir şey ama asıl marifet yazdığınız hikayeyi okuyan insanların orada anlatılanları sanki kendi yaşıyorlarmış gibi hissetmeleridir. İşte o yüzden Sanderson bu

kadar iyi bir yazardır ki Robert Jordan’ın dev eseri Zaman Çarkı’nın son kısmı, bitirilmesi için ona emanet edilmiştir. İşte ben de elimdeki kitabı okurken Kaladin’in eline sopa alışı ve bir dizi hareketleri yapışını büyük bir hayranlıkla okurken adeta sahne gözümün önünde yaşanıyormuş gibi hissediyordum.

Artık Latte’yi büyük boy içtiğimden midir, yoksa etraftaki çiçeklerin hoş kokularından mıdır bilmem, arkamdaki mindere ince bir ayar verip rahatça yaslandım ve biraz kestirmeye karar verdim. Keşke ben de Kaladin gibi iyi dövüşüyor olsam, amma havalı olurdu diye zihnimden geçirirken uykunun tatlı kollarına bıraktım kendimi…

Yaprakların rüzgârda çıkardığı sese uyandığımda neredeyse yere boylu boyunca uzandığımı fark ettim ve bir süre sersem sersem tepemdeki dalları, yeşilin kızılla çok acayip bir uyum oluşturduğu yaprakları izleyerek uzanmaya devam ettim. En azından birkaç saat uyumuş olmalıydım ve bıraksanız daha da uyumaya devam ederdim. Ancak onun yerine hafifçe yerimden doğrulurken gözlerim kapalı hem esnedim hem de vücudumu bir süre esneterek uyku mahmurluğunu üzerimden atmak için hareketlendim. En sonunda gözlerimi açtığımda yaşadığım şaşkınlığı ve şoku muhtemelen hayatımın geri kalanında bir daha yaşayamam (tabii ki bu koskoca bir yanılgıydı) diye bilinçaltımda bir yerlerde düşünmeden edemedim. Ayağa fırladığımda karşımdaki manzarayı daha net görebilmek daha doğrusu belki de bir şeyler değişir umuduyla yavaşça güneş gözlüğünü çıkardım ve göz alabildiğine yer yer çim yer yer bozkır bitki örtüsüne inanmayarak baktım. Sonra da başımı eğip her şeyin suçlusuymuş gibi bir süre elimdeki gözlüğe bakıp içinde bulunduğum duruma anlam vermeye çalıştım. Az ileride muhtemelen bir beş yüz metre mesafede geniş ama çok da yüksek olmayan bir tepe haricinde manzara her yerde aynıydı. Tek tük ağaçlar, çimenlikler ve bozkır. Şaşkınlıkla etrafıma bakarken bir anda aklıma cep telefonum geldi ve yarı sevinç yarı rahatlamayla elimi cebime atıp telefonu çıkarttığımda neredeyse kömürleşmiş ekrana baktım Hassiktir, işte şimdi boku yedim.

Cüzdanımı kontrol ettiğimde yerli yerinde durduğunu görünce yine sevinecek bir şeyler buldum. Bakın şunu iyi anlamanız lazım; hiç bilmediğiniz bir yerde tek başınıza uyandığınızda avunacak, nasıl desem kendinizi rahatlatacak bir şeyler ararsınız. Bu kendinizi bir parça olsa güvende hissetmek, sizi ele geçiren korkuyu bastırmak ve biraz da olsa yerlerde sürünen özgüveninizi en azından diz seviyelerine getirmek istersiniz. Aslında bunu siz değil sizi her daim korumaya programlanmış olan bilinçaltınız yapar. Merak etme dostum, ben ikimizin yerine de bu boktan durumdan çıkmak için uğraşıyorum mesajını verir. Ben de cüzdanımı elime aldığımda ve sonrasında da içindeki her şeyi yerli yerinde bulunca biraz olsun rahatladım. En azından bu ıssız yerde bir şekilde Jandarmaya falan denk gelirsem kim olduğumu ispat edebilirdim. Peki ama telefona ne olmuştu? Niye ekran kömürleşmişti ve böyle olurken ben neden hiçbir şey hissetmemiştim? Kendimi şöyle bir yokladığımda herhangi bir yaralanma ya da ağrı belirtisi hissetmedim. Turp gibiydim kısacası. İyi de neredeydim lan ben? Bir yandan yola çıkıp yardım edecek birilerini aramak istiyordum ama diğer yandan olduğum yeri terk etmeyi de istemiyordum. İşte bilinçaltının bir diğer numarası. Nereye lan, otur oturduğun yerde. Ya başına bir şey gelirse?

Eh kendine göre haklıydı, beni olabilecek en iyi şekilde korumaya çalışıyordu ama burada oturup birileriyle karşılaşmayı beklemek de çok mantıklı gelmiyordu. En azından buraya nasıl getirilmiş olabileceğimi ve nerede olabileceğimi düşünmek için biraz daha olduğum yerde kalmaya karar verdim. Öncelikle Seğmenler’de otururken yanımda olan her şey telefonumun kömürleştiğini saymazsak olduğu gibi duruyordu. Kitap, minder hatta Latte bile yanımdaydı. Bir rüyada olamayacak kadar her şey somut ve netti. Peki o zaman ne oldu?

Sırtımı ağacın gövdesine dayamış, kollarımla bacaklarımı sarmış etrafı dikkatlice izliyordum. Ne gelen vardı ne de giden. Her şeyden önce buraya kendi isteğimle gelmediğime emindim. Zaten böyle bir yolculuğa çıkacak olsam yanıma sırt minderinden daha faydalı şeyler alırdım. İşte bu düşünce içimdeki panik ve endişe duygusunu tetikledi. Harekete geçip yardım aramam lazımdı ama yerimden kalkmaya da cesaret edemiyordum. Ulan yoksa bu koca bir şaka mı? Başka nasıl bu şekilde bir yerlerde uyanmış olabilirim ki? Hadi beni birileri kaçırdı, neden yanımdaki eşyaları da alma zahmetine girsinler ki? Ayrıca bu bitki örtüsü…

Bir anda sevinçle ayağa fırladım. Tabii ki birileri bana oyun oynuyordu. Bunun başka makul bir açıklaması olamazdı. Zaten seni kim niye kaçırsın abi? Ne ailen zengin ne de birilerine düşmansın. Ayrıca yanımdaki eşyalardan da bunun bir oyun olduğu çok aşikar değil miydi? Telefonumu kömürleştirmişler ama cüzdanım yanımda. Böylece bir şekilde dönüş yolunu bulmam için bana bir alan açıyorlardı. Diğer yandan minder, Latte ve kitabın da burada olması ya bir tür espriydi ya da dönüş yolu için birer araç. Öyle tahmin ediyorum ki çok ama çok iyi organize edilmiş bir oyunun içindeydim. Tıpkı şu Michael Douglas’ın oynadığı müthiş film “The Game’’de olduğu gibi. Bitki örtüsü ve çevreye de bakınca artık iyice emin olmuştum ki birileri masraftan kaçınmamış ve bana böyle bir şaka yapmaya karar vermiş ve bunun için de beni bayıltıp tüm eşyalarımla beraber Konya ovasının ortasına bırakmışlardı.

“Hah, yer miyim lan ben!’’ diye etrafa neşeyle seslenip kısa bir kahkaha attım. Ayrıca ısrarla benliğimi ele geçirmek isteyen korku ve panik duygularını da bir kenara attım. Etrafımda her hareketimi izleyen ve başıma bir şey gelecek olsa yardıma koşmaya hazır bir ekip olmalıydı. Peki ne tarafa gitmeli…

Yukarıdan gelen hafif bir hışırtı üzerine başımı kaldırdığımda siyah benekleri olan kahverengi iri bir baykuşun bana baktığını fark ettim. Teknolojinin geldiği son nokta, herhalde beni havadan takip etmesi için bir robot baykuş ya da robokuş göndermişler.

Eşyalarımı elime alıp doğrulduğumda robokuş da havalanıp biraz uçtuktan sonra olduğu yerde daireler çizmeye başladı. Güneş öğleden sonrayı gösteriyordu ve hava kararmadan en azından geceyi geçirecek bir yer bulmalıydım. Ancak ne tarafa gidecektim? Olduğum yerde kendi eksenim etrafında dönüp gideceğim yönü belirlemeye çalışıyorken güçlü bir ötüş duyunca arkamı döndüm ve robokuşun hâlâ aynı yerde daire çizdiğini fark ettim. Sanırım ne yöne gitmem gerektiğini gösteriyordu. Muhtemelen bu işi kurgulayan prodüksiyon ekibi kararsızlığımdan yılmış olacaklar ki bana yol gösteriyorlardı. Derin bir nefes alıp ağacın altından çıktım ve kuşun üzerinde daireler çizdiği tepeye doğru ilerlemeye başladım. Biraz nefes nefese kalsam da tepeyi çıktım ve neden ısrarla bu tarafa doğru gelmemi istediklerini anladım. Karşımda ucu bucağı yokmuş gibi duran ve nedense içimde çok eski çok kadimmiş hissi uyandıran bir orman duruyordu. Kendimi adeta Yüzüklerin Efendisi’ndeki içinde Entlerin yaşadığı Fangorn Ormanı’na bakıyormuşum gibi hissettim. Ve yüzümde kocaman bir gülümseme tepeden aşağı inip ormana doğru yol almaya başladım. Açıkçası kendimi tehlikede hissetmiyordum. Hele şu tepemde sürekli dönüp duran robokuş varken korkacak bir şeyim de yoktu. Eminim ekranlarının başında beni izleyen prodüksiyon ekibindekilerin birbirlerine “Hey, şu lavuğa bakın sanki ıssız bir yerde uyanmamış da bir kır gezisine çıkmış kadar özgüvenli’’ dediklerini duyar gibi oldum. Ne sandınız lan at kafaları!

Ormana girmeden bir durup etrafıma tekrar göz attıktan sonra kurumuş boğazımı soğumuş kahveyle ıslattım ve bir sigara yaktım. Fangorn Ormanı’nda ateş yakmak “gel beni öldür’’ demek oluyordu ama burada öyle bir tehlike olduğunu düşünmüyordum. Üstelik yaşadığım korku ve gerginlikten sonra gelen rahatlamayı nikotinle taçlandırmasam ciğerlerim bana darılabilirdi. Elimde sigara etrafımdaki ağaçları incelerken robokuş da bir ağacın dalına oturmuş adeta meraklı gözlerle beni izliyordu.

“Ne bakıyorsun oğlum, hiç mi sigara içen birisini görmedin?’’ diye atar yapmaktan kendimi alamadım.

Bana her kim bu şakayı yapıyorsa onları fena faka bastıracaktım ve asıl eğlenen işin sonunda ben olacaktım. Yazık o kadar döktükleri paraya. Ama bir yandan da bu işin arkasında kimin olduğunu da düşünmeden edemiyordum. Kim bana böyle bir şaka yapmış olabilir ki? İşin arkasından bizim çocuklar çıksa şaşırmazdım ama benden daha eğlenceli adaylar vardı. Benim yerimde Taylan olsa daha çok eğlenirdik mesela. O yüzden bu ihtimali eledim. Ailem desem, hiç girmezdi bu işe. Bir nefes daha aldıktan sonra kafamın içinde adeta yanan ampulle beraber sırıtmaya başladım. Tabii yaa…

Bu işi Türkiye’de yapsa yapsa Acun yapardı. Ancak o kimsenin aklına gelmeyecek ya da aklına gelecek ama yapmaya cesaret edemeyecek çılgınlıklara imza atardı. Kesin bu prodüksiyonun arkasında o vardı ve bir şekilde programın ilk bölümünde ben yer alıyordum. Her ne kadar çok tv izlemesem de sosyal medyadan ya da eş dosttan bu programa dair bir şey duyardım. Ama zaten işin püf noktası da bu değil mi? Haberim olsa zaten bir manası kalmazdı. Hah, yakaladım sizi.

Kafamda olayı çözümlerken sigaram çoktan bitmişti ama yere atmaya da kıyamıyordum. O yüzden Latte’nin kalanını kafaya dikip izmariti de içine attım ve ormanın içlerine doğru ilerlemeye devam ettim. Bu arada robokuş da hareketlendi ve önümden uçmaya başladı. Başım önde sağa sola pek de dikkat etmeden neredeyse bir saat boyunca ormanın içinde dümdüz devam eden patika demeye bin bir şahit isteyen dümdüz yolda ilerledim ve kendimi bir açıklığın ortasında buldum. Robokuş yavaşça alçalıp açıklığın tam ortasında duran daire şeklinde genişçe bir çadırın kapısından içeri girip gözden kayboldu. Her ne kadar içinde bulunduğum durumun kurmaca olduğundan emin olsam da yine de içimde korku vardı. Özellikle beni izleyenlere rezil olma korkusu yaptıklarıma yön veriyordu. Rızam alınmadan böyle bir işin ortasına çekilmiştim ve beni izleyenlere kendimi güldürmek gibi bir niyetim yoktu. O yüzden çok dikkatli olmalıydım. Bir elimi yakındaki ağacın gövdesine dayamış çadırı inceliyordum. Dıştan oldukça sade görünüyordu ve içeride bir yaşam belirtisi olup olmadığına dair bir işaret yoktu. Temkinli adımlarla açıklığa girip çadıra ilerlemeye başladım. Arada dikkatlice etrafa bakıyor olağandışı bir şey var mı diye kontrol ediyordum. Her adımımda kalp atışlarım biraz hızlanıyordu. En son sonunda girişe birkaç adım kala durup aralıktan dikkatlice içeriyi gözlemeye başladım. Gördüğüm kadarıyla orta tarafta taşlarla çevrilmiş içi boş bir ateş çukuru vardı ve bunun haricinde bir şey görünmüyordu. Kendimi anın büyüsüne o kadar kaptırmıştım ki aklımda ne prodüksiyon kalmıştı ne de bana oynanan oyun. Acaba…

“Bismillah’’ diyerek korkuyla o kadar hızlı geri çekildim ki dengemi kaybedip kıç üstü yere düştüm ve elimdeki eşyalar da özgürlüklerine kavuşup benimle etrafa saçıldılar.

Şimdi başımda dikilen ve az önce karşıma çıkan garip kıyafetler içindeki yaşlıca bir adam adeta ödümü bokuma karıştırmıştı. Bembeyaz bir yüz ve kupkuru dudaklarla kösele derisi gibi gergin surata bakarken kalp atışlarım herhalde iki yüzleri zorluyordu. Kahverengiler içindeki yaşlı adam ellerini beline dayamış keskin gözlerle beni baştan aşağı inceliyordu. Üstelik çekik gözlü bakışlarından da ne kadar hoşnutsuz olduğu belli oluyordu. İçimden bir yerlerden aklıma derin nefesler almak geldi. Nefesim düzene girdikçe düşüncelerimi de toparlamaya başladım. Ulan geyik, hani rezil olmak yoktu. Şimdi kamera başında olan herkes sana götüyle gülüyordur. Belli ki ihtiyarın birine otantik kıyafetler giydirip karşına çıkarmışlar.

Ben tam hem rahatlamış hem de utanmış bir halde hareketlenecekken yaşlı adam, hatta diyebilirim ki adeta bir şaman kostümü giyen adam temkinli ama dizginleyemediği bir merakla hemen yanımda sayfaları açılmış yerde öylece duran kitaba uzandı. Ah be kitap ne hale gelmiş. Kitaplarımla aramda özel bir bağ vardır, okurken sayfalara nazikçe dokunur, üzerine bir şey dökmemeye gayret eder, hele dışarıdaysam yere falan düşmemeleri için çok dikkatli davranırdım.

Bizim şaman yavaşça kitabı yerden alırken gördüğüm kadarıyla bazı sayfaları biraz kırışmıştı ama kirlenme izleri görünmüyordu.

Şaman yere çömelip kitabın kapak fotoğrafına uzun uzun baktı ve birkaç defa eliyle üzerinden geçtikten sonra sayfaları çevirmeye başladı.

Yani, durumun farkında olmasam hayatında ilk defa kitap gören birisi olacağını düşünürdüm. Demek ki bu kostümü giydirdikleri kişi alelade bir adam değil baya iyi bir oyuncuydu. Herhalde yıllarını bu işe vermiş ama dizilerde boy göstermeyen sadece tiyatro oynayan camia tarafından büyük saygı gören çok yetenekli birisiydi. Üstelik beni kandırmak için gözleri hafif çekik muhtemelen Eskişehirli birini bulmuşlardı. Adam tam bir Tatar’a benziyordu. Şimdi anlaşıldı, kitap ve diğer şeyleri neden benden almadıkları. Tabii ya, hepsi bu işin parçasıydı. Şaman rolü oynayan herif yanımda getirdiğim malzemelere sanki ilk defa görüyormuş gibi yaklaşacak… Lan her şeyi nasıl da düşünmüş ibneler. Ama ben yemem tabii ki.

Kitabın sayfalarını karıştırmaya devam eden adama bir güzellik yapmaya karar verdim ve az ötemde duran mindere uzanıp adama verdim.

“Al buna otur rahat rahat bakarsın kitaba dayı.’’

Adam nazikçe kitabı yere bırakıp ona uzattığı minderi alıp yokladı ve sonra da oturdu. Tam kitabı eline alacakken bu defa gözü kahve bardağına ilişti.

“Aaa, çok ilginç değil mi?’’ diye sordum sırıtarak “Bu bir kahve bardağı dayı al bak bakalım.’’

Karşılaştığımızdan beri tek kelime etmemiş olan oyuncu uzattığım bardağa uzun uzun ve hayretle -gerçekten müthiş bir oyuncuydu- bakıp bir süre sonra aldı. Üzerindeki Starbucks amblemine o kadar uzun baktı ki bir an taşlaşmış olabileceğini düşündüm. Yavaş hareketlerle bardağı evirip çevirdi en sonunda kapağı nazikçe açıp içini kokladı. Hatta bir parmağını dibine sürüp diline değdirdi ve bu hareketi birkaç defa tekrarladı. Ancak yüzü o kadar ifadesizdi ki tattığı şeyi beğenip beğenmediği ile ilgili bir fikrim yoktu. Sonra yavaşça yerinden kalkıp minderi, bardağı ve kitabı aldıktan sonra çadıra girip gözden kayboldu.

Oğlum ne pozlar kesiyorsunuz yaa. İşin en neticesinde, biz sana şaka yaptık diyeceksiniz diye düşünürken çimlere oturup bir sigara yaktım. Şöyle bir düşününce sabahtan şimdiye kadar boğazıma bir lokma girmemişti ve üzerimdeki endişeleri de atınca açlık duygusu tüm pervasızlığıyla saldırıya geçmişti.

Şaman dayı hızla çadırından çıkıp bir bana bir de elimdeki sigaraya baktı. Bir nefes alıp cebimden paketi çıkardım ve bir dal uzattım. “İkram edeyim buyrun’’ demeye kalmadan adam sigarayı alıp hayatında sanki ilk defa böyle bir şey görüyormuş gibi elinde evirdi çevirdi.

“Al yak bakalım’’ derken cebimden Zippomu yavaş hareketlerle göstere göstere çıkarıp yaktım. Eh, izleyiciler ne kadar tarz olduğumu görsünler istiyordum. Herkes, sigara içer ama Zippo kullanmak. İşte bu tarz sahibi kişilerin yöntemidir.

Çakmaktan daha alev çıkar çıkmaz Şaman o kadar büyük bir korkuya kapıldı ki dehşet içinde olduğu yerde kaldı desem herhalde abartmış olmam. Açıkçası bu abartılardan iyice sıkılmaya başlamıştım. Açlıktan kan şekerim hızla düşerken sinirlerim de aynı hızla yükseliyordu.

“Abicim siz deli misiniz yahu?’’ diye patladım. “Bu maskaralığı daha ne kadar devam ettireceksiniz? Yok kitabı okşamalar, yok kahveyi parmaklamalar, daha önce hiç çakmak görmemiş gibi hareketler.’’

Aniden yaşadığım sinir patlaması üzerine yaşlı adam bir iki adım geri çekildi ve neredeyse en başından beri sahip olduğu soğukkanlılığını geri kazandı. Ama neredeyse.

“Ben bu oyunun içinde olmaya razı değilim’’ diye sözlerimi sürdürdüm ve sinirimi biraz yatıştırması için neredeyse dibine geldiğim sigaradan son bir nefes çekip bilinçaltına yerleşmiş alışkanlık üzere orta parmağımı kullanarak izmariti doğaya -çevrecilik buraya kadarmış- fırlattım.

“Hepinizi dava edeceğim. Başta Acun olmak üzere bu işin içinde kim varsa hepinizle hesaplaşacağım’’ diye olduğum yerde dönerken etrafımdaki ağaçlara -prodüksiyon ekibine- sesleniyordum. Ve en son hatırladığım şey arkadan çok sert bir cismin kafama çarpması oldu.

Şiddetli bir baş ağrısıyla gözlerimi açtığımda kendimi çadırın içinde buldum. Hava kararmış ortadaki ateş çukurunda alevler dans ediyordu. Yere boylu boyunca uzanmış ve sıkı sıkıya bağlanmıştım. Görünürde ne Şaman kılıklı oyuncu ne de başka birisi vardı. Ensemden başlayan ve tüm başıma yayılan öyle bir zonklama vardı ki değil hareket etmek kıpırdamak bile istemiyordum.

“Hey!’’ diye bağırdım ortalığa “Kimse yok mu? Hem beni zorla oyuna dahil ediyorsunuz hem de tartaklayıp bağlıyorsunuz. Allah hepinizin belasını versin!’’

En sonunda susmaya ve sessizce düşünmeye karar verdim. Çünkü bağırmak daha çok acı çekmeme sebep oluyordu ve bir an önce kaçmanın bir yolunu bulmak için sakin olmam gerekiyordu. Şöyle bir etrafıma bakınca yer minderleri, birkaç yastık ve iki tane sandık haricinde içeride başka bir eşya göremedim. Yapmam gereken tek şey, iplerden kurtulmak yiyecek bir şeyler bulmak ve buradan kaçmaktı. İllaki karşıma bana yardım edecek birileri çıkardı.

Bir ara arkadan bağlanan ellerimdeki ipleri ateş çukuruna iyice yaklaşıp filmlerdeki gibi yakmayı düşündüm ama sonra çadırın içinde de her halimi izleyen kameralar olduğunu hatırladım. Ben daha harekete geçemeden müdahale edebilirlerdi. Üstelik bu gecenin karanlığında ormanda yolumu bulmam mümkün de değildi. Tamam, hiç beklenmeyen bir maceranın içinde bulmuştum kendimi. Ama yeteneklerimin de farkındaydım ve bunların arasında ıssız bir ormanda yol bulmak yoktu. Ah, Ankara… Eğer orada böyle bir şey başıma gelseydi her türlü yolumu bulurdum. Ne de güzel şehrimi avucumun içi gibi bilirdim. En iyisi sabahı beklemek, zaten bu baş ağrısıyla çok da yol kat edemezsin.

Bacağımın dürtülmesiyle gözlerimi açtığımda ilk fark ettiğim şey havanın aydınlanmış olduğuydu. Diğer fark ettiğim şeyse “Yok artık yaa.’’

Ayak ucumda neredeyse bir ayı kadar iri uzun saçlı ve bıyıkları dudaklarından sarkan yine çekik gözlü ve belinden kılıcı sarkan eskilerin kıyafetlerine bürünmüş savaşçı kılığında bir adam duruyordu. Sanki bu zamana kadar okuduğum tarihi romanlarından ya da tarihi kurgulardan fırlamış gibiydi. Tabii ki onun hemen arkasında da bizim Şaman.

“Hey ihtiyar senin yüzünden beyin sarsıntısı geçirdiğime eminim’’ dedim susuzluktan çatlamış bir sesle. “Seninle öyle bir uğraşacağım ki bir daha tiyatro yüzü göremeyeceksin.’’

Savaşçı kılığındaki herif düşünceli gözlerle yanıma çömelip beni süzmeye başladı ve ben de herifi incelemeye başladım. Bir yandan da kafam deli gibi çalışıyordu geri planda. Bir şaman, bir çadır, bir savaşçı, bozkır… Hassiktir yaa, şimdi anladım lan. Bu adamlar benim Orta Asya’da olduğumu düşünmemi istiyorlardı. O yüzden bu iki herifi özellikle çekik gözlü seçtiler. Konya ovasını Orta Asya stepleri diye yutturacaklar güya. Yer miyim lan ben.

Savaşçı konuşmasındaki vurgudan anladığım kadarıyla bana bir şeyler sorduğunda bir an olduğum yerde irkildim. Nedense onun da konuşmayacağını farz etmiştim. Gözlerinde çok talepkâr bir ifade vardı ve belli ki cevabı hemen istiyordu.

“Ne dediğinden bir bok anlamadım’’ dedim bitkin bir sesle ve her ikisine de göstere göstere zorla yutkundum. “Su istiyorum ve ilaç ve beni çözün artık kurbanınız olayım.’’

Her ikisi de bana en az onlar konuşurken benim yaptığım gibi boş ifadelerle baktılar. Ancak ayı gibi adam belinden kurt başlı -ne kadar da havalı- bir hançer çıkartıp ipleri kesti. Uyuşmuş bedenimin izin verdiği ölçüde yerimden kalkıp kendimi minderlerin üzerine attım. Bu arada şaman dışarı çıktı ve tekrar geri geldiğinde elinde tulum benzeri bir şey vardı. Sandıkların birinin kapağını açıp içeriye uzandı ve sonra bir tutam tozu tulumun içine döktükten sonra başımda zebani gibi dikilen savaşçıya uzattı. Tabii o da bana.

O kadar susadım ki ne olduğunu sorgulamadan suyu kana kana içtim. Suyun içine belki zehir belki de şanslıysam bir ağrı kesici falan atmış olmalıydı. Tıpkı filmlerde olduğu gibi başımın ağrısı bir anda geçti ve vücudum enerjiyle doldu demek isterdim ama yalnızca susuzluğum geçmişti. Biraz gerinip, kendime gelmeye çalışırken ve bir yandan da bir kaçış planı düşünürken iri yarı adam önüme kadar geldi ve bir diziyle yere çöküp işaret parmağını kendisine doğrultarak “Men, Barlas’’ dedi ve işaret parmağını bana uzattı “Sen?’’

Arkadaş, gerçekten daha ne kadar abartacaklardı ki? Ben burada adamlarla diyalog kurmak için maymuna dönerken millet tv başında götüyle gülüyor olacaktı. Ancak dişimi sıkmam gerekiyordu. Bir kaçış planı yapana kadar oyunlarına ayak uyduracaktım.

Avucumu açıp göğsüme doğru işaret ederek “Men, Kürşat’’ dedim.

Savaşçı bu defa gerçekten boş gözlerle bana bakmaya başladı. Bakışlarımı Şamana çevirdiğimde onda daha çok hayretle bakan bir yüz ifadesi gördüm. Abi, ne kadar profesyonel adamlar seçmişler. Müthiş rol kesiyor pezevenkler. Yani neredeyse inanasım geliyor la.

Uzun saçları omuzlarından şelale gibi dökülen adama tekrar “Men, Barlas’’ dediğinde daldığım düşüncelerden sıyrıldım. “Sen?’’

“Abicim söyledim ya duymadın mı? Ben Kürşat’’

“Kür Şad’’ dedi savaşçı ciddi bir şekilde bana bakıp “Kür Şad?’’

“Aslında orijinali d harfi ile yazılıyor ama t harfi ile olan kullanımı da yaygın’’ diye bir açıklama yaparak aslında adımla ilgili malumatım olduğunu beni izleyenlere özellikle vurgulamak istemiştim. Evet adımla açıkça gurur duyuyordum.

“Sen, Kür Şad?’’ diye sordu savaşçı tekrar üzerine basa basa ve ben evet anlamında kafamı sallarken yüzüme öyle şiddetli bir tokat indirdi ki adeta gözlerim karardı. Hayatta en nefret ettiğim şeylerden birisi hiç beklemiyorken bir yerden darbe almaktır. Bir tokat ya da bir yumruk, tekme vs.

Artık canıma yetmişti…

“Laaannnn!!!’’ diye yerimden fırladım büyük bir güç patlamasıyla. Beni muhtemelen çok fena benzeteceklerdi ama ezilmeyecektim. Bizim kendi çevremizde bir namımız vardı ve eve döndüğümde gerekli gereksiz kişilerin alaylarına katlanmak da istemiyordum.

Ben ayının üzerine atılırken adeta bir dansçı gibi hiç zorlanmadan yana kaydı ve bana da okkalı bir tekme attı. Ben daha yerden kalkamadan adeta bir kedi yavrusunu yerden kaldırır gibi beni ensemden tuttuğu gibi çadırın dışına fırlattı. Yumuşak çimler düşüşümü yavaşlatsa da çarpmanın etkisiyle ciğerlerimdeki tüm hava boşaldı. Belli ki bu mücadeleyi kaybetmiştim ve rezil olup olmamak artık umurumda da değildi. Eğer ormana girersem belki izimi kaybettirip yardım bulabilirdim. Biraz nefeslendikten sonra ayağa kalkıp bir iki adım attıktan sonra çadırdan iki oyuncu çıktı ve neden bilmiyorum ama arkamı dönüp onlarla yüzleşmeye karar verdim. Hayatımda hep süregeldiği gibi yine bir dengesizlik durumundaydım. Hayır, ölmek var kaçmak yok.

Belki biraz soluklanmak iyi gelirdi çünkü vücudumun her bir yeri tüm bu olanlardan saçma bir şekilde beni sorumlu tutup şikayet ediyordu. Şamanın elinde uzun ve kalın bir sopa gördüm. Yani ucunda bıçak olsa tam bir mızrak gibi görünebilirdi.

“Vay adi herif dün başıma o elindeki kalın sopayla mı vurdun? Hiç mi insafın yok lan senin?’’

derken sol elimle de gayri ihtiyari sopayı işaret ediyordum.

Şaman meraklı gözlerle önce elindeki sopaya baktı sonra da bana doğru attı. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordum ama refleks olarak tutmak için elimi uzattım…

“Ah bileğim!’’ dedim acı içinde elimin üzerine kapanarak. Tabii ki sopayı tutamamıştım. Aynı anda çok derin bir kahkaha duydum ve savaşçının gülerek bana yaklaştığını gördüm. Adam kahkahayı bir anda kesip başını arkaya çevirerek öfkeli bir şekilde beni işaret edip bir şeyler söylemeye başladı. O kadar cümlenin içinden yalnızca kulağıma “Tölge’’ kelimesi tanıdık gelmiş gibiydi. Üstelik öfkeli adam bunu birkaç defa vurgulamıştı. Sanki fal, kehanet gibi bir anlamı var gibiydi ama tam da hatırlayamıyordum. En sonunda savaşçı nefes nefese lafını bitirdiğinde yanıma kadar gelip önce ayağıma bir tekme attı ve sonra sanki adı kirletiyormuşum gibi bir ifadeyle bana “Kür Şad’’ deyip ayağıma tükürdü.

Hani bazı sınırlar vardır ya, geçildiği zaman artık başka hiçbir şeyin önemi kalmaz. İnsanın gözü başka bir şey görmez ve sonucunu da düşünmez ki sonunu da düşünen kahraman olamazdı zaten değil mi? İşte tüm yaşadıklarım, vücudumun harap halde oluşu, açlık ve en önemlisi de kameralar önünde bu kadar aşağılanmak ve ismimi lekelediğim iması benim için artık dönüşü olmayan sınırı geçmek demekti.

Sopadan destek alarak ayağa kalktım ve iki adım geriledikten sonra iki elimle birden kavrayıp dövüş pozisyonu aldım. Sanki yıllardır bunu yapıyormuş gibi rahat ve sakindim. Ayı adam önce şaşırdıysa da sonra da bana alay eder gibi bakıp bir omzunu silkerek rahat adımlar yaklaşmaya başladı. Ancak ben onun gelmesini beklemeden harekete geçtim. Sopayı iki elimle döndürüp savurdum ve adamın karnının tam ortasına saplama hareketiyle vurarak iki büklüm kalmasına sebep oldum.

Savaşçı kükreyerek yerinden doğrulup kılıcını çekti ama o daha hareketini tamamlayamadan eline indirdiğim şiddetli bir darbeyle gelen çat sesi bileğinin kırıldığını haber verdim. Yaptıklarımı nasıl yaptığımla ilgili bir fikrim yoktu ve zaten o an bunu düşünmüyordum bile. Sanki rüzgârı arkama almış elimde sopa dans ediyordum. Sanki elimde tutuğum sopa değil de vücudumun bir parçası kolumun bir uzantısıydı. Adam can acısıyla bileğini tutup doğrulurken adeta şimşek gibi hareket edip sopayı herifin tam sol şakağına indirdim. Bir an çıkan ses havada asılı kaldı ve başka her şey sessizleşti. Hemen arkasından adam gözleri yukarı kayarak gerisin geri yere devrildi. O ana kadar olanları nefes almadan izleyen şaman bir anda arkadaşının yanında bitti. Önce nefesini kontrol etti sonra da koşarak çadıra girdi.

Ben mi? Ben çoktan olduğum yere boş bir çuval gibi çökmüştüm bile. Yaşadığım anlık adrenalin patlamasından sonra vücudumdaki son güç kırıntıları da elveda diye beni terk etmişlerdi. Bir elimdeki sopaya bir yerde yatan adama bakıyordum ve bundan sonra ne olacak diye bekliyordum. Çadırın içinden sandıkların kapaklarının açılıp kapanma sesleri geliyordu. Az sonra şaman hızla ve beyaz bir suratla dışarı çıktı bir iki adım attıktan sonra zıpladı ve…

Ve siyah benekli bir baykuşa dönüp hızla ağaçların arasında gözden kayboldu.

Ağzım bir karış açık az önce gördüğüm şeye anlam vermeye çalışıyordum. Nasıl yani yaa? Adam baykuşa mı dönüştü? Robokuş?

Tabii ki her zaman olduğu gibi bilinçaltım yine beni korumak için harekete geçmişti bile. Olur mu abi hiç öyle şey? Hologramdı o senin gördüğün. Adam nasıl baykuşa dönüşür? Bunların hepsi prodüksiyonun bir parçası.

Bu düşünce bir yandan içimi rahatlatmak için yoğun bir mesafe harcarken, bilinçaltımın da altında bir yerlerde daha dürüst tarafım aslında gördüğüm şeyin apaçık gerçekleştiğini fısıldıyordu. Gözünle gördün ve neler olduğunu aslında biliyorsun…

Yerimden zorla kalkıp çadıra doğru gittikten sonra başımı içeri uzattım. Daha oraya giderken Şamanın içeride olmadığını biliyordum. Ama şoka girmişseniz acı gerçekleri kabullenmek zaman alıyordu ki hemen arkamdan gelen kanat çırpma sesini duyduğum hızla başımı arkaya çevirdim ve baykuşun pençeleri arasında tuttuğu bir tutam otla hızla alçaldığını gördüm. Tam yerde yatan

adama yaklaşmışken birdenbire hiçbir belirti göstermeden ya da bir ses çıkarmadan tekrar Şaman oldu ve dizlerinin üzerine çöküp şimdi elinde tuttuğu otları ağzına tıkıştırıp çiğnemeye başladı.

“İyi de eğer bu gördüklerim gerçekse…’’

Sözlerimi yarıda bırakıp patikadan bozma yola fırladım. Bir yandan son sürat koşuyor bir yandan da ne yalan söyleyeyim ağlıyordum. Gözlerimdeki yaşlardan önümü doğru düzgün göremediğim için birkaç defa tökezlesem de düşmemeyi başararak hızla koşmaya devam ettim. Bir ara nefeslenmek için durmak aklıma geldiyse de bu düşünce üzerinde fazla durmadım. Artık bilinçaltım kontrolü tamamen ele geçirmiş ve bana inisiyatif kullanma hakkı bile vermiyordu. En sonunda ormandan çıktığımda karşımda tepeyi gördüm ve aşmak için atıldım. Zaten bu kadar zamandır koşmam bile mucizeyken bir de tepeyi aşmaya çalışmak yıllar boyunca nikotine ev sahipliği yapmış ciğerlerime ağır gelmişti. Yine de durmadım. Çünkü biliyordum ki eğer durursam bir daha devam edemezdim. O yüzden güç bela tepeyi tırmandım ve aşağı inerken takılıp kalan kısmı mecburen yuvarlanarak tamamladım. Kana, toza, toprağa, tere ve göz yaşına bulanmış yüzümü yerden kaldırdığımda altın kızıl yapraklarına vuran ikindi güneşiyle adeta efsanelerden çıkmışçasına görünen ağaca baktım.

Dişlerimi sıkarak yerimden kalktım ve kalan yolu yarı koşup yarı yürüyerek bitirdim. En sonunda ağacın gövdesine ellerimle yapıştım.

“Geri geldim, hadi beni tekrar geldiğim yere götür’’ dedim gözlerimden yaşlar akarken. “Beni buraya sen getirdin sen götür ne olur ben ne bu yere ne de bu zaman ait değilim.’’

Ancak ne gövdesini adeta açılmasını beklediğim bir kapı gibi çalmak için yumruklamak, ne o kadar göz yaşı dökmek ne de yalvarmak bir işe yaramamıştı. Başıma gelenler ne bir oyun ne de bir prodüksiyondu. Ben yalnızca zamanda geriye hem de çok geriye gitmiştim.

Kürşat Hürmüzlü