Öykü

Festival

Festivalin başlamasına az bir zaman kaldı. “Bulabilirsem iki bilet alacağım” diye söz verdi babam. Gözlerimin içi parladı. Nasıl da heyecanlandım. Kıpır kıpırdım. Nefes nefese kaldım. Yanaklarım kıpkırmızıydı. Bir, çok korktuğumda bir de çok heyecanlandığımda yanaklarım kızarır benim. Sabaha kadar uyumadım o gün. Oraya gitmenin hayaliyle dönüp durdum. Ne zamandır gitmek istiyordum bu festivale. Her yıl İstanbul’da düzenlendiğinden bir türlü fırsat olmamıştı bu zamana kadar. İlk defa İstanbul dışında bir yerde düzenlenmesi büyük şanstı benim için. Bu fırsatı değerlendirmeliydim.

Akşamları babamın işten gelişini heyecanla bekliyordum. Onu bunaltmak istemiyordum ama her akşam sormadan da edemiyordum. “Bilet bulabildin mi baba? sorusuna babam gözlerini kaçırarak cevap veriyordu. O gün olmasa başka günler vardı. O akşam “evet” demese başka bir akşam “evet” diyecekti. İnanıyordum.

Okuldan geldiğim o gün spor dersi beni bir hayli yordu. Bacaklarımda ağrı. Parmak aralarım karıncalanıyor. Ayakta zor duruyorum. Bir şeyler atıştırıp biraz uzandım. Dalmışım. Uyandığımda komodinin üstünde iki bilet bana göz kırpıyor. Biletleri aldığım gibi babamın boynuna sarıldım. Festivale birkaç gün kalmıştı. Belli etmemiştim ama ümidimi yitirmek üzereydim. Babamın iş yerinden bir arkadaşı bizim için uygun iki bilet ayarlamıştı.

O sabah erkenden uyandım. Kırmızı beyaz formamı giyindim. Canım bir şey yemek istemiyordu.  Annemin ısrarına dayanamayıp ayak üstü birkaç lokma aldım.Bir an önce gitmek istiyordum. Trafik, yol… Orada geçireceğim vakitten kaybetmek istemiyordum. Sabah kahvaltılarında uzun uzun çay içip, gazete okuyan babam çay faslını benim için kısa kesti.

Yoğun trafiğe rağmen erken saatte festival alanındaydık. Uzun bir kuyruk vardı. Aşırı sıcak altında bir saatlik bekleyişten sonra güvenlikten geçip alana girdik. Babam arkamdaydı. Acele etmeden her bölümü yavaş yavaş gezmek istiyordum. İlk kapıdan girdim. Bir delikanlı önünde durduğu makinenin özelliklerinden bahsediyordu uzun uzun. Lame renkli makinenin çağın son teknolojisi olduğunu gururla anlatıyordu.  Heyecanlandım. Bir Zeus heykeli gibi hareketsiz dinliyordum. Genç, sözünü bitirdiğinde babama makineye binmek istediğimi söyledim. Babamın aklından geçenleri gözlerinden okuyabiliyordum. “Kaç yaşındaydım ben. Ne kadardı ömrüm. Nereye kadar gidebilirdim” Hayır demeyen, evet de diyemeyen babam göz kapaklarıyla izin verdi istemeden. Heyecanlıydım. Deri koltuğa kuruldum. Belimden ve omuzlarımdan emniyet kemeri geçirdiler. Klipsin “tık” sesi heyecanımı artırdı. Kendimi yatıştırmak için derin bir nefes aldım. Artık hazırdım. Düğmeye basıldı.

Gözü yaşlı bir adam. Konuşmuyor. Saçları bembeyaz. Avurtları çökük. Gün görmediği her halinden belli. Seri hareketlerle elindeki küreği itip çekiyor. Pişenleri kenara koyuyor, pişecekleri küreğe. Yanında sıska bir çocuk. Soğuyan ekmekleri sepete diziyor tek tek. O da konuşmuyor hiç. Konuşmamaya yemin etmiş gibiler. Odun ateşinin çıtırtıları arasında üniforması kir içinde bir asker giriyor kapıdan. Yorgunluğu her halinden belli. Göz altları mosmor. Çıraktan soğuk bir su istiyor. Demir bardakta su getiriyor çırak. Kana kana içiyor suyu.

“Ekmekler hazır mı Hasan emmi?” diye soruyor.

“Hazır hazır. Tam tamına üç yüz tane hem de” diyor yaşlı adam.

Asker üç sepet dolusu ekmeği sırtlandığı gibi kağnıya taşıyor. Hasan Emmi kapıda. Sigarasını yakıyor. Alacağı cevaptan korkarak “Cephede haberler nasıl oğlum?” “İyi gidiyor. On beş güne kalmaz püskürtürüz düşmanı” diyor genç asker.

“Şükür Allah’a “ diyor Hasan Emmi gözleri buğulu.

Hasan Emmi birkaç gündür hasta. Yataktan çıkamıyor. Bütün işler çırağa kalmış durumda. Çırak sabah erkenden işe koyuluyor. Hasan Emmi varmış gibi. Üç yüz ekmek yetiştirmek zorunda. Cephedekiler bekliyor. Genç askere “Sen bekleme abi. Ben pişirip getiririm ekmekleri” diyor. Asker kabul etmek istemiyor ilk başta. Akşama kadar beklemeyi de uygun görmüyor Düşman kapıda cepheye adam lazım. “Eee peki madem dikkatli ol o zaman.” diyor. “Olurum” diyor çırak.

Akşama doğru üç yüz ekmeği tamamlayan çırak yola koyuluyor. Gözü bir yandan yolda. Bir yandan ekmeklerde. Ekmeklere bir şey olacak diye telaşlı. Tam yolu yarılamışken pusuya düşüyor. Taze ekmeklere abanan düşman askerleri çırağı bir ağaca bağlayıp oracıkta kurşunluyorlar. Çırağın ölümünün ardından o gece düşman cephesi el geçiriliyor. Çırağın o gün yaptığı ekmeklere zehir koyarak bile bile pusuya düşmesi bütün köye yayılıyor.

Hasan Emmi’nin gözleri nemli. Duvardaki resme bakarak ağlıyor. Gözyaşları yanaklarıma düşüyor. Babamla göz göze geliyorum. Elleri omuzlarımda. Titriyor. “İyi misin oğlum? diyor.

“İyiyim baba. Sana Hasan dedemin selamı var.” diyorum.

Semanur Bozok