Öykü

Karga Çocuk

Görlü, yazları dolup taşan, kışlarıysa yerel işletme sahiplerinden birkaç aile dışında kimsenin kalmadığı o sahil kasabalarından biriydi. Yine yaz yaklaştığı için, başta emekliler olmak üzere yazlıkçılar birer birer sokaklarda görünür oluyordu. Bu misafirlerden belki de en ilginci vücudu kapkara kuş tüyleriyle kaplı yedi-sekiz yaşlarında bir oğlandı. Bakkal Hasan, son yıllarda her seferinde yeni müşterilerine çocuğun kim olduğunu açıklamak zorunda kalıyordu.

Hasan, bisikletini bakkalın önüne yatırıp içeri giren adamı tatil sezonu başladığından beri birkaç defa görmüştü. Adam alışverişini yapıp kasaya yöneldi ve bakkalla muhabbet etmeye başladı. Konu tabii ki karga çocuğa geldi. “Köşede oturan emekli albayın oğlu,” dedi Hasan. Ömründe başka bir tamlamayı bu kadar çok kullandığını hatırlamıyordu.

“İyi de o tüyler ne iş? Kostüm falan mı? Yaz sıcağında kostümle geziyorsa psikolojik bir sorunu olmalı. Yoksa gerçekten derisinden mi çıkıyor? Bir çeşit genetik hastalık?”

Bakkal Hasan bilmediğini belirtmek için omuz silkti. “Tuğrul Albay görevdeyken dağlarda bulmuş onu. Daha bebekmiş.”

Adam aldıklarının parasını ödedikten sonra bakkala hayırlı işler dileyip oradan ayrıldı. Bisikletinin üstünde evine giderken, akşam yemeğinde karısına ve çocuklarına anlatacağı ilginç bir hikâye dinlemiş olmanın mutluluğu suratından okunuyordu.

Yaklaşık on dakika sonra Tuğrul Bey bakkala girdi. “Hoş geldiniz albayım,” dedi Hasan, onu fark eder fark etmez.

“Hoş bulduk Hasan. Benim sigaradan ver bakalım.”

Tuğrul Albay emekli olup Görlü’deki yazlığı aldığından beri rutini aynıydı. Hasan, onun her sabah saat kaçta gelip ekmeğini ve gazetesini aldığını, ne zaman denize gittiğini, hangi marka sigara ya da rakı içtiğini bilirdi. Sessiz bir adamdı albay, genellikle susar, mecbur kalırsa da derdini anlatırken kelimeleri tutumlu kullanırdı. Bakkalın bildiği kadarıyla hiç evlenmemişti. Eski silah arkadaşları dışında ziyaretine gelen kimse de olmuyordu. Ne bir hısım ne bir akraba… Muhtemelen karga çocuk dışında hiçbir yakını yoktu.

Albay, Hasan’ın uzattığı sigaranın parasını ödeyip evin yolunu tuttu. Karşılaştığı birkaç yazlıkçı ona “İyi günler albayım,” dediler. İhtiyarsa “Sağ olun, size de…” demekle yetindi. Villasına vardığında alışkanlık olarak bahçeyi baştan aşağı süzdü. Karga çocuk şişme çocuk havuzunda yatıyordu. Burada bulunmaması gereken bir şey görünmüyordu.

Tuğrul Albay mutfağa girdi, dipfrizden birkaç parça et çıkarıp çözülmeleri için tezgâha bıraktı. Sonra üst kata, odasına çıkıp mayosunu giydi. Gözleri gardıroptaki üniformaya takılmıştı. Her gün olduğu gibi derin bir iç çekti. Merdivenlerden inerken dizlerinin ağrıdığını hissetti. Deniz ve güneşin iyi gelmesini umuyordu. “Oğlum!” diye seslendi karga çocuğa. “Çantanı hazırla, sahile gidiyoruz.”

Plaj sakin görünüyordu. Oğlan, evin bahçesinde ıslanmaya doyduğu için denizle pek ilgilenmedi. Babası güneş gözlüklerini takmış, şezlongunda yarı uyuklar yarı güneşlenirken o kumdan kale yapmaya girişti. Bir süre sonra kumdan kalenin gerektirdiği mühendislik sürecinden sıkıldı ve ne kadar derin kazabileceğini denemeye karar verdi.

Toprağın altında ilginç bir ekosistem vardı. Eline gelen onlarca midye sümüksü dilini çıkarıp avuç içinde yosun yahut plankton aradı. Salyangoza benzer yaratıklarla karşılaştı. Biraz tiksinmişti bunlardan. Derin çukurundan kalın kabuklu bir böcek fırladığında ise çığlık attı. Tuğrul Albay uyanıp kara camlı gözlüklerin altından onu kontrol etti.

Karga çocuk kazmayı bırakmadı. Solucan bulduğunda neredeyse yine çığlık atacaktı. Babasını bir kez daha uyandırmak istemediğinden kendini tuttu. Hayvan çok ama çok iğrenç görünüyordu. Hemen ayaklarını çukurdan çekip güvene aldı oğlan. Birkaç adım geri gitti.

Sahil kumundan solucanlar fırlayacak, ayaklarında dolaşacak, hatta derisinin altına girmeye kalkacak diye korkuyordu. Artık iyice uykuya dalmış albayın yanına gitti. Plaj çantasından kitabını çıkardı, şezlongun gölgesine oturup okumaya başladı.

Karga çocuk okula gitmiyordu. Oğlunun tüyleri yüzünden dışlanacağından korkan albay ona okumayı, yazmayı, matematiği ve daha pek çok şeyi evde öğretmişti. Emekli olduğu için vakti boldu. Öyle ki, ufaklığın yaşıtlarının çoğundan daha bilgili olmasını sağlamıştı. Oğlan, lise çağına geldiğinde askeri okul sınavlarına girecekti. İhtiyar, kendisinin de yetiştiği disiplinde silah arkadaşlarıyla eğitim görmenin karga çocuğa bir yere ait hissettireceğinden emindi. Orada tuhaf bakışlar olmaz, farklılıklara saygı duyulurdu.

Çocuk, albayın favorilerinden olan romanı büyük bir iştahla okurken, ayağının gıdıklandığını hissetti. Bu gıdıklamayı takip eden acı, onu Şarlman ve paladinlerinin büyülü dünyasından çekip aldı. Şövalye Roland’ın düştüğü tuzaktan nasıl kurtulacağını deli gibi merak etmesine rağmen kitabı kumların üstüne atıp ayağını yengeç kıskacından kurtarmaya çalıştı.

“Kağıttaki kelimelerin seni hipnotize ettiğini sanmıştım,” dedi hayvan. “Bir saattir sana sesleniyorum.”

Albaydan komik bir horultu gelirken, oğlan yengeci avcuna aldı. “Canımı acıttın. Hem sen nasıl konuşabiliyorsun?”

“Sen nasıl konuşabiliyorsun?”

“Ses tellerimle. Ben bir insanım. İnsanlar konuşabilir, yengeçler konuşamaz.”

“Bana pek insan gibi görünmedin. Daha ziyade iri bir kuşa benziyorsun, bir emuya mesela. Kim söyledi sana yengeçlerin konuşamadığını?”

Karga çocuk biraz düşündü. “Sanırım kimse bana böyle bir şey söylemedi.”

“Bak işte, gördün mü? Yengeçler konuşabilir ama ağırbaşlı hayvanlar oldukları için konuşmamayı tercih ederler.”

“Benim babam da ağırbaşlı biridir. Albaylar öyle olur.”

“Şu ihtiyar mı baban? Albay demek… O zaman sen de yüzbaşısın.”

“O şekilde işlediğini zannetmiyorum.”

“Demin de yengeçlerin konuştuğunu zannetmiyordun. Elbette o şekilde işliyor. Hatta senin çocuğun da onbaşı olacak, tabi o zamana kadar büyüyüp sen de albay olmazsan. Sen albay olursan çocuğun yüzbaşı olur.”

Karga çocuk bir şey söylemeden göbek deliğiyle oynadı. Gerçekten bir yüzbaşıysa emrinde yüz tane asker olması gerekirdi. Yüz askeri yoktu, bir askeri bile yoktu. “Her neyse,” dedi yengeç. “Benimle gelmen lazım Yüzbaşı Emu.”

“Neden?”

“Dünya tehlikede, süper kahramanlara ihtiyacımız var.”

Karga çocuk ciddi bir surat ifadesine büründü. “Gidelim öyleyse.” Yengeci yere bıraktı. Yan yan suya doğru yürümeye başladı hayvan. Ufaklık onun arkasından “Dur!” diye seslendi.

“N’oldu?”

“O tarafa gelemem.”

“Niçün?”

“Orada solucanlar var. İğrenç, ıyyy…”

“Hadi ama! Acele etmezsen dünyayı kurtaramayız.”

“Pekâlâ,” dedi karga çocuk. Yengeci takip etmeye başladı. Hayvanın ayakları ufacık olduğundan çok yavaş ilerliyorlardı. Bunun üzerine onu eline aldı ve söylediği tarafa yöneldi. Sahil şeridi boyunca biraz yürüdüler, biraz yüzdüler ve denize dökülen pis bir derenin ağzında bekleyen kayığa çıktılar.

Kayıkta onları bekleyen genç kız, üstünde kedi kulakları olan bir taç takmıştı. “Hoş geldin miyav miyav,” dedi.

“Hoş bulduk abla.”

Yengeç, “Küreklere asıl Yüzbaşı Emu,” dedi.

Nehir boyunca ilerlemeye başladılar. Karga çocuk, Görlü’den uzaklaştıklarını farkındaydı. Önce iki yanları insan boyunda sazlıklarla kaplandı, sonra bu sazlıklar yavaş yavaş küçülüp yerlerini boş bir otlağa bıraktılar.

“Bak Yüzbaşı Emu,” diye işaret etti genç kız. “Şeker tarlaları miyav miyav.”

Karga çocuk, pancar çıkaran işçiler görmek için ileri baktı. Bunun yerine pespembe bir arazi ve pamuk şeker toplayan yeşil tenli yaratıklarla karşılaştı. “Onlar da ne?”

“Böcüler, miyav. Pamuk şekeri çok güzel görünmüyor mu? Yere inmiş bir bulut gibi. Miyav miyav!”

“Acaba biraz yememize izin verirler mi abla?”

“Miyav! Tabii ki verirler. Pamuk şekeri herkesindir!”

Kayığı kıyıya yanaştırıp dışarı atladılar. Karga çocuk, nehir suyunun Görlü’deki kadar pis olmadığını fark etti. Genç kız miyavlayarak şeker toplayan yaratıklara seslendi. Birkaç böcü, onlardan tarafa yaklaştı ve kediye benzer bir halleri olmamasına rağmen miyavlayarak cevap verdiler.

Yaklaşık beş dakika sonra, genç kız, karga çocuk ve yengeç, yanlarında bir çuval pamuk şekerle birlikte yeniden nehirde yol alıyordu. Oğlanın bütün suratı pembe ve yapış yapış olmuştu. “Bo çok gozol!” dedi ağzı tıka basa doluyken.

“Miyav?”

Karga çocuk ağzındakini yuttu ve “Bu çok güzel,” dedi tekrar.

Genç kız gülümsedi. “Biliyorum.”

Nehir geniş bir havzaya açıldı. Burada heybetli bir korsan gemisi gördüler. “İşte geldik!” diye ilan etti yengeç.

Karga çocuk, “Burada ne işimiz var?” diye sordu. Genç kızın gülmeye başladığını gördü ve derin bir uykuya daldı.

Uyandığında üşümüş hissediyordu. Genelde yazları üşümezdi. Hissettiği soğukluğun sıkış tepiş hapsedildiği metal kafesten geldiğini fark etti. Demek ki o an soğuktan daha önemli bir derdi vardı.

Kafes yerden yüksekte sallanıyor, bu da karga çocuğun midesini bulandırıyordu. “Ne oluyor?” diye seslendi. “Neredeyim ben?”

“Demek küçük yüzbaşı uyanmış…” dedi arkasından bir ses. “Hrrrrr”

Kafes tahta duvarlı, penceresiz bir odada asılıydı. Konuşan adam karşısına geçince, bayılmadan önce gördüğü korsan gemisinde olduğunu anladı. Çünkü adam barok dönem kıyafetleri, tahta bacağı ve omzundaki papağanıyla gerçek bir korsandı.

“Küçük yüzbaşı,” diye tekrarladı papağan. “Küçük yüzbaşı, küçük yüzbaşı…”

“Benim adım Kaptan Kızılgöz!” dedi adam. “Korsanlığın altın çağında doğdum, zamanda seyahat ederek yüzyılınıza vardım. Nadir ve egzotik çocukların ticaretini yapıyorum. Kuşa benzeyen bir tanesi için servet ödeyecekler. O zamana kadar misafirimsin. Gemime hoş geldin.”

Karga çocuğun gözleri doldu. Albayın çok endişelendiğine ve ona kızacağına emindi. Babasının yanına dönmek istiyordu. Bu sırada kapı çaldı ve kayıktaki genç kız içeri girdi. Hizmetçi önlüğü takmıştı ama kedi kulakları hâlâ kafasındaydı. “Miyav! Kahvenizi getirdim kaptan.”

Kızılgöz, Türk kahvesinden bir yudum aldı. Keyifle, “Yelkenler fora!” diye bağırarak odadan çıktı.

Karga çocuğun elmacık kemikleri göz yaşlarıyla ıslanmıştı. “Lütfen abla,” dedi kıza. “Beni buradan çıkar.”

“Olmaz. Miyav miyav miyav. Ailen sana yabancıların verdiği bir şeyi yememeyi öğretmedi mi?”

Böylesi masum suratlı bir kız tarafından kandırılmak, kaçırılmış olmaktan bile daha çok canını yakıyordu karga çocuğun. “Beni sen mi bayılttın?” diye sordu.

“Böcü şekeri o kadar tatlıdır ki miyav, küçük çocukların uyuyakalıp güzel rüyalar görmesini sağlar. Miyav miyav. Orada oyalanmaya çalış, birazdan sana mutfaktan yemek getireceğim. Tamam mı Yüzbaşı Emu miyav?”

Oğlan bir şey söylemek yerine kafasıyla onayladı. Kafes küçük ve rahatsız olduğu için her yeri ağrıyordu. O an oradan çıkmak dışında bir şey istemiyordu.

Biraz zaman geçince aşağıda bir tıkırtı duydu. “Yüzbaşı Emu!” diye seslendi yengeç. “Yüzbaşı Emu, iyi misin?”

“Ben seninle konuşmuyorum!”

“İyi ama neden?”

“Sen beni korsanların tuzağına çektin.”

“Hayır, hayır. Beni de kandırdılar. Dünyanın gerçekten süper kahramanlara ihtiyacı olduğunu sanıyordum. Seni uyuttuklarını fark edince suya atladım, sonra gizlice gemiye tırmandım ve o zamandan beri seni arıyorum.”

Karga çocuk heyecanlanmıştı. “Beni kurtarabilir misin?”

“Ne yapabileceğimi bilmiyorum. İyi olmana sevindim. Sanırım şu an beklemekten başka çaremiz yok. Eninde sonunda seni o kafesten çıkarmaları gerekecek. O zaman birlikte kaçabiliriz.”

Karga çocuk, “Tamam,” diyecekti ama bir şeyler boğazında takılı kaldı. Anlamlı heceler yerine grotesk hıçkırıklar çıktı boğazından. Sonra çığlık çığlığa ağladı.

Biraz daha zaman geçince kedi kulaklı hizmetçi kız elinde bir kaseyle geri döndü. “Miyav miyav!” dedi neşeyle. “Yemek saati.”

Kız, kâseyi kafesteki boşluktan içeri uzattı. Karga çocuk kâsenin solucanlarla dolu olduğunu fark edince korkuyla bağırmaya başladı. Kâsenin içindeki boy boy solucanlar dolaşa kıvrıla kaderlerini bekliyor, bazıları kenardan dışarı taşıp oğlanın üstüne sürünüyordu. “Al bunu!” diye haykırdı karga çocuk. “İğrenç, ıyyyy… Al bunu burdan! Al bunu burdan!”

Kız kahkahalarla gülüyor, üniformasını oluşturan önlük ve kabarık etek hışırdıyor, tacındaki kedi kulakları sallanıyordu. “Miyav miyav miyav,” dedi. “Kuşlar solucan yer.”

Yengeç, karga çocuğun çığlıklarına dayanamadı ve kıskacını hizmetçi kızın çıplak ayak bileğine geçiriverdi. Kız acıyla dengesini kaybetti, düşmemek için kafesi yakaladı. Eski püskü kafesi tavana bağlayan zincirler paslanıp zayıflamıştı. Çatırdayarak parçalandılar.

Kafes, hizmetçi kızın ardı sıra yere düştü. Karga çocuğu içeri hapseden kilit, çarpışmanın etkisiyle kırıldı ve oğlan dışarı fırladı. Çocuk, özgürlük özlemiyle ayağa kalktı. Yerdeki hizmetçiye sağlam bir tekme savurmayı düşündü ama albay, kızlara asla vurulmayacağını öğretmişti.

Karga çocuk odadan çıkıp korsan gemisinin içinde koşmaya başladı. Yengeç de onun kara tüylerinden birini kavramış peşinden sürükleniyordu. Çocuk merdivenleri tırmandı ve kararmaya başlayan gökyüzünü görüp ferahladı. Suya atlamak için küpeşteye koşarken üstünden bir şeyin uçtuğunu fark etti. Önce yarasa zannedip pek önemsemedi. Görlü’de bu saatte pek çok yarasa çıkar, kimseye zararları olmazdı. Ama oğlanın üstünden uçan hayvan, Görlü’nün yarasalarına kıyasla epey büyüktü.

“Kuş yemi! Kuş yemi!” dedi papağan. Karga çocuğa doğru inişe geçti, pençesiyle yengeci kaptığı gibi uçup geminin direğine konuverdi. “İmdat!” diye haykırdı yengeç can havliyle. Papağan, onu yemeye hazırlanıyordu.

Karga çocuk küpeşteden atlayıp kaçabilirdi ama onu kafesten kurtaran yengeci bırakmak istemedi. Ona yardım etmesi gerekiyordu. “Kuş yemi!” diye bağırdı papağan yeniden. “Kuş yemi! Kuş yemi!”

Karga çocuk direğe tırmanmayı denedi ama popo üstü yere düştü. Daha ayağa kalkamadan, arkasından bir tıkırtı geldiğini duydu. Tahtanın tahtaya çarpmasıyla çıkacak bir tıkırtı, tahta bir bacağın tahta güvertede yürümesiyle mesela…

“Hrrrr,” dedi Kaptan Kızılgöz. “Demek benden kaçabileceğini zannediyordun küçük yüzbaşı. Şimdi gösteririm ben sana.” Kılıcını çekip oğlanın üstüne yürüdü.

Karga çocuk direğin dibinde kalakaldı. Ne yapacağını bilemiyordu. O sırada hizmetçi kız da güverteye çıktı. “Miyav miyav, bak sana bir hediyem var.” Elinde canlı bir solucan tutuyordu, hem de oğlanın gördükleri arasında en irisini.

“Kuş yemi!” diye bağırdı papağan yukarıdan. “Kuş yemi! Kuş yemi! Kuş yemi!” Gagasını yengece geçirip zavallının dış iskeletini parçalamaya hazırdı.

Şövalye Roland olsa ne yapardı, diye düşündü karga çocuk. Muhtemelen başına gelenleri cesaretle karşılar, sonra da bir mucize gerçekleşir ve tuzaktan kurtulurdu. İyi ama ben Roland değilim ki… Şarlman’ın cesur yürekli paladini değilim.

Karga çocuk gözlerini yumup korkuyla ne olacağını beklemeye başladı. Korsan ve hizmetçi kız ona gülüyor, direğin tepesindeki yengeç can havliyle çığlık atıyordu. Sonunda oğlan gözlerini açtı, kollarını kaldırdı. “Sizden korkmuyorum! Ne yaparsanız yapın!”

Hizmetçi kız solucanı karga çocuğa fırlattı. Çocuk o sümüklü, kımıl kımıl, iğrenç şeyin kendine çarpmasını bekledi. Böyle bir şey olmadı. Ne oluyor, diye düşündü oğlan. Kollarını farkında olmadan kanat gibi çırptığını gördü, havaya yükseliyordu. Kaptan Kızılgöz’ün kılıç menzilinden yukarıda, tehlikedeki arkadaşına yaklaşıyordu.

Karga çocuk güverteye baktı. İri solucan yerde oynaşıyor, hizmetçi kız hayal kırıklığıyla onu seyrediyordu. Korsan kaptanı sinirlenip genç kızı azarladı. “Sen bir beceriksizsin,” dedi. “Kafesteki bir oğlana sahip çıkamadın! Hrrrr!” Aşağıdaki konuşmalar karga çocuğun umurunda değildi, yengeci çekip aldı papağanın pençesinden.

“Vay be yüzbaşı!” dedi yengeç. “Sen bir emu değilmişsin. Emular uçamaz.” Nehir boyunca süzüldüler, pamuk şeker tarlasının ve böcülerin üstünden geçtiler. Yengeç, oğlanı uyardı. “Dikkat et de fazla yüksekten uçma.”

“Nedenmiş?”

“Güneşe yakın uçarsan tüyleri bağlayan balmumu erir, tüylerin dökülür.”

Oğlan, çocukluğun getirdiği merak duygusuyla yükseldikçe yükseldi ve tam olarak yengecin dediği gibi oldu. Gök kubbeden yerküreye düştü tüyleri birer birer. Hava kararmasına rağmen sahilde uyuklamaya devam eden babasını gördüğünde neredeyse hiç tüyü kalmamış, bu yüzden yavaş yavaş alçalmaya başlamıştı.

Akşamüstü serinliğiyle soğumuş yumuşak kumların üzerine görece sert bir iniş yaptı, bu sırada son kara tüyleri de döküldü. İyiydi ama epey patırtı yapıp toz kaldırmıştı. Tozlar burnunu gıdıklayan albay öksürüp hapşırarak uyandı. “Oğlum, iyi misin?”

Çocuk koşup babasına sarıldı. “Daha iyi olamazdım.”

“Sende bir değişiklik mi var?”

“Yoo.”

“Allah Allah…” dedi albay. “Her yerin kum olmuş, o yüzden bana farklı geldin herhal.” Denizin üstünde batmakta olan güneşe baktı. “Çok uyumuşum. Çözülsün diye bıraktığım etler bozulmamıştır umarım. Hadi toplan, eve dönüyoruz.”