Öykü

Çember

Puslu hava ve raylardan kayan trenin gürültüsüne, İngiltere seyahatim sırasında edindiğim “The Shadow Over Innsmouth” isimli öykü kitabımın uğursuzluğu eşlik ediyordu. Öğlen saatlerinde Ankara- Samsun seferinde yerime almıştım. Trenden çıkan yüksek ıslığın ardından yolculuğum başlamıştı. Trende benimle birlikte yolculuk eden yolcular Agatha’nın “Şark Ekspresi” yolcularından oldukça farklı görüntüde insanlardı. Görüntülerine bakılırsa çoğu yolculuğun güzergâhında yer alan kasabalara, köylere gidecek insanlardı. Benim gibi aydın görünüşlü olarak tasvir edilecek çok az insan vardı.

Uzun saatlerdir yoldaydım ve artık hava kararmıştı. Birileriyle sohbet etme isteği içimde yeşerirse diye trene biner binmez, öğrenci olduğunu düşündüğüm iki kişiyi gözüme kestirmiştim. Onlarda beni gözüne kestirmiş olacak ki yolculuğumuz üçüncü saati civarında okumuş olduğum öykü hakkında laf atarak benimle konuşma çabasına girdileri.

İki gençten daha irice olanı konuşmaya başladı önce,

“Merhaba Beyefendi, bendeniz Naim, arkadaşım ise Seyfi.” Dedi ve çok zayıf, ucuz bir kadife ceket giyen köylü çocuğu görünümlü arkadaşını işaret etti. İkisine doğru başımı merhaba anlamında sallayıp kitabımı yanımdaki boş koltuğa koyup çaprazımda oturan gençlere doğru vücudumu doğrulttum.

“Okumuş olduğunuz kitap ilgimi çekti. Son zamanlarda ben de Lovecraft isimli yazarı oldukça ilginç bulup yazılarında kaybolur oldum” diye konuşmaya devam etti iri olan genç. Bir süre Lovecraft ve tarzını oluşturduğu edebiyattan söz ettik. Naim’in kitaplarımın okurlarından biri olduğunu tahmin edebiliyordum ancak bu konudan bahsetmedim. Zayıf sohbetimizde konu ilerledikçe yolculuk ettiğimiz yerlere geldi. Naim, memleketi Samsuna gittiğinden bahsetti. Bende kendisine bir arkadaşımı ziyaret için Merzifon’un Neyve köyüne gittiğimden bahsedince, Seyfi isimli genç doğruldu. Edebiyat konuşurken suskun duran çocuğun tüm ilgisi ani bir hızla konuşmamıza kaymıştı. Hemen söz aldı.

“Beyefendi, Neyve hakkında çok bir bilginiz yok sanırım?” Sorusuna şaşırdım, ilgimi trenin gidişinden çok daha hızlı şekilde kaybettiğim bu sohbet, sorulan soru ile tekrar ilgimi çekmişti.

“Hayır, bir bilgim yok. Amacım da tam olarak bu. Hakkında ilginç bilgiler aldığım bu yeri ziyaret edip bilgilenmek.” Seyfi’nin gözlerine dikkatlice baktım. Gözlerinde sebebi bilinmez bir korku var gibiydi.

“Beyefendi, ben Merzifon’da yaşamaktayım. Ankara’da öğrenimime tatil verilince evime dönmekteyim. Bizim oralarda kimse o köyü ağzına almaz. Oradan gelenle alışveriş yapmaz. Bu yıllardır böyle devam etmektedir. “

“Peki genç arkadaşım, neden bu köye karşı bu kadar kaba davranıyorsunuz?”

“Beyefendi, orası çok uğursuz bir yerdir. Oraya gidip de geri dönen olmadı. Jandarma bile o köye uğramaz. Sizden rica ediyorum. Siz de geri dönün. Orada yaşayan arkadaşınızla da arkadaşlığınızı bitirin. “dedi. Arkadaşı Naim’de bu sözler karşısında şaşırmıştı. Sanırım bu sözleri arkadaşından duymayı beklemiyordu.

“Ben de sana bunun nedenini sormuştum Seyfi.” Dedim. Bu üstü kapalı söylemlerine karşılık.

“Beyefendi, onlar Müslüman değillerdir. Nasıl bir garip tanrıya taptıkları bilinmez. “Bu sözleri duyunca gülümsedim. Gülümsemem karşılığında çekingen tavırlı Seyfi, vücut diliyle kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibiydi.

“İzin verirseniz anlattığın şeylere çok benzer konuları içeren kitabıma dönmek istiyorum genç dostlarım.” Dedim ve önüme dönüp kitabımı elime aldım. Naim, hararetli bir şekilde fısıldayarak Seyfi’yle tartışmaya başladı. İkisine olan ilgimi tümden kaybetmiştim. Ve kitabıma döndüm.

Kitabımı bitirdikten sonra, beni Neyve’ye çağıran okurum Faris’in mektubunu yıpranmış deri çantamdan çıkardım. Tabii ki her hayran mektubunda bana gelen davetleri kabul ediyor değildim. Ama Faris mektubunda bahsettiği şeylerle ilgimi çekmeyi başarmıştı. Yalan söyleme olasılığı çok yüksekti, ama bu alınmaya değer bir riskti benim için. Seyfi’nin söylediklerinden sonra ise Faris’in yazılarına inancım daha da artmıştı. Faris’in mektuplarından en ilgi çekici olanını elime aldım Ve tekrar okumaya başladım.

“Çok Değerli Enver Bey,

Bu size yazdığım dokuzuncu mektup. Hiçbir mektubuma cevap vermediğiniz için tekrar kendimi tanıtmak istiyorum. Ben Faris, Merzifon’a bağlı Neyve köyünde yaşayan bir gencim. Farz ettiğiniz üzere romanlarınızın büyük bir hayranıyım. Karanlık ve fantezi tarafı kuvvetli yazımınız bana kendi öykülerimde ilham olmaktadır. Diğer mektuplarımda size bu konudan çokça bahsedip kendi yazdığım öyküleri de göndermiştim. Henüz sizden bir geri dönüş almayı başaramasam da sizin yorumlarınız benim için oldukça kıymetli. Ancak bu sefer size bahsetmek isteğim konu çok daha farklı.

Size, yaşadığım yerden bahsetmek istiyorum. Nevye, küçük, yirmi haneyi geçmeyen bir köy. Köy dedim ama aslında Amerikan yazımlarından fırlama lanetli bir kasaba gibi. Merzifon’da veya Amasya’da köyümüz hakkında pek bilgi bulamazsınız. Çünkü yıllar önce bizi dışlamayı seçmişler. Köyümüzden alışveriş yapmayı veya köyümüzden bir genç ile evlenmeyi istemezler. Bunun sebebi ise anlamakta zorlandıkları, basit insanları korkutan bazı ritüellerimiz. Evet, köy ahalimiz uzun yıllardır dış dünyada Pagan olarak nitelendirilen bir inanışa sahip. Tabii ki Pagan kelimesi aslında çok büyük bir alanı kaplıyor. Ben ise bu konunun derinlerine inip size köyümüz hakkında herhangi bir kitapta bulamayacağınız çok değerli bilgiler vermek istiyorum.

Köyümüzün asıl hikâyesi Birinci Cihan Harbi sırasında Merzifon’un işgaline dayanıyor. İngiliz birlikleri, topraklarımız işgal ettiği sırada, bir İngiliz askeri köyümüzden bir kız aşık oluyor. Yılanlı halkı – Evet, o dönemde köyümüzün adı farklıymış.- açlıktan kırılırken bu asker, bize uzak topraklardan gelen bazı adetlerini öğretmiş. Aşık olduğu kızın açlık ve zulüm görmesine gönlü razı gelmemiş. Şehre gidip gelmelerim sırasında yıllar boyu bu konuyu araştırdım. Sonunda bu adetlerin Kelt Halkına ait olduğunu öğrendim. Bizim Yağmurcu ismini verdiğimiz varlığa ise Kelt’ler Lug diyorlarmış. Eski dünya için belki de çok şey anlatan bir isim. Şimdi ise çok ufak bir topluluğun tanrısı oluvermiş.

Mektubumu konunun en heyecanlı yerinde kesip hızlıca sonuca vardığımın ve verdiğim bu bilgilerin sizin için yeterince açıklayıcı olmadığının farkındayım. Mektup üzerinde ekinoks dönemlerinde yaptığımız ritüelleri anlatmaya benim kalemimin gücü yetmiyor. Bu yüzden sizi buraya çağırmak istiyorum. Gözlerinizle görün sonra da kaleminize dökün istiyorum Ender Bey.

Umarım bu mektubumla ilginizi çekmeyi başarırım.

Saygılarımla.”

Mektubu katlayıp çantama geri koydum. Faris, gerçekten de ilgimi çekmeyi başarmıştı. Yıllardır yazamadığım yeni romanım için uzun zaman sonra ilk defa heyecan duymaya başlamıştım. Bu heyecanla birlikte uykuya daldım. Uyandığımda tren Hacıbayram Garında durmuştu. Gözlerimi ovuşturup eşyalarımı topladım. Trenden indiğimde serin hava bir hayaletin dokunuşu gibi yüzümü okşadı. Bu ayılmam için yeterliydi. Etrafıma bakındıktan sonra bana koşarak gelen genç bir adam gördüm. Faris, beni egomu şişiren müthiş bir mutlulukla karşıladı. Hemen çantamı elimden aldı.

“Hoş geldiniz Enver Bey, beni çok mutlu ettiniz. Lütfen gelin.” Dedi ve beni at arabasına götürdü. Faris, yol boyunca kendi yazıları hakkında konuşmaya başladı. Ona istediği cevabı veremezdim, çünkü yazılarını yalnızca birkaç cümle okumaya katlanabilmiştim. Açık hava, hiç susmayan Faris’e ve atlardan gelen pis kokuya zorda olsa katlanmamı sağlıyordu. Ve tabii ki balçık bir canavar gibi sürekli büyüyen merak duygum vardı. Faris’e sorular sormak istemiyordum. Hatta Faris’in bana sağladığı aracılık görevinin bitmesini dört gözle bekliyordum.

Deri davullardan gelen ritmik ses kulağıma geldiğinde yolun bitmek üzere olduğunu anladım. Taşlı karanlık yol üzerinde ilerledikçe yakılmış devasa ateşin aydınlığını görmeye başladım.

“Gelmek üzeriyiz Ender Bey.” Dedi Faris. Sonunda ağzından umursayacağım bir cümle duymuştum.

Yolun sonuna geldiğimizde, gördüğüm manzara karşısında büyülenmiştim. Dev bir ateşin etrafında, bazısı beyazlar içerisinde, bazı çırılçıplak kadınlar dans ediyordu. Bu sahneyi görünce aklıma Edward Poynter’in “Fırtına Perilerinin Mağarası” eseri geldi. Gördüğüm pagan ayinindeki kadınlar bana tablodaki perileri anımsattı. Gözlerimi çıplaklıktan alamıyordum. Dehşet verici bir güzellikti bu. Faris, yanımda konuşmaya devam ediyordu ama söylediklerini asla dinlemiyordum. Gözlerim etrafı daha da inceledi. Ateş çemberinin çevresinde yüzlerinde garip maskeler olan adamlar duruyordu. Yine bazısı bembeyaz giyinmiş bazısı çıplaktı. Anadolu’nun bir köşesinde asla böyle bir manzara görmeyi beklemiyordum. Büyülenmiş gözlerim biraz olsun gerçek dünyaya dönmeye başladığında bir buğday tarlasının ortasında olduğumuzu gördüm. Tarlanın ortası yine çember şeklinde ekilmemiş boş bırakılmıştı.

Ve aniden deri davulların sesi ve dans aynı anda kesildi. Yerde oturan erkekler ayağa kalktı. Hep bir ağızdan ulumaya benzer sesler çıkarmaya başladılar. Faris’de yanımda kıyafetlerini çıkarmış deri benzeri bir maskeyi yüzüne geçirmişti. Kolumdan nazikçe yanıma yanaştı.

“Ne düşünüyorsunuz Enver Bey?” dedi.

“İnanılmaz!” diyebildim sadece. Faris konuşmaya devam etti.

“Size gönderdiğim, “Karanlık Dağlar” isimli öyküde buna benzer bir sahne anlatmıştım hatırlarsınız.” Gözlerim yine çemberde yaşananlardaydı. Ulumalar kesik kesik bir hal aldı. Ve siyah cüppeli üç kişi meydana geldi. Cüppeleri katman katmandı ve yüzleri görünmüyordu.

“Hatta bir diğer öykümde de böyle bir ayinde kaçırılan kızlar vardı. “Faris, durmadan konuşmaya devam ediyordu. Sonra yine beyazlar içinde 16-17 yaşlarında bir kız ateşin başına geldi. Elinde buğdaylardan bir buket vardı. Siyah cüppeli, şaman hatta daha Avrupai tabirle druidlerden birine verdi. Şaman, buğday demetini aldı. Cüppesinin içinde bir bıçak çıkardı.

“Tam olarak benim hikâyemdeki gibi gördünüz mü? “dedi Faris artık sabrım taşmıştı. Bir sinek gibi huzurumu kaçırıyordu.

“Sus artık!” diye bağırdım. “Öykülerinde, sende umurumda değilsin. Rahat bırak artık beni!” İçinde bulunduğum heyecanla sesimin tonunu ayarlamayı başaramamıştım. Tüm ahali kafasını bana döndürmüştü. İçimi kapkaranlık bir ürperti kapladı. Neyse ki Şaman, öncekilere benzer bir sesi çıkardı ve herkes tekrar ayine geri döndü. Bundan cesaret aldım. Daha yakından görmek istiyordum olanları.

Şaman, elindeki bıçakla kızın beyaz elbisesini birkaç hamlede kesip onu da çırılçıplak bıraktı. Sonra kız dizleri üzerine çöktü. Ateşin dalgaları kızın vücudunda dans eden kızıl gölgeler yaratıyordu. Ve Şaman, hiç duymadığım bir dilde birkaç söz bağırıp kızın boğazını kesti. Davullar yeniden çalmaya başladı. Kızın nabzı yok oldukça davulların gürültüsü arttı. Üç erkek hızla gidip yüzü havaya bakar bir şekilde kızı kaldırdılar. Kanlar zarif vücudundan onu kaldıran kaba ellere akıyordu. Kızı bir süre havada tutup ateşe attılar. İnanılmaz bir heyecan yaşıyor, haz duyuyordum. İstemsiz bir kahkaha çıktı içimden. Davullar tekrar sustu.

Bu sefer de sakince bir genç erkek yürüyerek diğer bir şamanın yanına geldi. Kurban edilen genç kızdan çok daha gençti hatta çocuk denilebilecek bir yaştaydı bu. Kıza yapılanların aynısı bu genç erkeğe de yapıldı. Bir kurban daha verilmişti. Sıra üçüncü kurbandaydı.

Son kalan Şaman, ortaya çıktı. Yine anlamadığım bazı şeyler söyledi. Ve çevreden çığlıklar atan birkaç kişi getirdiler. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Çemberdeki kişilere hiç benzemeyen, köylü gibi görünen beş kişi vardı. Üç genç kadın ve iki genç erkek. Bazıları kaçmak için çırpınıyordu ama faydasızdı. Ayin çemberi giderek daralmıştı, ortaya atılanlara kaçacak alan bırakmıyorlardı. Bende bu çemberin arasına girdim. Kafamda yaşananları analiz etmeye çalışıyordum. Kendi isteğiyle gelen bakire olduğunu varsaydığım bir kadın ve erkek kurban edilmişti. Şimdi ise istekleri dışında orada bulunan bir kurban gerekiyordu. Bu düşüncemde çok geçmeden haklı çıktım. Çemberin içine bir adet bıçak bırakıldı. Hemen adamlardan biri koşup bıçağı alıp çembere savurmaya başladı. O sırada Şaman, şimdiye kadar ayinde anladığım tek konuşmayı yaptı.

“Bu çemberden sadece biriniz sağ çıkabilirsiniz. Yoksa hepiniz ölürsünüz. Seçim sizin.” Tam da beklediğim gibi gelişiyordu her şey. Asla gözlerimle göreceğimi tahmin etmediğim, fantezilerimi süsleyen her şey gerçek oluyordu. Dehşet bir mutluluk vardı içimde.

Birden tüm dengemi kaybettim. Yere kapaklanmıştım. Birkaç saniyeliğine ne olduğunu anlayamadım. Yerde tozun toprağın içinde kalmıştım. Kararan gözlerim ve acıyan dizimle kendime gelmek için birkaç saniye duraksadım. Çemberin içerisine düşmüştüm. İçeriden çembere bakmak oldukça kaotikti. Ayağa kalktım. Bağıran bir çember halkı ile ağlayıp yardım dilenen çember içi kurbanları arasındaydım. Çembere doğru yürüdüm ama beni sertçe geri ittirdiler. Tekrar denedim, sonra tekrar… Kendimi anlatmaya çalışıyordum ama kimse beni dinlemiyordu. Bende diğerleri gibi bağırıp çağırmaya başladım. Korkudan gözlerim doluyor, midem bulanıyordu. Korku ve adrenalin beni sarhoş etmişti.

Sonra Faris’i gördüm. Maskesini sıyırmış yüzünde iğrenç gülümsemeyle bana bakıyordu. İşte o zaman bu işte geri dönüşümün olmadığı kavradım. Sonra gök gürledi ve usul usul yağmur yağmaya başladı.

Burak Gülenç

1992 yılı Uşak doğumluyum. Uludağ Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümü mezunuyum. Uşak’ta Elektrik Mühendisi olarak çalışmaktayım. Matbu olarak yayınlanmamış roman ve öykü denemeleri yazmaktayım. Bir gün unvanımın mühendisten yazara dönmesini umut etmekteyim.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Normalde öykülere bitirdikten sonra yorum yaparım ama bu öyküye okurken anlık düşüncelerimi yazasım geldi.

    Özet

    Beyefendi, orası çok uğursuz bir yerdir. Oraya gidip de geri dönen olmadı.

    Kesin gidecek. Benim bile gidesim geldi. İnat damarı var sanırım içimizde, yapma dendi mi yapacağız illa ki. Bu ok zehirli işte atmayın bu oku. :slight_smile:

    Benim gibi aydın görünüşlü olarak tasvir edilecek çok az insan vardı.

    Takım elbiseli mi yoksa fular ve kemik gözlüklü mü diye düşündüm bir an.

    Faris’de yanımda kıyafetlerini çıkarmış deri benzeri bir maskeyi yüzüne geçirmişti. Kolumdan nazikçe yanıma yanaştı.

    Kesin Enver Bey’i kurban edecekler dım dım dım dım Neyve’yi yedin Enver Bey.

    İşte o zaman bu işte geri dönüşümün olmadığı kavradım.

    Eee ben ne dedim? Korku filmleri izlerken de öyle. Karaktere bağırıyoruz gitme oraya diye, gidiyor. Sen de okuru dinleyeceksin Enver Bey.

    Okuması zevkliydi. Öykünün çözüm kısmı hızlı olmuş, hemen sonuna bağlandı. Geliştirilebilir, üzerinden geçilirse çok daha iyi olabilecek bir öykü. Emeğinize sağlık. Bu arada ben de Uşak doğumluyum ve elektrik-elektronik mühendisliği bölümü mezunuyum. Meslektaşız. :upside_down_face:

  2. Yorumunuz için teşekkür ederim Gizem Hanım. Sonu hakkındaki görüşlerinize ben de katılıyorum. Hikayeyi temaya uyumlu hale getirmekte biraz zorlanmış olabilirim. Böyle bir platformda Uşak’lı insanları görmek benim için ayrıca sevindirici oldu. :slightly_smiling_face:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka Avatar for Burak_G13

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *