Öykü

Sarı Kız

Bölüm 1

Tuhaf bir ürperti. Ayaklarının ucundan başına kadar çıkan, tüylerini diken diken eden. Kalbini sıkıştıran, tuhaf bir mengene. Ne hissettiğini tam olarak bilememek. Ama buna alışkındı. En azından bir süredir.

Düzenli bir bahçe ama oldukça eskimiş, sanki yaşlanmış. Evin yanında upuzun bir çam ağacı. Evin çatısıyla yarışırmış gibi, çoktan evin boyunu aşmış. Çeşit çeşit ağaçlar. Dut, erik, incir; çiçek ağaçları, güller. Tuhaf görünümlü kaktüs topluluğu. Bir sürü. Taş duvarın üstüne dizilmiş.

Hafif adımlarla yürüdü. Nerde olduğundan emin değildi. Ama içindeki o ürperti bir şeyler anımsatıyordu. Sanki başka bir yerde olabilirmiş gibi. Ağır bir karanlık. Doğal olmayan bir hava. Ne sıcak ne soğuk.

Eski bir ev. Boğazı gören cinsten. 2 katlı, beyaz badanalı. Camları gazetelerle kapatılmış. Sarmaşıklar dört bir yanını sarmış. Eski, güzeli yalnız bir ev. Her mimarın, bilemedin müteahhidin saklı hayali.

Kapıdan girdi. Evet burayı tanıyordu. İlk defa buraya gelmemişti, defalarca kez burada bulunmuştu. Alışkın bir biçimde holden, yatak odasına geçti. Büyük, açık kahve gardırop önündeydi. Her şeyi çizgisinden çıkaran yer de burası değil miydi sanki? Sakladığı tuhaf özgürlüğünü yudum yudum içtiği yer. Küçük saklı cennet, kendinden geçiş yeri.

Gardırobun önünde durdu. Ne yaptığını bilmez bir halde, ama vücuduna güvenerek, gardırobu açtı. İçi boştu. Nereye gitmişti özel hazinesi veya ganimeti. Normalde yerinde olması gereken etekler, elbiseler, pantolonlar, külotlar, sutyenler… Acaba başkaları mı almıştı bunları?

Ürperdi. Kalakaldı. Bilmeden boş gözlerle odaya bakmaya çalıştı. Yatak yerindeydi ama içine giresi gelmedi. Normalde içine yatıp kendi kendine zaman geçirmeyi çok severdi. Ayakta kalmayı tercih etti bu sefer. Ayakta kalmak en azından iyi hissettirmişti.

Adım sesleri duydu. Art arda atılan o adımlar. Zeminde yankılanan, topukluların ince ucundan gelen tuhaf bir müzik, bir melodi. Tak, tak, tak. Yakalanacak mıydı? Ne anlatabilirdi ki? Tabi kim tarafından yakalandığı da önemliydi. Ama her yakalanma, her tutsak ediliş, insana kaybettirmez miydi?

O mavi alevli gözleri ile karşısındaydı. Sarı saçları bukleler halinde kafasından dökülüyordu. Yüzü heykel gibi beyazdı. Ama oldukça şekilli. İnce bir burun, kırmızı şeftali yanaklar. İnce kaşlar, ipek titreşimli kirpikler. Beyaz bir elbise. Beyaz, kasvetli ama nedense içini kıpır kıpır eden. Güvercin yuvarlaklığında göğüsleri hafiften kesen, belden kavrayışla yerlere kadar inen. Sert bir surat. Sert, sinirli, rahatsız edilmiş. Bakışları ile sanki seni yok etmek isteyen, buraya ait değilsin diyen.

Ürperti yerini kalbi sıkıştıran, yakıcı bir hisse bıraktı. Karşısında Sarı Kız vardı. Geceyi kıyamet yapan, etrafında tuhaf bir aura bulunan, peri kızı, büyülü, korkunç, ruhani, aşık eden, tutsak eden, cehennem kaçkını. Ama şu da gerçek, bu cehennem bayağı sükseli bir tatil beldesi olurdu.

Kaşlarını kaldırdı Sarı Kız. Suratına nasıl da yakışmıştı. Nasıl da oluyor bir insan, bir zebani iken bu kadar güzel olabiliyordu, hem de kızgınken. “Evimden defol git orospu”. Bir yerden tanıdık gelen bir laf. Ayakta duramadı. Sarı Kız’ın önünde yere düştü. Ağlamaya başladı. Her yer sallanıyordu. Boş gardırop, yatak, yer. Siyah bir şimşek patladı. Odayı doldurdu.

Ağlaması iç çekişlere döndüğünde, gözleri ile onu aradı. Ama karşısında değildi. Tuhaftı.

Yerden kalkmaya çalıştı. Sendeledi. Ayaklarında siyah topuklular vardı. Şaşırdı. İpekten bir çorap giymişti. Beyaz, hoş parfüm kokulu beyaz bir elbise. Sahi ne ara Sarı Kız’ın elbisesini üstüne geçirmişti? Gardırobun aynasında kendini gördü.

Gözlerine inanamadı. Saçları uzamıştı. Kambur sırtı dikleşmişti. Evet o oydu, yani kendisi. Ama istediği biçimde.

Kumral saçları bukleler halinde, hep istediği yuvarlak göğüslerine dökülüyordu. Sahi ne zaman göğüsleri çıkmıştı?

Dudaklarını bordo alacalı bir ruj süslemişti. Güzel bir gülümseme koyuverdi aynadakine. Çok güzeldi. Dudaklarının arasından beyaz dişleri gözüktü.

Bölüm 2

Soğuk terlerle, boğazını yakan bir susuzlukla yatağından bir ok gibi fırlama isteği ile uyandı. Ama nedense yataktan kalkası gelmedi. Biraz tembellik etmek kadar kâbus üstüne iyi gelen ne vardı ki? Sağında kalan üzerinde bir bilgisayar olan masasına göz ucuyla baktı. Kâğıt kalem veya herhangi bir şey, gördüklerini yazmak için iyi gelirdi. Ama yakında gözükmüyorlardı.

Telefonuna baktı. Saat 9:24’tü. Tadı kaçtı. Yine dershaneye gitmemişti. Aklına gece yatmadan alarmı kapattığı geldi. Annesi de onu uyandırmamıştı. Keşke fark etmese diye iç geçirdi.

Bu rüyayı ne olarak ele almalıydı? Bir uyarı mı, telkin mi? Yoksa kozasından çıkan tırtıllık öyküsü mü? Bir kehanet belki de bir uyarı.

Sikeyim dedi. Tanrıya inanmazken, aptal rüyaların anlamına inanmak mantıklı mıydı?

Ama en azından Sarı Kız’ın evine gitmeyi azaltmalıydı. Dershanenin bir önemi zaten yok. Ne olacak ki? Sınava 3 ay kalmışken ki kendi çok da çalışmamışken, imkansızı mı başaracaktı.

Ama bugün, son bir defa oraya gitmek istiyordu. Son bir kez Sarı Kız’ın elbiselerini giymek, aynada kendine bakmak. Sonra etrafı iyice kolaçan ederdi. Kimse anlamadan. Kimse keşfetmeden, yakalamadan. Hem bu, boş boş evde durmaktan, oyun oynamaktan daha güzeldi.

Sahi biz size neden onu anlatmadık? Bakan erkeklerin yüreğini cız ettiren, öldükten sonra pıt diye unutulmayan insanlardan olan. Mütedeyyin hadi olmadı, kurallara uyan bir mahallenin, kural yıkıcısından, put kırıcısından? Annesinin Romanya nine-cadılarından olduğunu da unutmayın. Geceleri incir ağaçlarının dibine çaput bağlayan, beyaz toplar halinde adı anılmazların ayağının ucunda uyuduğu.

Sarı Kız bir efsaneydi. Sarı Kız; kadın, erkek herkesin ötesinde bir yerde, aşık olunacak, tapılacak bir seviyede. Mesela taksiye bindiklerinde Sarı Kız’ın orası derdi insanlar, kendi adreslerini tarif etmeksizin. Çocuklar onun veresiyesine yazılırdı bazen… Bunak, yaşlı hallerini boş verin. Sanki bir kuyruklu yıldızın yere çakılmış çakıl, taş hali gibi bir şeydir o. Peki kuyruklu yıldızlar öyle midir?

Bacaklarını kaşıdı. Permatikle bacak almak iğrençti. Bir bilemedin iki gün mutlu ediyordu, pürüzsüzlük hissi. Ama ne olursa olsun bugün de alacaktı. Sarı Kızın evine, evin inşaat halinde olmasından sebep kurulan, şantiye merdivenlerinden çıkacak, yarı açık pencereden atlayacaktı. Sonra gelsin 60lar, 70lerden kalma elbiseler, etekler, salopetler, yelekler, jüponlar ağır kokulu parfümler ve belki biraz makyaj. Ama en çok göz kalemi. Belki de biraz kurumuş olsa da maskara.

Bölüm 3

Yine gelmişti Feraset hanımın torunu. Neden beni sürekli rahatsız ediyordu? Neden benim kızımdan tek dileğim olan evime 2 yıl dokunulmaması sözüme uymuyordu bu? İbne kılıklı oğlan. Tüm kıyafetlerimi, üç kuruşluk yuva maaşımla aldığım Fransız, Alman, İtalyan elbiselerimi neden kazulet vücuduna geçiriyordu? Allah’ın belası. Küçükken dibimden ayrılmazdı cici anne diye.

Ben faniyata, bu dünyaya sıkıştım. Hadi bunun farkındayım. Kabul etmek zor, ama bir türlü yükselemedim bulutların en üstüne. Ama nasıl çıkacağımı da bilmiyorum. Öldüğüm günden belliydi zaten bazı şeyler. Hiç öyle imamların, hocaların anlattığı gibi olmadı. Ne sorgu ne bir şey.

Mücerret gibi yattığım -geberdiğim demek daha doğru sanki- yerden fırladım. Arşa çıktım. Sanki bir rüya ama değil. Arştan aşağı baktım. İstanbul aşağımda idi. İnsanlar karınca kadar. Oradan buraya giden arabalar, otobüsler, insan sürüleri. Mekteplere yetişmeye çalışan talebeler. Rakı fabrikasından çıkan mavimsi, gümüş dumanlar. Boğaz masmavi, hırçın vapurları ve takaları ile. Sonra benim evim.

Boğaz manzaralı. Bahçesi de fena değildi. Yani faniyken hatırladığım kadar. Yukardan bakmakla aşağıdan bakmak bir değil kabul ederseniz. Biraz dağılmış, eskimiş mi ne? Bakımsız da denilebilir. Bakarsan bağ bakmazsan dağ.

Sonra ölüm döşeğimde kendimi gördüm. Beyaz saçlar, kapanmış gözler, çökmüş ve kurumuş bir beden. Kızım tombul göbeğiyle başımda ağlıyor. Halalarına benzedi zaten iyice. İnşallah kendini daha da salmaz. Ayı damadım hiç üzgün değil. Acaba bu orospu analı ne hinlikler düşünüyor? Başta karşı çıkmıştım ama müteahhit işte. Para demek, huzur demek. Torunlar desen hiçbiri benzemez bizim tarafa. Tıknaz, şişman, zengin piçleri.

Kızım, benim çektiklerimi çekmesin. Yuva anası olarak yaşadım, kraliçe yapacaklardı mesela beni. Hiç bitmezdi ilgileri. Sadece erkeklerin de değil he. Kadını, erkeği koca İstanbul.

Ama ben balkan kızıyım, süs eşyası değil. Arada tapılacak bir tanrıça, metresli kocalı geçmiş bir kadın hiç değil. Veya öyleydim. Kendi ayakları üstünde duran bir Atatürk kızı. Bir femme fatale. Şimdi bırak ayağı, elimi kolumu göremiyorum. Bir şeyler seçiyorum ama, tül gibi, saydam. İçimden bir şeyler geçse şaşırmam.

Yine evimde, yine evimi karıştırıyor. Yine, yine, yine. Genç kız mı, hasta mı? 1964 yılında okuduğum Seksoloji dergisinde bunlar hakkında bir şeyler vardı ama. Cinsel homolar mı? İnterseksüeller mi? Unuttum. Ama ruhi bir sıkıntı bu. Bundan eminim. Keşke anası, babası duymasa.

Sahi başta duyduğum o ses. Yani öldüğümde. Keşke sizde bilseniz. Ama sırmış. Öyle bildirildi bana. Sizin biraz beklemeniz lazım sırrın faş olmasına, benim de galiba musallatlığa.

Ah Ahmet Efendi ah. Ahmetçiğim. Canım sevgilim, erkeğim, doğan güneşim. Sıcak dokunuşlum, bonkörüm, şakacım. Keşke sana o kötü sözleri söylemeseydim, kırmasaydım kalbini. Kavga etmeseydik hiç yere. Güzel briyantinlenmiş saçlarınla, çam kokunla, Ayhan Işık bıyıklarınla gelsen bana. Gülerken kısılan gözlerini görsem, buruşmuş yüz çizgilerini elimle sevsem bir kez daha. Affetsem seni, affetsen beni hiç olmamış gibi.

Ama ne demişler, kınadığını yaşarmış insan. Benim de cezam bu herhâlde. Ya kendimden biliyorum, belki de suçum yok kendim olmaktan başka. Sarı Kız olmaktan başka. Aptal sarışın olmamaktan başka.

Neyse. Biraz daha rüyalara girmem lazım küçük orospular, çocukları korkutmam, beni üzenleri ürpertmem ve belki birkaç genç irisinin aklını almam. Benim de kaderim buymuş.

Baksana şimdi yuvada giydiğim eteği geçirdi üstüne. Bacaklarını mı ne almış bu. Nasıl da bakıyor ama. Tıpkı benim ilk genç kadınlığım gibi. Meraklı, mutlu, kalbi ateş gibi atan cinsten. Keşke bilse gerçek cevabı. Güzelliğin ötesini. Zincir gibi ruha, beden geçen tatsız kuvveti.

Ama yanlış işte. Yanlış. Ya da bilmiyorum.

Su akar yolunu bulur. Korkutmak da yetmemiş demek ki. Ama bir şamar aksetsem şimdi ne güzel olurdu, belki öğrenirdi bazı şeyleri.

Ses yine çağırıyor. Bir yerlerden tuhaf bir melodi geliyor. Bense uçuyorum İstanbul’un göklerinde, güneş ışınlarının yardığı kar gibi beyaz bulutların içinde. Bir orada bir burada. Adalar’a gitsem sanki iyi gelir bana. Ne güzel limonatalar olurdu orada. Ne akşamlar ne sohbetler…

Allaha ısmarladık.

İbrahim Cihan Demirkol