Öykü

Yabancılar ve Satıcılar Giremez

Kaan telefonun ekranındaki fotoğrafa baktı. Artık derme çatma denebilir bir hale gelmiş o güzelim ev yıllardır yediği Karadeniz yağmurları nedeniyle tanınmaz haldeydi. Kapısı, pencereleri şiş hatta yer yer yosunlanmış, bahçesindeki otlar neredeyse adam boyuna erişmişti. İlk bakışta gün ışığı altında Kaan’a çok da tekinsiz görünmemişti. Ama zaten mesele gün kararınca olanlardı. Fotoğraf yıllardır takip ettiği korku ve gizem bloğuna geçen hafta düşmüş ve ilk birkaç gün kimsenin ilgisini çekmemişti. Çok ayrıntısı, hikâyesi eklenmemiş sadece hava kararınca evde bir takım açıklanamaz olayların yaşandığı söylenmişti. Olayların bile ayrıntısı verilmemişti. Biri mi ölmüştü, evde musallatlar mı vardı hiç kimse bir şey dememişti. Dün akşama kadar bu sadece gündüz çekilmiş eski bir evin fotoğrafıydı. Bugün ise tüm haber sitelerinde bu evin fotoğrafı yayılmıştı. “Perili eve giren gençler kayboldu”, “giren geri gelmiyor” ve “gençler nerede” gibi olabildiğince tıklanma sayılarını arttıracak akılda kalıcı olduğuna inanılmış başlıklarla haberler yapılmıştı. Evin açık adresi belirtilmese de Trabzon’un bir köyü olduğu ifade edilmiş, bir noktada haber metinleri öyle bir yazılmıştı ki neredeyse eve tüm Türkiye davet edilmişti. Haberin internete düşmesinin ardından milyonlara ulaşılmış, saatler öğlene yaklaşırken kullanılan tüm sosyal medya uygulamalarında kaybolan gençlere dair yorumlar paylaşılmış hatta belki de saatler akşam üstü beşi bulmadan kaybolan gençlerin aileleri çocukları için televizyon kanalları ile anlaşmalarını bile imzalamıştı.

Kaan’ı ve çocukluk arkadaşı Zeynep’i bu eve sürükleyen ise kaybolan gençlerden birinin Zeynep’in üniversiteden arkadaşı olmasıydı. Zeynep sabah haberlerinden önce saat sabahın 4’ünü gösterirken Discord’a gelmiş ve Mehmet’ten haber alamadığını bu yüzden Trabzon’a gideceğini söylemişti. Kaan uykunun bastırmış olmasıyla bir an için duyduklarını rüya sanmıştı. Ama mikrofonun öteki tarafındaki genç kadın tüm ciddiyeti ile adını seslendiğine aklına sadece “Tek gitme, ben de geleyim” demek gelmişti. Evleri neyse ki birbirine çok yakındı. Şimdi Trabzon uçağının tüm biletleri dolmuş olduğu için en fazla bir hafta diyerek Kaan’ın babasıyla ortak kullandıkları otomobille yollara düşmüşlerdi. Kaan tüm uykusuzluğuna rağmen blogdaki güncel gönderileri inceliyor, Mehmet ve öğretmen arkadaşı Sefa‘dan başka bir haber var mı ya da eve ilişkin bir güncelleme girilmiş mi bunları kontrol ediyordu. Direksiyonda Zeynep vardı. Girilen gönderilerin hiçbiri haber sitelerindekinden farklı bir şeyler söylemiyordu. Blogdaki birkaç kişi “dikensizkaktus”, “koprudenoncesoncikis” ve “beaware22” bu evin 1990’lardan beri hatta belki daha öncesinden beri insanların kaybolduğu ve bulunduğu yerdeki kimselerce tekinsiz kabul edildiğine dair birkaç habere ulaşmıştı. Bunları kanıtlarıyla paylaştıklarından Kaan da ciddiye almış, 90’larda kaybolan 3 gencin hikâyesini incelemiş, gençlerin kayboluş tarihi içini bir huzursuzluğun kaplamasına sebep olmuştu. 13 Ocak gecesi kaybolmuşlardı, bugün tarih 14 Ocak 2024’tü. Bu tamamen bir rastlantı olabilirdi pek tabii, ama Kaan bunun böyle olmadığını iliklerine kadar hissediyordu. Ensesindeki tüyler diken diken olmuş Zeynep’in kullandığı direksiyona atlayıp yarıladıkları yolu gerisin geri dönmek istiyordu. Ama bunu teklif dahi edemezdi.

Mehmet Zeynep’in anlattığı kadarıyla üniversitedeyken onun takıldığı çocuklardan biri idi. Ama sonrasında ne olmuş nasıl olmuşsa Zeynep Mehmet’e âşık olmuştu. Basit bir flörtten yıllardır atlatamadığı imkânsız bir aşk hikâyesi olmuştu Mehmet Zeynep için. Mehmet annesi ve babasını çocuk yaşta trafik kazasında kaybetmiş, babaannesinden başka kimsesi olmayan biri idi. Üniversitede ilköğretim matematik öğretmenliği okumaya başlamış ve Zeynep’le de üniversitenin kantininde daha ilk sene Türk Dili sınavı sonrası tanışmışlardı. Hem birbirleriyle alttan alta flörtleşip hem de arkadaş olarak iki sene geçirmişlerdi. Sonra bir yılbaşı akşamı alkolün de verdiği cesaretle arkadaşlıklarını sevgili de olamadıkları iki arada bir derede bir “takılmacaya” dönüştürmüşlerdi. İlk başlarda her şey sorunsuz gitse de zamanla Zeynep Mehmet’le takılmaktan fazlasını isteyince Mehmet geri adım atmış, son yılın yoğunluğu, KPSS, atanmak derken Zeynep’i kendisinden uzaklaştırmış. Ancak Zeynep’in sarı inadı çocukluğundan gelirdi. Arkadaşlığını sürdürmek için çok direnmiş. Her ne kadar son iki yıldır hiç yüz yüze görüşmemiş olsalar da Mehmet’i atandığı Trabzon’un o küçük köyünde bile bırakmamıştı. Onları sabahın 6’sında Trabzon yoluna düşüren de Zeynep’in bu sarı inadıydı işte. Kaan tüm bu düşüncelere dalmışken Zeynep’in sesi ile gerçekliğe dönmüştü. “Biraz mola verelim mi? Acıkıyor gibiyim…”. “Olur” demeye bile takati yoktu, yalnızca başıyla onaylayabilmişti.

Yol yer yer karlı ve soğuk geçmişti. Ancak moladan sonra Kaan da kendisini daha dinç hissetmiş ve direksiyona geçtiği saatlerin nasıl aktığını anlamamıştı. Zeynep Mehmet’in oturduğu evin adresini biliyordu. Bu kayboldukları ev Mehmet’in evine yakın mı bilgisi yoktu. Kaan bu hiç bilmediği şehirde, hiç bilmediği bir evi nasıl bulacaklarını hiç bilmiyordu. 15 Ocağın ilk saatlerini yaşarken Mehmet’in evine varmışlardı. Yolun ve uykusuzluğun yorgunluğu ile taşın üstünde bile uyuyabilirdi. Mehmet’in evi 2 oda 1 sofa küçük bir evdi. Mehmet evinin yedek anahtarını ne olur ne olmaz diye bahçedeki içi toprak dolu çiçeksiz saksısının altında tuttuğunu bir gün kapıda kalıp bu küçük köye çilingir gelmesi için 5 saat bekledikten sonra Zeynep’e anlattığından eve nasıl girecekleri derdini de yaşamadan atlatmışlardı. Kaan tüm o yorgunluğuna rağmen Zeynep istese şimdi İstanbul’a geri dönecek hali kendinde bulurdu. Eve girdikleri anda halinin değiştiğini görmüştü. Bir anda o inatçı tuttuğunu koparmadan bırakmayan genç kadın en sevdiği oyuncağını kaybetmiş bir küçük çocuk kadar çaresiz gözlerle ona bakıyordu. Sanki onu teselli edecek cümlelerin tümünün her bir kelimesi bir daha asla o cümleler kurulamasın diye lügatinden zorla silinmişti. Sadece “Dinlenelim, gündüz gözüyle aramaya başlarız.” diyebilmişti. Zeynep yola çıkarken sadece eve varmayı düşünmüş, geri kalan hiçbir noktayı düşünmemişti. Şimdi eve varmışken içi boşalmış ceviz kabuğu gibi anlamsızca kalakalmıştı. Dinlenirse ne değişirdi hiç bilmiyordu. Ama düşünecek takati yoktu. Sabah ola hayır olaydı ya da artık ne olacaksa olsundu…

Sabah uyandıklarında evden çıkar çıkmaz Mehmet’in komşuları olduğunu düşündükleri bir grupla karşılaştılar. Köyde kaç kişi var bilmeseler de sanki köyün yarısı kapıda bitmiş kadar bir kalabalık toplanmıştı. Evden çıkanın Mehmet değil de tanımadıkları bu yüzler olduğunu görünce 50’lilerinde bir adam önlerine dikilip onları sorgulamaya başlamıştı. Zeynep o an için sahip olduğu tüm tahammülünü toplayıp adamın tüm sorularına yanıt vermiş hatta yer yer fazlasını bile açıklamıştı. Adam belli ki köyün güvendiği muhtarı falan gibi biriydi. Adı Hamdi olan bu adam evin köyün dışına doğru diğer tüm evlerden uzak daha dağın tepelerine doğru bir tarafında olduğunu anlatmıştı. Bir yere kadar araba ile gitseler de bir noktada arabayı bırakmaları gerekecekti. Bir de tek kaybolanların Mehmet ve Sefa olmadığını söylemişti Hamdi Amca. Meğer Mehmet ve Sefa öğrencileri iki çocuğun köyün büyüklerince çocuk yaşlı yetişkin fark etmeksizin yasaklanmış evine muzırlık etmek için gitmesi ve hava kararınca dönmemesi üzerine çocukları aramaya gitmişler, ancak çocuklardan da onlardan da bir daha haber alınamamıştı. Hamdi Amcaya evi aramaya kimlerin girdiğini sorduğunda Zeynep’in sorusu yanıtsız kalmıştı. Tüm köy ev eski çöktü çökecek diye ya da inandıkları “cinli ev” hikâyesi yüzünden evin içine girip bakmaya cesaret edememişti. Jandarma bile son gören herkesle konuşup evin içini aramak için Trabzon’dan ekip gönderilmesini beklemeye karar vermişti. En azından Hamdi Amca evin yoluna kadar onlarla gelecekti. Hamdi Amca arabayla daha fazla gidemeyeceklerini söylediği anda Kaan’dan arabayı durdurmasını istemiş, patikayı takip ederlerse eve ulaşacaklarını ekleyip gerisin geriye neredeyse koşar adım kaçmaya başlamıştı. 20-25 dakika sonra patika onları Kaan’ın fotoğrafını görmüş olduğu eve ulaştırmıştı. Ev büyükçe görünüyordu. Ama bahçesinin büyüklüğünden küçük gibi kalmıştı. Belli ki bu bahçe arkaya doğru da uzanıyordu. Evin etrafı kerestelerin arasından geçirilmiş, ama otlardan ve yılların bakımsızlığından yer yer delikleri olan bir tel örgüyle çevrelenmiş gibi görünüyordu. Patikanın tam bittiği yerde ise iki kereste arasına üstünden atlansa atlanılır bir kapı menteşelenmişti. Kapının üstüne sanki çok bir kimsenin buraya gelesi var gibi “Yabancılar ve Satıcılar Giremez” yazılmış, ancak okunması artık çok güç olmuş bu yazı Kaan’ın kapıyı açıp girmeden önce boşluğa doğru seslenmesine sebep olmuştu. “Kimse var mı? Ben Kaan, Zeynep’le birlikte Mehmet ve Sefa’yı bir de Yaman ile Rüzgâr’ı arıyoruz!” Zeynep Kaan’ın bu herkesin ismini saydığı yaklaşımına şaşkın gözlerle bakmış ama bir şey dememişti. Kaan ise bunu neden yaptığını sorsalar kesinlikle dillendirip anlatamazdı. Sanki Kaan’ın yaptığı aklına yatmış gibi Zeynep de “Merhaba, kimse var mı? Zeynep ben de! Arkadaşlarımızı aramaya geldik!” Tam davet edilmeden içeri girecekken bir anda o izbe evin içinden yaşlıca bir teyze çıkmıştı. “Hoş geldiniz yavrum! Buyurun buyurun…” Ağzında dişleri olmayan bu yaşlı kadın güleç bir ifade ile onlara neredeyse koşar adım gelip kapıyı açmıştı. Tedirgin adımlarla içeri adım attı Kaan. Zeynep de hemen arkasından girdi içeri. Kapı demeye bin şahit gereken tahta parçasını Zeynep eski durduğu yerine ittirdi.

Bahçedeki adam boyu görünen otlar ve evin tekinsizliği bu güleç yaşlı kadına rağmen geçmiyordu. Evin kendi kapısı da yağmurlardan şişmişti. Yaşlı kadın onları içeri buyur ettiğinde evin içinin de dışı gibi eskilikten yıkılmak üzere olduğunu gördü. Kadının başındaki alacalı yazması ve kamburu yüzünün görülmesini güçleştiriyordu. Kaan ve Zeynep buyur edildikleri sofraya oturdular. Masa sanki ellerini koysalar dağılacak gibiydi. Yaşlı kadın masada bulunan diğer sandalyelerden birine geçmemiş mutfak olduğunu düşündükleri bir yere yönelmişti. Kaan yaşlı kadının dikkatini çekmek için ona doğru seslendi “Teyze, biz arkadaşlarımızla iki çocuk arıyoruz. İki gece önce bu taraflara gelmişler gördün mü?” Yaşlı kadın Kaan’ın söylediklerini anlamamış olacak ki elinde iki bardak koyu çayla geri dönmüştü. “İçin sıcak sıcak içiniz ısınır. Havalar iyice soğudu.” Kadını kırmamak için çaylarını içerken Kaan sorusunu tekrarladı. “Teyzeciğim, biz seni yormak istemeyiz. Ama arkadaşlarımız bu taraflarda kayboldu. Hem de iki küçük çocukla birlikte. Gördün, duydun mu hiç? İki akşam önce gelmişler buraya…” “Yok evladım, burada bir ben bir de gelin kızım otururuz. Ne gelen gördük ne giden. Çocuklar muzırlık için geldilerse de hiç haberim olmadı. Serender tarafından ormana çıkmışlardır belki…” “Teyzem, senin şu gelininle de konuşsak belki o görmüş duymuştur?” “Hatçiiik! Tabağını da al gel kızım, Kaan oğlumla Zeynep kızım arkadaşlarını arıyorlarmış.” Mutfak olduğunu düşündükleri odadan kara yazması sıkıca başına bağlı, siyahtan başka renk giymemiş, yüzü kireç beyazı gözlerinin çukurları ve dudakları kapkara görünen bir kadın çıkıvermişti. Kadın o eski evde öyle sessiz yürüyordu ki sanki yere basmıyor da uçuyordu mübarek! Uçar adımlarla sofranın kalan son sandalyesinde Kaan’ın tam karşısında oturmuştu. Otuzlarında olduğunu düşündüğünden yüzüne bakmaya çekinir halde Kaan başını önüne eğmişti. Ama adı gibi emindi Hatçik’in onun bu başını önüne eğmiş haliyle eğlendiğinden. Neyse ki bu işkenceden Zeynep lafa girip onu kurtarmıştı. “Kusura bakmayın, yemeğinizi de böldük.” O sırada Zeynep masaya tabağın gelmesiyle odaya dolan kötü kokuyu fark etmişti. Sanki bozuk et gibi kokuyordu. Ama yutkunup lafına devam etti. “Arkadaşlarımız Mehmet ve Sefa kayboldular. İkisi de öğretmenler bu köyde. İki çocuk da kayboldu yanlarında öğrencileri. Mehmet ve Sefa onları aramaya gelmişler. Çocukların isimleri de Yaman ve Rüzgâr. Bunlar fotoğrafları…” deyip telefonunun ekranını Hatçik’e doğru çevirdi. Öylece bakıp, görmediğini ifade eder şekilde kafasını salladı kadın. “Teşekkür ederiz. Biz kalkalım o zaman, şu serender dediğiniz taraftan ormana doğru yürüyelim belki bir iz buluruz.” “Çaylarınızı için kalkarsınız evladım. Ama geç de oldu… Gece ormanda ayı bile çıkabilir karşınıza…”

Yaşlı kadının geç oldu demesiyle Zeynep ve Kaan şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Bu eve geldiklerinde saat sabah 10 bile yoktu. Zeynep inanmaz halde telefonuna uzandı. Yaşlı kadın haklıydı, saat akşam 9 olmuştu… Ama nasıl? Sadece bir çay içmişlerdi. Zeynep başının döndüğünü hissetti. Kaan’ın rengi atmıştı. Korkulu gözlerle birbirlerine baktılar. Kalkmaları gerekiyordu artık. Ama sanki Zeynep’le birbirlerine dönüp kalkalım deseler ev başlarına çökecekmiş gibi korkuyorlardı.

O sırada Hatçik’in kaşığını ağzına götürüşüne takıldı Kaan’ın gözü. Kaşık sanki ipe bağlı hareket ediyordu. Kadının elleri hiç hareket etmiyordu. Bir çeşit sihirbazlık numarası gibi… Ama kaşığı taşıyan tabağa daldıran bir şey vardı. Küçük bir adam, birisi vardı kaşığı taşıyan! Kaan gözlerini parmak adamdan ayırmadan Zeynep’in kolunu çekiştirdi. “Ka… ka… kaşık… kaşığa bak…” Zeynep Kaan’ın fal taşı gibi açılmış gözlerinin odaklandığı yere baktı. Parmak boyutunda bir adam Hatçik’in ağzına yemekleri taşıyordu… “Mehmet?” Kaan Zeynep’in ağzından çıkan ismi zar zor duymuş. Sandalyesinden düşmeden tutmak için aniden gelen bir kuvvetle atılmıştı. Zeynep’i tutar tutmaz Kaan yaşlı kadın ve Hatçik’e döndü… Hatçik’in kapkara ağzı açılmış içi de dışı gibi kara bir deliğe benziyordu. Sanki kapana yakalanmış bir kuşun çığlıkları gibi bir çığlık yükseldi o kara delikten. Yaşlı kadının insan kahkahası demeye bin şahit ister kahkahası Hatçik’in çığlığına karışıyordu. Sesleri dalga dalga Kaan ve Zeynep’i boğacak gibi üstlerine yaklaşıyordu. Kaan bu yüksek seslere dayanamayıp gözlerini yumdu ve kulaklarını Zeynep’i kucağından düşürmemeye gayret ederek elleriyle kapadı…

Kaan gözlerini açtığında yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Otların üstünde yatıyordu. Aklı içindeki sis perdesini aralamaya çalışırken yanındaki kadını hatırladı. Zeynep! Zeynep neredeydi? Hızla otların üstünden kalkınca yanında uzanan kadını gördü. “Zeynep! Zeynep iyi misin? Gözünü aç nolursun! İyi misin?” kollarının arasında tepkisiz uzanan kadının sarsıp uyandırmak için kuş gibi çırpınıyordu Kaan. Zeynep’in gözleri yavaş yavaş açıldı, bembeyaz yüzü yavaş yavaş renkleniyordu. Otluktan kalkıp nerede olduklarına baktılar. O izbe evin bahçesinin kapısının önündeydiler yine ama hava kararmış evde ışık görünmüyordu. Sanki saatlerce otların üstünde yatıp yağmur altında kalmışlar gibi sırılsıklamlardı. Hiçbir şey konuşmadan gerisin geri arabaya koştular. Hiç konuşmadan Mehmet’in evine uğramadan, mola bile vermeden İstanbul’a döndüler.

Zeynep’in evine varınca sırayla sıcak suyun altına attılar kendilerini. Uzunca bir süre hiç konuşmadan kendi içlerinde olanları düşündüler. Sonra Zeynep sanki eli yanmış gibi telefonu elinden attı. Telefonundaki tarih 20 Ocak 2024 saat 05.34’ü gösteriyordu. Saatleri değil günleri yitirmişlerdi. Kaan inanmaz halde kendi telefonunu çıkardı. Gerçekten de 20 Ocak’tı. Telefonlarına gelen aramalara, bildirimlere mesajlara dönmeye başladılar. Ancak ikisi de günlerdir nerede olduklarını bilmezken nasıl anlatacaklarını bilmiyorlardı. Akıllarına gelen tek açıklama telefonlarının çekmediği açıklamasıydı. O günün sabah haberlerinde Sefa ve kaybolan iki küçük çocuk Yaman ve Rüzgâr’ın bedenlerinden kalanlara ormanda ulaşıldığı haberi dönüyordu. Ayı saldırısı denmişti. Mehmet’in bedeni ise hâlâ kayıptı. Aramaya devam edilecekti ama öldüğü düşünülüyordu. Kaan ve Zeynep saldıranın ayı olmadığını ve Mehmet’in halen Hatçik’i kaşık kaşık ne beslediğini biliyordu.

Zeynep Ece Tezel Ertaç

1993'te İstanbul'da dünyaya gelmiş olan yazar Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik alanında lisans ve yüksek lisansını tamamlamıştır. Doktora yolculuğuna devam etmektedir. Ancak akademideki araştırma görevliliği işinden ayrılıp doğup büyüdüğü şehri de terk ederek hem hayatına yeni amaçlar katmak hem de hayatının anlamıyla olmak için Ankara'ya taşınmıştır. Bu yeni yolculukta kendisine 1 köpek ve 3 kedi de eşlik etmektedir. Hikayecilik de tam bu yeni amaçların arayışında geçmişten gelen bir tutku olarak can bulmuştur.