Öykü

Küpe Bağları

Yokluk ve yoksulluk hala devam ediyordu. Bu koyu gri bulutlar uzun yıllar üzerlerinde bulunacak gibiydi. Zafer kazanılmış düşman yurttan kovulmuştu. Ama yenilmesi gereken açlık, yoksulluk, hastalık, cehalet gibi düşmanlar önlerindeydi. Üstelik yıllardır semirdikleri için onların alt edilmesi çok daha zor olacaktı. Mavi gökyüzünün kendilerine güldüğünü görebilmeleri için yıllar geçmesi gerekecekti.

Ev kocaman ama yıkık bir bağın ortasındaydı. Belki önceden verimli ve bakımlı bir bağ olabilirdi içinde bulundukları yer. Şimdi yıllarca süren savaşların ardından sararmış yaprakları, kurumuş dallarıyla gecenin karanlığında bile belli olan bir bakımsızlık vardı. Metrelerce ilerideki konağında öyle ahım şahım bir görüntüsü yoktu. Önünde sahiplerine güzel günler geçirttiği hala belli olan teras yıkıntı halindeyken bile ihtişamlı duruyordu. Beş mermer basamakla çıkılıyordu binaya. Yer yer çatlasa hatta kırılsa da sağını solunu otlar bürüse de basamaklar geçmişin görkemini yaşatıyordu sanki. Ama içeri girdiklerinde durumun sandıkları kadar vahim olmadığını göreceklerdi. Üç adam hava karadıktan sonra arazinin köşesinde bir araya gelmişlerdi.

“Ağabey” dedi insanlarımız yatacak yer bulamıyor sağlam ev yok. Olanlarda da kaç hane iç içe kalıyor” diğeri lafın nereye geleceğini biliyordu ama ses çıkarmadan dinledi

“Eeee” dedi cesaret vermek için. Üstelik her yer yangın yeri, namussuzlar kaçarken ne var ne yoksa yakmışlardı. Ne hayvan ne insan ne bina bırakmamışlardı geriye. Özellikle İzmir’de.

“Eee si bu bina bizlerin işine yarar. Baksana burada bir bölük barınır”

“Kimler oturuyordu burada” dedi grubun elebaşı sayılabilecek adam. Üzerlerinde günlerdir çıkarmadıkları askeri kıyafetler vardı. “Bilmiyorum onbaşım” dedi diğeri. “Bir söylentiye göre cinler periler doluşmuş bu binaya.” Onbaşının yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.

“Neden gündüz gelmedik” dedi gölgeler içerisinde bekleyen gençlerden biri. “Eğer söyledikleri gibi buralarda cinler periler varsa gündüz gözüyle kendilerini bize gösterirler mi sanıyorsun” dedi öndeki adam. “Hem böylece kimsenin gözüne de batmayız” dedi sözlerine devamla. Haklı olduğu yönler vardı ama ya söylentiler gerçekse ve sabah burada bu koca evde cesetlerini bulurlarsa. “Ne kadar karamsarsın” dedi gurubun lideri konumundaki Aziz.

“Ama haklı olduğumu da söyle onbaşım” dedi. Selim, onbaşının hemşerisi sayılırdı. Biri Erzincanlı diğeri Kelkitliydi. Uzun yıllar süren savaşlardan sonra buraya kurtuluşun sembolü olan kente girmişlerdi. Hem Aziz hem de Selim İzmir’e ilk giren birlikler arasındaydı. Tamam en önde değillerdi ama gün bitmeden İzmir’in sahiline kordonuna inmişlerdi. Ve bu yaklaşık bir hafta önceydi.

Aziz, kısa boylu ama sağlam yapılı bir Anadolu genciydi. Girginliğiyle ve işleri halletmesi sorunları çözmesiyle kendini sevdiren bir gençti. Daha büyük taarruz başlamadan önce memleketinden çıkıp gelmişti. Yaşı genç olmasına rağmen yaşadıkları, gördükleri kendilerini olgunlaştırmıştı. Aziz, köyünden bu yana uzun bir yol kat etmiş ve o yol boyunda galiba Alaca yakınlarında akranı Selimi görmüş tanımıştı. Önce Ankara’ya gelmişler oradan kendilerine gösterilen birliğe teslim olmuşlardı. Yüzbaşı Murat benzerleri yani aynı yaş gurubunda çok asker olmasına rağmen Aziz’i sevmiş yanına almıştı. İşte o Yüzbaşı Murat şimdi kendisini buraya bu köşke göndermişti.

Kentten kaçan Rumlar giderayak verebilecekleri zararı vermişler geri çekildikleri her yeri yakıp yıkmışlardı. Buna Koca İzmir kenti de dahildi. Sonra yerli halka ve tabii askerlere kalabilecekleri yerler aranmaya başlanmıştı. O aramalar sırasında kentin dışında bağların arasında kalan bu evi bulmuşlardı. Ama evden önce evin uğursuz söylentileri kulaklarına gelmişti. İşte o yüzden Onbaşı Aziz durumdan vazife çıkarmış ve adına Perili bağ denilen bu yere gece yarısından sonra girmeye karar vermişlerdi.

Gece yarısı geniş ama bakımsız bağa girmek üzerelerken arkalarında bir ses duymuşlardı. Bu sadece göz aşinası oldukları biriydi. Kimine göre deliydi kimine göre saf. “Yunus sen ne arıyorsun burada” Aziz fısıltıyla konuşmuştu ama sesi gecenin karanlığında çoğalmıştı. Bir bağ kütüğünün arkasında olan gölge sürünerek yanlarına yaklaştı. “Balığın karnından çıkmaya çalışıyorum” dedi. İki arkadaş bir şey anlamamışlardı birbirilerine bakmakla yetindiler. “Burada büyük bir kötülüğüm olduğunu hissediyorum. Bu yüzden sizinle içeriye girmek istiyorum” dedi. Bu saatte yapabilecekleri bir şey yoktu. Kabul ettiler.

Bağ kütükleri arasında ilerlediler bir süre. Bazen emekliyor bezen de sürünüyorlardı. Önce Aziz Onbaşı hemen arkasında Selim ve en sonda da Yunus ardı. İki katlı binanın yanına vardıklarında Selim ön kapıya doğru yürümek istedi ama Aziz, bileğinden yakaladı arkadaşını. “Şuradan açık bir pencere bulup gireceğiz dedi. Yerin bir metre kadar üzerinde sıralanan pencereleri kontrol ettiler birer birer. Sol yandaki bütün pencereler sımsıkı kapalıydı ve her birinde usta işi parmaklıklar vardı. Parmaklıkların arasından değil kendileri kafalarının bile girmesi mümkün değildi. Evin arkasına ulaştıklarında bir küçük kapı gördüler ama o da sımsıkı kapalıydı ve parmaklıklarla kaplanmıştı. Evi çepeçevre dolanmalarına rağmen girişe uygun zayıf bir yer bulamamışlardı. Umutları tükenmek üzereyken Yunus bir adım geri çekildi ve ikinci katta hafifçe aralanmış bir pencere gösterdi.

Önce Yunus evin duvarına dayandı ve dengesini sağlamak için bacaklarını açtı. Selim’e üzerine çıkmasını işaret etti. Selim arkadaşına baktı “Ya bir tuzaksa diye fısıldadı” ama Aziz “Başka çare yok” deyince üzerine çıktı ve dengesini sağladı. Birkaç saniye sonrasında Aziz pencerede kayboldu. Geçen saniyeler içince Selim eylül gecesinin tatlı serinliğine rağmen terlemeye başlamıştı. Geçen her saniye ve uluyan köpeklerin sesleri tedirginliğini arttırıyordu. Birden omuzuna bir el dokunda ve neredeyse çığlık atacaktı. Aziz’i görünce üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi derin bir oh çekti. Arka kapıyı içeriden açmıştı.

İnce bıyıklı adam, bir salon dolusu kitabın arasında kendini unutmuş gibiydi. Seçkin kültürü olan birinin kütüphanesi olduğu aşikardı. Osmanlıca, yunanca, Fransızca, Latince sayısız kitap raflara dizilmişti. Büyüklü küçüklü ve çoğunlukla ciltli olan kitapların birini alıyor inceledikten ve ne olduğu hakkında bir karar vardıktan sonra geri yerine bırakıyordu. Yukarı katta gezen birinin ayak seslerini duyunca adam durdu. Yarım saat kadar önce buraya arka kapıdan girmişti ve hafif bir zorlamayla açtığı kapıyı sıkıca kapadığına emindi. “Hırsızlar olmalı” diye aklından geçirdi. İşgalci kuvvetler denize döküldüğünden beridir hırsızlıklar bir hayli artmıştı ve alınan sert tedbirlere rağmen vakalar azalsa da hala devam ediyordu. Adamın hayret ettiği hakkında korkunç dedikoduların olduğu bu eve girme cesareti göstermeleriydi. İlla ki gidip bakması gerekiyordu. Kapıyı sessizce araladı ve dışarı sofaya çıktı. O an hafice kapanan bir kapı sesi duyduğuna yemin edebilirdi. Geniş sofaya açılan kapıları seçmeye çalıştı ama hiçbirinde ses seda yoktu. Sessizce merdivende inmeye başladı. O an bir kapı sesi daha duydu. Daha da önemlisi bir ağlama sesi duymuştu nereden geldiği belli olmayan. Binada başka birinin daha olduğuna emindi artık.

Aralık kapıdan yılan gibi içeri kaydılar. Mutfakta olduklarını anlamaları çok sürmedi. Burası hizmet kapısı olmalıydı. Sessizce ortalığı dinlediler bir süre. Gözleri karanlığa alışasıya kadar beklediler ve ardından mutfağın diğer kapısına yöneldiler. Üç kişinin bilmediği bir yerde yürüyüşü ister istemez ses yapıyordu. Ama üç arkadaşın bu duruma aldırdığı yoktu. Önce bir kapı kapının arkasında yukarı çıkan iki basamak karşıladı üç arkadaşı. Basamaklardan sonra değişik kapıların olduğu geniş bir boşluk vardı önlerinde. Tam karşılarında da yukarı çıkan ve az önce Aziz’in indiği merdiven vardı. Aziz, Selim’e soldaki, Yunus’a sağdaki kapıyı gösterdi. Kendisi az önce indiği merdivenlere yönelmişti ki bileğinden yakalandı.

“Birbirimizden ayrılmayalım. Burada büyük korkular ve acılar yaşanmış birbirimizden ayrılmayalım” dedi. Sesinden konuşanın Yunus olduğunu anlamıştı.

Sırayla her kapıyı açtılar. Gayet düzenli ve temiz odalardı hepsi. Yemek odası vardı ve yatak odaları oturma odaları vardı. Eşyalar düzenliydi temizdi. Ev sahipleri az önce çıkmış gibi duruyorlardı. Alt kattaki tüm odaları kontrol etmişlerdi ama canlı bir insana hatta hayvana bile rastlamamışlardı. Aziz, merdivenleri işaret etti.

Merdivenlerin üst başında bekleyen adam neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Buraya bu evle ilgili söylentileri araştırmak için gelmişti. Ama küçük bir gurup hırsıza yakalanmak da istemiyordu. Bu kargaşa içindeki günlerde derdini anlatasıya kadar asılırdı. Birkaç adım geri çekildi ve arkasına saklanabileceği bir yer aradı. O ara hırsızlar merdiven basamaklarını çıkmaya başlamışlardı.

En yakın kapıdan içeri girdi ve kapı sessizce kapandı. Bu kapı ne zaman açılmıştı anlamasına fırsat kalmadan anlamadan adam bacağında bir acı hissetti. Derin bir ısırık bacağından parça koparmıştı sanki. Bağırmamak için gayret sarf etse de dayanamamış küçük bir çığlık atmıştı. Kafasını çevirip baktığında kimseyi göremedi ve akşamdan hatta bu söylentileri duyduğundan beri ilk defa korktu.

Üç arkadaş merdivenleri hızla çıktılar ve sahanlıkta yerde yüzükoyun yatan adamı gördüklerinde şaşırmışlardı. Adam kendilerini görünce birkaç adım daha geri çekildi. “Geri durun hırsızlar” dedi. Önde duran Aziz Onbaşı adama baktı. “Sen yavuz hırsız mısın” dedi. “Bak bakalım hırsıza benziyor muyuz” dedi Selim’de. Üzerlerinde resmi asker elbiseleri vardı. “Sizleri hırsız zannettim dediğinde hala hırsız olabileceklerine dair kuşku vardı kafasında. Yunus koştu kan akan yaraya baktı.

“Diş izleri karanlıkta bile belli oluyor” dedi. Sağa sola bakındılar görünürde işlerine yarayacak bir bez veya çaput falan yoktu. Aşağıdan gelen tok ayak seslerini duydular. Ayak seslerini hafif bir aydınlık takip etti. Ayak sesleri yaklaştıkça aydınlık çoğaldı ve birkaç saniye süren meraklı bekleyişten sonra merdivenin alt başında elinde gaz lambasıyla orta yaşlı bir adam belirdi. Gelenin bir uşak olduğunu giyiminden anlamışlardı. Koltuğunun altında da küçük bir çanta vardı. Birkaç saniye sonrasında çantanın ilk yardım malzemeleriyle dolu olduğunu anlayacaklardı.

“Beyler, sizden bir an önce efendim Herr Küppers’in konağını ve tabii konağın bulunduğu bağlarını bir an önce terk etmenizi isteyeceğim” dedi. Sözlerini bitirince eğildi ve elindeki makasla yerde yatan adamın pantolonunun paçasını kesti. Her hareketi bu tür işlere alışkın olduğunu belli ediyordu. Yerde yatan adam bir yandan canı yanıyor olsa da diğer yandan uzun zamandır varlığını bildiği bu Küpe bağının adının nereden geldiğini öğrenmiş oldu. Meles çayının biraz ilerisinde geniş bir arazide kurulmuştu bağ. Sahibi geniş bağa da bağın içerisindeki güzel eve de kendi adını vermişti. Küppers adı halk arasında Küpe” ye dönüşmüştü. Birkaç aydır da Perili Bağ olarak anılıyordu.

“Benim adım Reşat” dedi yerde yatan ve acıyla yüzünü buruşturan adam. “Bana bay meraklı da diyebilirsiniz” dedi ek olarak. Ardından fısıldar gibi. “Kendine konu arayan bir yazar gibi görebilirsiniz” dedi. “Şu novellalar yazan mı?” dedi adam bozuk Türkçesiyle. Reşat Bey kuru bir gülümsemeyle yetindi cevap olarak. Bu sohbet derinlerden gelen bir bağırış sesiyle bölündü.

Selim, sıranın kendilerine geldiğini düşünmüş olmalıydı ki “Bizlerde askeriz, kıyafetlerimizden belli yatacak bir yer arıyoruz kendimize” dedi. Söylediklerinde büyük bir haklılık payı vardı tabii. Uşağın hareketleri telaşlandı ve hızlandı. Çantasını toparlarken, “Burada kalamazsınız, buyurun sizleri yolcu edeyim” dedi.

“Küpe Beyle bir görüşseydik” dedi Aziz. “Kendisinin ne kadar cömert olduğunu biliyoruz. Belki bize bir gece yatma ve yemek yeme imkânı verir” Adam olumsuzca başını salladı. “Mümkün değil” dedi ve ekledi.

“Her Küppers Germanya’ya gitti yakında gelir. Ama bana tembihi bu tür taşkınlıklara izin vermemem yönünde” dedi. Sözlerini bitirince yerinden doğruldu. Önde orta yaşlı iyi giyimli adam, arkada dört arkadaş merdivenleri indiler ve büyük kapıya yöneldiler. İşte o zaman daha yakından ve daha güçlü bir bağırış geldi. Dört yabancı oldukları yerde durdular ve çevrelerine bakındılar bir an. “Ses şu odadan geldi” dedi Aziz ve hızla işaret ettiği odaya yöneldi. Selim ve Yunus kendisini takip etti.

İçeri girdiklerinde odada hiçbir fevkaladelik görmediler. İki yanda iki kocaman yatak vardı. Üzerinde tertemiz çarşaflar serilmişti. Kapının karşısında kibar bir komedin bulunuyordu. Komedinin üzerinde duvarda kocaman bir resim asılıydı yarı çıplak güzelce bir kadının resmiydi bu. Ama canlı hiç kimse yoktu.

“Rica ederim böyle taşkınlıklar yapmayın” dedi Uşak. “Görüyorsunuz ev bomboş. Benden başka kimsecikler yok.” Bir an sustu ve kapıyı ardına kadar açarak “Beni izleyin” dedi. Ama derinden gelen ses kendisini yalanlıyordu bu defa daha yüksek bir sesti ve az önce duyduklarından farklıydı. Reşat bey ileri çıktı

“İşitmiyor musun acı çekiyorlar. Nerede bu seslerin sahibi” Elleriyle kendisinden bir hayli yaşlı adamın omuzlarını sarstı. Kendini tutamasa belki tokat bile atacaktı.

“Ne yapıyorsunuz beyefendi. Bırakın Tanrı aşkına” dedi yaşlı adam. “Bunlar sadece dedikodu. Böyle bir evde canavarların olabileceğine inanıyor musunuz”. Sözlerine cevap Yunus’tan geldi.

“Buradalar ve yardıma ihtiyaçları var” dedi Yunus. Şaşkınlıkla sağa sola baktı. “Bu binada ölüm var acı var hissediyorum” Odadan çıktı diğer odaların kapılarını açmaya başladı. Diğer üç odada hemen hemen aynıydı. O ara adını Reşat olduğunu öğrendikleri adam ileri fırladı ve kapının yanında rafta duran mumlardan aldı. Yine aynı rafta bulunan kibritle yaktı ve askerlerin ellerine tutuşturdu.

“Sizi fazla yormayalım. Siz istirahat buyurun” dedi adamı Sofadaki koltuklardan birine oturttu. “Burada otur ve sakın kıpırdama” Ardından askerlere döndü, “Bütün odaları arayalım” dedi. Diğer ikisi onbaşılarının yüzüne baktı onay beklediler. Aziz onbaşı gözleriyle olur verince araştırmalar başladı. Kocaman evin içerisinde ışıklar bir o yana bir bu yana hareket etmeye başlamıştı. Bütün odalara girildi, dolap içlerine yatak altlarına, kıyılara köşelere bakıldı ama bulamadılar. Yukarıya çıktılar gene olmadı. Derinden gelen ağlamalar ve inlemeler devam ediyordu ama çok uzaktan geliyormuş gibiydi.

Birkaç dakika sonra dört adam aşağıda salonda toplanmışlardı. Derin derin soluk alıyorlardı ama ellerinde somut bir cevap yoktu. Yunus o hüzünlü havasını çevresine yaymaktan çekinmeyen delikanlı birden koltuğunda oturan adamın üzerine yürüdü. Kollarından tuttu ve sarsmaya başladı.

“Gavurun dölü söyle neredeler” dedi. Elini kaldırdı ve “Konuşmazsan şamar beynine inecek” dedi. Yaşlı uşağın yüzünde ne bir korku ne bir öfke vardı. Bu Yunus’u daha da öfkelendirdi. Kalkan eli inmek üzereydi ki acı içerisinde bağırdı. Nereden geldiği belli olmayan bir el bileğine yapıştı. Küçük bir gölge sırtına atlamış iri elleriyle ve uzun tırnaklarıyla her yanını pençeliyor, derin izler bırakıyordu. “Yusuf” dedi genç adam. Gölge bir an belki bir göz açıp kapama zamanı durdu. Ama hemen ardından dişlerini adamın omuzuna sapladı. İşte o zaman uşağın yüzünde olanlardan memnun bir gülümseme belirdi.

Olanları ilk fark eden Selim olmuştu. Yunus’un sırtındaki küçük gölgeyi yakaladı ve duvara doğru savurdu. Yunus inleyerek dizlerinin üzerine çöktü. Aziz, delikanlıya yaklaşınca boynunda yanaklarında oluşan derin izleri gördü. Adamın göz yaşları akan kanlara karışmıştı. Sırtında derin izler vardı. “İşte bende size bunu söylemeye çalışıyordum gidin derken” Uşak utanmasa keyfinden kahkahalar atacaktı. “Burada olanların sizler için çok tehlikeli olduğunu hala anlamadınız mı?” Bakışlarını bir Aziz’e bir Yunus’a çeviriyordu. “Canınızı seviyorsanız buradan gidin” dedi bir kere daha.

“Neler olduğunu anlatmadan olmaz” Uşak hemen arkasında dinelen Reşat’a baktı. “Haklısın Yazar Efendi bu Konak’ta yaşananlardan sana iyi malzeme çıkar ama önce sağ kalman gerekir” dedi. Sözlerinin etkili olmadığını düşünüyordu ve bir kere sözlerini tekrarladı ama bu defa bağırıyordu.

“GİDİNNNN!!!” Geriye dönüp baktıklarında az önce kendilerine saldıran varlık ortadan kaybolmuştu.

“Cinler” dedi Selim.

“Değil” dedi Reşat.

“O zaman Konağa adını veren periler” dedi Aziz.

“Değil” dedi bir kere daha Reşat. Nereden biliyorsun be adam” dedi Aziz onbaşı. “Sen hiç ısıran Peri duydun mu?” Bir başka cevap da yerde yatan Yunus’tan geldi.

“Değiller” dedi mırıldanır gibi. Kendi kendine konuşur gibi devam etti. “Onlar çocuklar” dedi. Şaşkın bakışlar üzerine gelince de yavaşça yerinden doğrulmaya başladı. Akan kanlar yüzünden korkunç görünüyordu. “Biliyorum çünkü bana saldıran benim kardeşimdi” dedi. Ağlamaya devam ediyordu.

Onlar konuşurken dışarıdan bir motor sesi gelmeye başladı. Uzaktan gelen Yunus kapıya yürümeye başladığında kapı hızla açıldı. İçeriye başında alafranga şapkası olan bir adam girdi. İri yarıydı üzerindeki siyah takım elbise kendisini daha etkili gösteriyordu. Uşak hemen yerinden doğruldu ve efendisinin yanına koştu.

“Hoş geldiniz Herr Küppers” dedi.

“Marcus, burada neler oluyor” dedi. Sesi etkileyici ve gürdü. “İstenmeyen konuklarımız var” dedi uşak suçlu edasıyla.

“Araç kapıda, yolcular hazırlar mı?” dediğinde

“Ja Herr Küppers” cevabını vermişti.

“Getir o zaman eğitimleri ne durumda bir görelim” dedi. Uşak mutfağa yöneldi sessizce. İçeri giren kişi de kendinden emin ağır hareketlerle kapıya yöneldi ve içeriden kilitledi. Aziz ve selim birbirine baktılar.

“Burası özel bir mülktür ve suç işliyorsunuz” dedi. Reşat Bey soruya soruyla cevap verdi.

“Ben sizi nereden tanıyorum.” Adam kapıyı bir kere daha kontrol ettikten sonra anahtarı yeleğinin cebine koydu. Geri döndü kendisine soru soran adamın yüzüne baktı.

“Kabalığıma verin önce kendimi tanıtmalıydım” dedi Yüzünde çarpık bir gülümseme vardı. “Ben Tobias Küppers, Münih üniversitesinde Profesörüm” dedi. Sözlerini Reşat Bey tamamladı.

“Sıhhiye nezaretinde Danışmanlık Küppers” dedi. Profesör tanınmaya alışkın olmalıydı ki şaşırmamıştı. “Kiminle müşerref oluyorum” dediğinde

“Muallim ve Edip Reşat.” dedi. O ara mutfaktan gelen sesler tüm dikkatleri o yöne verdi. Kısa bir süre sonra da içeriye iri yarı üç gençle birlikte uşak girdi. Gençler pek rastlanılmayacak kadar iri yarıydılar. Gözleri kan çanağı gibi kıpkırmızıydı. Belden yukarıları çıplaktı ve saçları asker tıraşı şeklindeydi. Ayaklarında bol pantolonlar vardı. Arkalarında da hipnotize olmuş gibi duran küçük çocuklar vardı. Marcus eliyle geriden gelen çocukları durdurdu. Üç gence kendilerine şaşkınlıkla bakan adamları işaret edince üç azman ileri atıldı.

Önce Aziz onbaşı birkaç adım geri çekildi. Üzerine gelen gence sağlam bir yumruk attı ama rakibi etkilenmedi bile. Gençten yediği yumruk savrulup yere düşmesine neden oldu. Diğerleri de farklı durumlarda değillerdi. Üç asker iyi beslenmiş gençlerden eni konu dayak yiyordu. Muallim, “odalara grin ve duvarlarda asılı kılıçları alın” dedi. Kendisi de aynını yaptı. Böylece mücadele daha kanlı bir hal almış oldu.

“Marcus, çocukları arabaya bindir” dedi. İçerideki beş altı çocuk sarhoş veya uyur gezer gibi kendilerine verilen komutlara itaat ediyorlardı. Dışarı çıktılar. Yunus konaktan çıkanların arasında kardeşini görünce adını haykırdı; “Yusuf gitme” dedi. Sonda kapının eşiğinde duran çocuk geri döndü kısa bir bakış attı ve yürümeye devam etti. Dört kişi de kan revan içinde kalmışlardı. Gençler insan üstü bir güçle saldırıyorlar en vahşi hayvandan daha vahşi davranıyorlardı. Kahramanlarımızın elindeki kılıçlar bir yerlerini kesiyor biçiyordu ama bu yaralar onları durdurmuyordu. Nefes nefese kalmışlardı kollarında derman yoktu. İşte o anda Edip Reşat, dışarıdan gelen sesleri duydu ve umutlandı. Ve atılan ilk silah içlerindeki coşkuyu arttırdı. Birkaç saniye sonrasında da içeriye askerler doldu. Patlayan silahlar vahşileri yere serdi. Birkaç dakika sonrasında da asayiş tamamen sağlanmıştı.

“İyi ki sizleri merak etmişiz de aramaya çıkmışız” dedi gelenlerin içerisindeki en rütbeli kişi olan Yüzbaşı.

“İyi ki geldiniz Murat Yüzbaşım” dedi Onbaşı Aziz.

“Hayatımızı size borçluyuz” dedi Aziz’in arkadaşı Selim. Yunus, biraz ötede kardeşi ile sarmaş dolaştı. Yüzbaşının gözleri o yana kaydı. “İyileşmeleri zaman alacak” dedi askerlerini rahatlatmak için. “Ya her Küper’e ne oldu” deyince

“Yakalanacağını anlayınca silahıyla beynini uçurdu” dedi. “Uşak” deyince de “O sapasağlam elimizde, neler olduğunu ondan öğreniriz artık” dedi. Yüzbaşı atının üzerine bindi. Yanındaki askerlerden birine “İçeride kimse kaldı mı?” diye sordu. Gelen cevap “hiç kimse kalmadı kumandanım” olmuştu. “İyice kontrol ettiniz mi?” sorusunun cevabı başka birinden, Muallim Reşat’tan geldi. Kucağında koca bir yığın kitap vardı. “Herkes dışarıda” dedi. “Yakın o zaman” emri geldi peşinden.

“Keşke yakmasaydınız” dedi Muallim Reşat. “Asker biraz olsun rahat ederdi?”

“Böyle bir melanet yuvasını ancak ateş paklar” dedi. “O zaman bir kere daha kitaplığa gitmeme izin verin” dedi ve cevabı beklemeden içeri daldı. “Aziz ve Selim arkasından koştular “Bizde size yardım edelim Muallim Bey…”

Kente doğru yola çıktıklarında binanın her yanından alevler yükseliyordu. Küppers Konağı yansa, yıkılsa da Küpe bağları ya da diğer adıyla Perili Bağ yıllarca adını korudu. Şimdi ise kentin içinde kalan bu yerde kocaman kocaman bloklar var. Üstelik oturanların pek azı burasının geçmişini biliyor…

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *