Öykü

Son Demirzâr

Bu rıhtımdan, bizim tabirimizle Elrıhtım’dan geçerek geleceksin. Senin iki hayat arasındaki köprün olacak.

Rıhtım denizin tuzunun, güneşin ve zamanın aşındırdığı tahtalarla inşa edilmişti. Yürürken ayaklarımın altında hafifçe esnemekteydi, ama yarıyı geçtikten sonra beni kazasız belasız karaya ulaştıracağını anlayarak rahatladım. Grimsileşmiş yüzeyler daha birçok geçişe dayanacak gibiydi. Kunt yapı direngendi.

Üç buçuk metre enindeki rıhtımın bitiminde ateş taşlarıyla bezeli bir kıyı uzanıyordu. Ayağım taşları katırdatmaya başlayınca otomatik olarak sağ ilerideki çardağa yöneldim. Birkaç yüz metre çaplı yarı daire şeklinde olan alandaki tek medeniyet belirtisiydi. Tam önümde çam ağaçlarından oluşan bir koru uzanmaktaydı. Koruların bitiminde zirveleri çıplak gövdeleri yeşil iki tepecik görünmekteydi. Bu şirin koyu daha önce görmüştüm sanki, ama nereden olduğunu çıkaramıyordum.

Çardak dört masalık bir kır kahvesiydi. Yaşları belirsiz üç adam masalardan birine oturmuş laflamaktaydı. Önlerinde kahve fincanları duruyordu. İkisinin yüzü bana dönüktü. Makul bir merakla gelişimi izliyorlardı.

“Merhaba.”

Yüzü bana dönük adamlardan dalgalı siyah saçlı olanı dostça gülümsedi. “Tam zamanında belirdiniz rıhtımın üzerinde.” Üzerinde taba rengi bir gömlek vardı. Kollarını dirseğe kadar sıvamıştı. Kırk yaşlarında falandı. Göz göze gelince tebessümü genişledi. “Bana… Bize eski günleri hatırlattınız.”

‘Belirmek’ sözcüğünde ayıktırıcı ve şoke edici bir hassa vardı. Adama bir cevap vermek yerine başımı çevirip tahta rıhtıma baktım. Rıhtımın deniz tarafındaki bitiminde bir tekne falan hak getireydi. Göz alabildiğine denizde ve ufukta sadece martılar vardı. Buraya nasıl gelmiştim? Son hatırladığım bir arabada oturduğumdu. Arka koltukta oturuyordum. Şoförün yanındaki koltuk boştu. Taksiydi o hâlde. Bir takside otururken buraya gelivermiştim.

“Ne oluyor burada? Anlatacak mısınız?”

Benle konuşan adamın yanındaki arkadaşı sol eliyle biraz kırlaşmış kumral keçi sakalını sıvazlayarak, “Gel şöyle otur delikanlı,” dedi.

Sırtı bana dönük duran siyah tişörtlü, kısacık kır saçlı adam yanında duran sandalyeyi azıcık sağa çekti. Dönüp bana bakmamıştı bu arada. Hissettiğim korku yere dökülmüş bir tutam talk pudrası gibiydi. Adamın sandalyeyi oturmam için işaret etmesi bu tutama değen bir elektrikli süpürge hortumu gibiydi. Merak ve huşu dolu bir şekilde kaba etlerimi kuru sandalyeye değdirdim.

“Adım Remzi,” dedim. “Remzi Demirzâr.”

Solumda oturan kemerli burunlu adam ve diğerleri neşeyle sırıttılar. Sözlerimin nesinin onları eğlendirdiğini düşünürken on iki yaşlarında uzunca boylu bir çocuk elinde pirinçten kahve tepsisi belirdi. Dört adet kahve dolu fincanı masaya koydu. Boşları aldı ve rahat hareketlerle kahve ocağının ardındaki bölmeye giderek görüş alanından çıktı.

“Biz de kahveyi senin gibi sade içeriz. Tiryaki işi yani,” dedi taba renkli gömlekli olanı.

Kahveyi böyle içtiğimi nereden bildiklerini sormak isteğim çok ölgündü. Esas meseleyi duymak, buraya avdet şeklimi bilmek istiyordum önce.

“Adım Füttor,” dedi dalgalı saçlı olan. Yanımdaki dostum Zühtan. Bu da Rencid. Bu küçük meydanın olay karıcısı odur. Zembereği o kuracak yani. Seni aşina kılacak her şeye merak etme.”

Bir çeşit hipnozda olduğum açıktı. Her saniye aklımdan geçmesine rağmen başımı çevirip arkaya, rıhtıma yanaşmış muhtemel bir tekneyi görmeye kalkışmıyordum. Bu garip isimli adamların masasında oturmaya devam ediyordum. Dahası kahvemden ilk yudumu almış ve tadını çok beğenmiştim.

“Hemen sadede geleceğim,” dedi Rencid. Sesindeki tanıdık tonda ürpertici bir yan vardı. “Buraların dirliğini düzenini bozan biri var. Çok yakında.” Sağ eliyle kıyıyı işaret etti. “Hemen şurada ikamet ediyor. Bir süredir etkin değildi. Son günlerde yeniden çıktı piyasaya. Onu belli etmeden kendi sahamıza çektik. Acilen durdurulması gerekiyor. Sonsuza dek bu defa. Bunu sen yapacaksın.”

Bu defaki şok kaslarım üzerinde etkili olmuştu. Yerimden doğruldum ve, “Ben gidiyorum. Burası… Burası neyse… Beni burda tutmaya hakkınız yok.”

Adamların yüzlerinde ne anlamlı bir sırıtma, ne bir serzeniş, ne de hinoğluhinlik ifadeleri belirdi. Dostane bakışlarla beni süzmekteydiler. Bu hâl üzerimde hızla etkin oldu ve yerime oturdum. İçimde uyanan çok eskilerden kurulmuş aşinalık duygusuna ve merakıma yenilmiştim.

“Sizi dinliyorum,” dedim. “Lütfen açık konuşun.”

“Baban bizle beraberdi. Bir takımdık. Rahmetli olana kadar. O ölünce… Senin büyümeni bekledik. Buraya geliş yaşı 23’tür.”

5 Nisan’da 23 yaşına girmiştim gerçekten. Babamın bu kimselerle çalıştığı sözcüğü bana nedense hiç uydurulmuş gibi gelmiyordu. Kendisini on bir yıl önce kaybettiğim için bellek kaydımdaki izler biraz silinmişti, ama yine de onda normal yaşamını aşan bir şeyleri sezdiğimi hatırlıyordum. Babaların küçük çocukların gözünde süpermen olması gibi değildi. Üstelik benim gibi sosyal medya devriminin göbeğinde doğan ve iletişim bölümü mezunu olan çocukların gözünde babaların bu imajları çok erken yaşlarda yapıbozuma uğramaktaydı. Babamın sırtında sıradan yaşamını sollayan, çok başka bir gerçekliğe ait olan şeffaf bir pelerin vardı. Bunu ölümüne kadar hissedip durmuştum. Annemle sonradan babam hakkında konuştuğumuzda ‘Sırlı ve ketum bir adamdı rahmetli’ sözcüklerini ne kadar sıkça telaffuz ettiğini hatırladım. Rencid doğru söylüyordu.

“Baban, deden, dedenin dedesi hepsini tanıdım. Burada kahve içtik kaç kez. Dedenin dedesi Ahmet Kerami Bey soyadı kanunuyla Demirzâr soyadını aldığında otuz dört yaşındaydı. Hepsi burada senin oturduğun sandalyede oturdu.”

Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Elim fincanı alıp dudaklarıma götürdü. Kahvenin tadı nefisti. Babamın, “Kahve dediğin şeyin içine şeker konmaz, havayla, sohbetle tatlanır,” dediğini hatırlamıştım.

Fincanı tabağına bıraktım ve, “Siz kimsiniz?” dedim.

Üç adamın da yüz ifadesi zerre kadar değişmedi. “Önce sana vereceğimiz işi yapacaksın,” dedi Rencid. “Sonra her şeyi anlatacağız.”

“Peki iş nedir?”

“Baban nasıl öldü?”

Çok iyi bildiklerini tahmin ettiğim şeyi sormalarında tekinsiz bir tını vardı. “Araba kazasında,” dedim.

“Limon rengi bir Mersedes arabasına yandan çarpmıştı değil mi? Sürücü kaçtı. Plakası 35 AC…’ydi. Olayı görenler uzun boylu, ince yapılı, hafifçe kel kafalı birinin çarptığını, bunu baban kırmızıda dururken yaptığını falan anlatmışlardı,” dedi Füttor. “Bu kadar bilgiyle polis adamı bulamadı. Sanki yer yarılmış da araba ve adam içine girmişti. Polisin kabahati değil. Çok iyi arazi olmuştu.”

Diyaframımı iten öfke basıncını hissetmek garipti. Hemen inanmıştım söylenenlere. Babam gerçekten de kırmızıda dururken diğer araba gelip şoför mahalline bindirmişti. Şimdi bunun kaza süsü verilmiş bir cinayet olduğunu daha iyi anlıyordum.

“Neden?”

“Nedenini görevini tamamladığında açıkça duyacaksın,” dedi Rencid.

İçimi çekerek muhataplarıma baktım.

“Babanın katili şu anda senin kapısının önünde durduğun ve kalmak için bir oda ayırttığın otelde kalıyor. Seni tanımıyor. Bu büyük bir avantaj. Git onunla yüzleş ve işini bitir.” Rencid nereden aldığını göremediğim ipince tahtadan bir bıçağı masanın üstüne koydu. “Şununla.”

İncecik, eski, yüzeyi hafifçe kararmış tahta bıçağa bakakaldım. Cüssesinden beklenmeyecek şiddette yabansıl bir enerji ışımaktaydı. Sanki içinde bir mamutu durdurabilecek potansiyel gizliydi.

“Benden bir cinayet işlememi mi bekliyorsunuz?” dedim.

“Cinayet sayılmaz,” dedi Zühtan ilk kez söze karışarak. “Bu kimse babanızın katili. Ayrıca o otelde yeni cürümler işlemek için bulunuyor. Bunu engelleyeceksiniz ve böylece babanızın intikamı da alınmış olacak. Bu bir silsile. Bütün Demirzârlar bizle beraber çalıştı. Siz de devam edeceksiniz.”

Sözlerinden şüphe etmiyordum artık, ama soğukkanlı olarak babamın katili de olsa, birini öldürmem mümkün değildi. “Bunu yapamam,” dedim.

“Mesele sandığınız gibi değil,” dedi Rencid. İri siyah gözlerinde inanılmaz bir enerji yanıyordu. “Sizi şu ana kadar sakındık. Aile geçmişiniz nedeniyle şu ana dek birkaç kez elimine edilmek istendiniz. Bunları engelledik.” Bakışlarımdaki şüphe üzerine Rencid dostça gülümsedi. “İki yıl önce, üniversitenizin önünde üç kişi bir pankart taşıyordunuz. GDO’lu yiyeceklere karşıydı. Bir nedenle bir başka grupla aranızda tartışma çıktı. İş kavgaya dönüştü. Size saldıranlar arasında Cemil diye bir tip vardı. Üzerinde sizin bedeninizle buluşturmak istediği sustalı bir bıçak taşıyordu. O ana kadar hiç tanımadığınız birisi sizi olay yerinden uzaklaştırdı. Adamın elinde bıçakla yaklaştığını gördünüz ama. Siz oradan hızla kaçınca emeline ulaşamadı. Peki sizi olay yerinden çekip çıkartan delikanlının yüzünü hatırlıyor musunuz?”

Dediği doğruydu. Cemil adlı sicili ve tipi bozuk delikanlının elindeki bıçağı görmüştüm. Donup kalmış durumdayken hiç tanımadığım biri tarafından hızla oradan uzaklaştırılmıştım. Canımı kurtaran kimseyi sonradan bir daha hiç görmemiştim. Cemil’i de. Okuldan kaydı silinmiş bir öğrenciydi. Sakat malzeme olduğu çok açıktı. Ödüm patlamıştı.

“Cemil yarım kalan işi bitirmeye kararlıydı, bu nedenle onu etkisiz hâle getirdik. O nedenle bir daha kendisiyle müşerref olmadınız.”

Anlatılanlardan kuşkum yoktu, ama bu tahta bıçakla birini öldürebileceğimi hiç sanmıyordum.

“Bir başka olayı da anlatayım. Sevgilinizi evine bırakmıştınız bir gece. Arabayla giderken takip edildiğinizden kuşkulandınız. Arkadaki arabada üç kişi vardı. Bunlar sizin işinizi bitireceklerdi. Ne engelledi onları? Üç polis arabası geldi ve durdurup araştırma yaptı. Üzerlerinde silah çıktığı için hapsi boyladılar. İhbarı kim yapmıştı dersiniz?”

Arkamdan gelen o araba nedeniyle korkudan titrediğim ve gecenin o saatinde kimi arayabileceğimi düşündüğüm anları düşündüm. Daha üzerinden bir ay geçmemişti. Dün olmuş gibi hatırlamaktaydım.

“Yani?”

“Son Demirzâr’sınız. Sizi rahat bırakmazlar. Mecburen kaderinizin yolunda yürüyeceksiniz.”

İçimde hâlâ tereddüt kırıntıları vardı, ama kanımda yeni bir donanımın kükretici zerreleri dolaşmaya başlamıştı.

“Yapacak mısınız?”

Rencid’e bakarak gülümsedim ve sağ elimi tahta bıçağın üstüne kapattım.

* * *

Taksiden indim ve küçük bavulum elimde beş yıldızlı Maki Beach otelinin kapısına doğru yürüdüm. Kapıda müşteri kollayan delikanlı iki yaşlıca kadın turistle meşgüldü. Aralık kapıdan içeri girdim ve resepsiyona doğru yürüdüm.İki resepsiyonistten kadın olanı bana bakarak profesyonelce gülümsedi. Yüzü bayağı makyaj yüklü genç bir kadındı. Nüfus cüzdanımı uzattım ve internetle bir oda ayırttığımı, ücretini önceden kredi kartımla ödediğimi söyledim.

Kadın ekranda kaydı buldu ve, “803 numara,” dedi. Uzattığı kâğıdı imzaladım. Bavulum çok küçük olduğu için o işlere bakan delikanlıların dikkatini çekmeden sekizinci kata çıktım.

Rencid’in dediği gibi onlarla konuşmadan önce bu otelde yer ayırtmıştım. Üç garip kimseyle buluşmam ben taksideyken gerçekleşmişti. O rıhtımı ve koyu tanıyor hissim gerçekti. Bu koya Maki Beach Oteli henüz yokken babam ve annemle birkaç kez geldiğimizi hatırlıyordum. Beş altı yaşında falanken. Koyun adı Maki koyuydu. Bilincimde bir genleşme meydana gelmişti. Üç tuhaf adamın şu anda sabırla eylemimin sonuçlanmasını beklediklerini hissediyordum. O çardağın olduğu yerde şu anda otelin ana binası vardı. Aynı mekânda iç içe bir birliktelik durumuydu. Paralel evren çağrıştıran bir durumdu, ama birbirinin çok benzeri âlemler söz konusu değildi. Başka bir yapıydı belki de.

Elektronik kartımla oda kapımı açıp içeri girdim. İki yataklı, iki koltuk, küçük bir sehpa, yassı bir televizyondan ibaret lüks bir odaydı. Bavulumu yataklardan birinin üstüne koydum. Yatakların ayak ucu tarafındaki duvara konmuş aynada kendime baktım. Krem rengi bir takım elbise, petrol mavisi bir gömlek giymiştim. Ayağımda krem rengi rahat mokasenler vardı. Sağ elimle ceketin üstünden kalbime dokundum. İç cebimde ince uzun ve sert bir nesne vardı. Gülümsedim.

Odam koya bakıyordu. Küçük bir balkonu vardı. Balkona çıkıp aşağıdaki havuzda yüzenlere, kırmızı helezonlu plastik kayaktan ayakları havada suya düşenlere ve terasta oturanlara baktım. Otele ait küçük marinada beş altı yat demirlemişti. Haziran başı için otelde iyi bir doluluk oranı vardı.

İçeri girip buzdolabını açtım. Tam elimi sodaya attığım sırada odanın kablolu telefonu çaldı. Buzdolabını kapattım ve almacı kaldırdım.

“Remzi, senin adam geliyor. Şu anda asansörde. Onun odası seninkine komşu. 804 numara. Hemen dışarı çık. Odana yeni geliyor gibi yap. Onun kapısı açılmayacak. Senin odandan resepsiyona telefon etmeyi öner. Katları gözetleyen kameralar da körleşecek. Dört buçuk dakika boyunca. Adamın adı Cengiz. Cengiz Darıgül. Kot pantolon ve beyaz tişört var üzerinde. Hemen işini bitir ve cesedini banyo küvetine koy ve bir sonraki haberimi bekle. Haydi.”

Otomatik olarak denileni yaptım. Kapımı açtım. Holde bir iki adım attım. Kat asansörünün durduğunu ve kapısını açıldığını duyunca geri döndüm ve odama doğru yürüyor gibi yaptım.

Cengiz Darıgül elli başlarında, ince yapılı uzun boylu bir adamdı. Ben kartımı yuvasına yerleştirirken hızlı adımlarla beni geçti. Kartı elindeydi. Hemen sağımdaki kapıyı açmaya çalıştı.

“Olmuyor mu?” dedim.

Yüzünde sabırsız bir ifadeyle bana baktı. Arızalı işler yapanlara has dikkatli gözleri ve sürekli bir içtetikteliğe sahip bir yapısı vardı. Bende şüpheli bir durum sezmemiş olmalı bakışları bir derece yumuşadı ve, “Dün de aynı şey… Beş yıldızlı otelde olur mu böyle şey yahu,” dedi.

Bu arada benim kapım aralanmıştı. “Gelin benden resepsiyonu arayın,” dedim.

Adamın iki saniyelik tereddütü benim için bir dizi film reklamı kadar uzundu. “Rahatsız etmeyeyim.”

“Rica ederim.” deyip kapımı araladım.

Cengiz Darıgül, “Terbiyesizlik bu,” diye mırıldanarak telefona doğru yürüdü. Kapıyı örttüm. Öğleden sonra üçü üç geçiyordu. Açık balkon kapısından havuzdaki helezonlu kayaktan atlayan çocukların çığlıkları geliyordu. Yirmi üç yaşında, öğrenci tipli, iyi giyimli ve az öncesine kadar hiçbir sakat işe bulaşmamış biriydim. Kuşkulanması için bir neden yoktu.

“Telefon… Telefon çalışmıyor.”

“Nasıl olur. Az önce bir sipariş verdim. Çalışıyordu.”

“Gitmiş hat.”

Yanına gittim. Tahta bıçak sağ elimdeydi. Onu gördüğünde çok geçti. Diyafram hizasından göğsüne sokuverdim.

“Ne yapı..? Ahh… Kimsin sen?”

Yüzü acıyla kırışmış durumda önce yatağa oturdu ve sonra yerinden kalkmak isteyince sol yana doğru yere yuvarlandı. Kafasını aynalı masanın önünde duran kalın meşeden yapılma sandalyeye vurmuştu. Sol eliyle göğsüne saplı olan bıçağı çekmeye çalıştıysa da olmadı. Göğsündeki kırmızı leke çok küçüktü, ama canı kabından çekilmekteydi. Bıçağın cismini aşan bir özelliği olmalıydı.

“Ben Ahmet Demirzâr’ın oğluyum,” dedim.

Yüzünün acı ve panik yüklü tarlasında şaşkınlık gülleri açmıştı.

“Sen o olamazsın,” dedi.

Başımı salladım. “O’yum.”

Gözlerini yumunca bir anlığına beni görmek istemediğini sandım. Bekledim. Ne gözleri açıldı, ne de dudakları kımıldadı. Ölmüştü.

Gidip oda kapımı açıp hole baktım. Kimsecikler yoktu. Geri döndüm. On beş yaşından beri muntazaman voleybol ve basket oynadığım için altmış beş kiloluk cesedi kolayca banyoya götürdüm ve küvete yerleştirdim.

Biraz kendime gelmek için balkona çıktığımda ellerim hafifçe titriyordu, koltuk altlarım terlemişti. Tam ceketimi çıkaracağım sırada telefon çaldı. Koşar adımlarla o tarafa yöneldim.

“Geliyorlar.”

Rencid’in sesiydi.

“Kim?”

“İki kişi. Cengiz’i soracaklar belki. Hiç bozuntuya verme. Anladın mı?”

Gelenlerin kim olduğunu soracağım sırada kapım tıklanınca almacı yerine bıraktım ve kapıya doğru yürüdüm. Banyo kapısını kapattım. Derin bir nefes alıp verdim ve kapımı araladım.

Biri lacivert takım elbiseli, diğeri beyaz gömlek siyah pantolonlu iki kişi durmaktaydı. Beyaz gömleklinin elinde elektronik bir kart vardı. “Affedersiniz odanızda olmadığınızı sandık da,” dedi elindeki kartı biraz mahçupça işaret ederek.

Adamların yüzlerinde beni ölçen biçen işaretler vardı, ama bunda ağır suçlama tonu hissetmiyordum.

“Balkondaydım,” dedim ve gayri ihtiyari kol saatime baktım. Saat beşe altı vardı. İki saate yakın bir zaman göz açıp kapayana kadar geçip gitmişti. “Biraz dalmışım… Yol malum. Bir şey mi oldu?”

Saatin böylesine geçip gitmesi çok garipti, ama şimdi birinci derecede önemli değildi. Önce bu iki kişinin kapıma neden dayandığını anlamam gerekmekteydi.

“Ben otel dedektifiyim efendim,” dedi lacivert ceketli olan. “804 numarada kalan Cengiz Bey. Kendisi lobide bir randevu vermiş. Önemliymiş. O şahıslar bir saat önce geldiler. Yani… kısacası Cengiz Beye hiçbir şekilde ulaşamıyoruz.”

“Odasında yok mu?”

“İlk olarak oraya baktık,” dedi dedektif. Kırk ortalarında polislikten gelme birine benziyordu. Ela gözleri tecrübe ışıyordu. Saçları biraz daha uzun olsa yakışlıklı denebilecek bir tipti. “Telefonu çalıyor, ama almıyor.”

Adam dışarıdan geliyordu. Telefonu üzerinde olmalıydı. Yerde telefon falan görmemiştim. Şimdi banyoda çalmaya başlarsa hapı yuttuğumun resmiydi.

“Benim kapımı niçin çaldınız?” dedim. Soruyu yöneltmemdeki fütursuzluğuma şaşırmıştım. Bir yanım korkudan geberirken, diğer yanım kaşarlanmış bir pokerci gibi blöf çekmekteydi.Bugün nasıl sona ererse ersin benim için bir milattı.

“Holün şu tarafında kalan Alman bir hanfendi Cengiz Bey’i buralarda biriyle konuşurken görmüş. Yani 803 ya da 805’te kalan birileriyle. 805 bu sabahtan itibaren boş.”

“Odama daha yeni geldim sayılır. Kimseyle görüşmedim. Aşağıya da inmedim.”

“Anlıyorum,” dedi dedektif. “Bir yanı buradan gitmek istiyordu, ama işinin ehli yanı ihtimal torbasının dibini bir yoklamak niyetindeydi. “İçeri gelebilir miyiz biraz?”

Rencid’in sözüne güvenmekteydim, ama mantığım ‘şimdi boku yedin’ demekteydi. Tuhaf bir soğukkanlılıkla, “Buyrun lütfen,” deyip kapıyı iyice açtım.

Kapıdan bir adım atınca banyonun kapısı geliyordu. Şimdi kapıyı açacaklar ve her şeyi göreceklerdi. Tam bunu düşünürken cep telefonum çalınca acayip irkildim. Önce sesin banyodaki cesedin cebinden geldiğini sanmıştım. Dedektif banyo kapısını açarken arkamı o tarafa dönerek telefonumu aldım ve balkona doğru yürüdüm. Ekranda altı aylık sevgilim Selma’nın ismi vardı.

“Merhaba.”

“Remzi nerdesin?”

“Marmaris’teyim.”

“Ne? Ne zaman gittin?”

Birden kıza buraya geleceğimi bildirmediğimi hatırlamıştım. Kendime bile önceden bildirmediğim düşünülürse bu çok doğaldı. “Bir arkadaşımla..,” dedim. “Ansızın… Arabasıyla buraya geliyordu, bindim geldim.”

“Bu akşam buluşacaktık hani?”

“Unutmuşum Selma bir an.”

Selma onu biriyle aldatmayacağım konusunda bana güvenirdi. İşin içinde bir başka kız aramıyordu, ama ona haber vermeden gelmeme bozulmuştu. Telefonu suratıma kapatıverdi. Ne yapacağımı düşünürken ani bir hisle arkama döndüm. Dedektif banyodan çıkmıştı. Yanındaki delikanlıyla konuşuyordu. Büyük dolabın kapağı hafifçe aralık duruyordu. Mümkün olan her yere bakmışlardı. Delikanlı eliyle bana hoşçakal işareti yaparak odadan çıktı. Dedektif bana doğru geldi. Yüzünde özür bezeleri vardı.

“Sizi rahatsız ettik Remzi Bey. Çok garip bir olay.”

Adamın uzattığı elini sıktım ve birkaç kez, “Önemli değil,” dedim. Öyleydi de gerçekten.

Dedektifi kapıya kadar geçirdim. “Telefonu çalıyorsa, yeri tespit edilemez mi bu zamanda?” dedim.

Adam içini çekerek başıyla olumladı. Hakiki profesyoneldi. Bir şey söylemeden asansörlerin olduğu yere doğru yürüdü.

İlk işim küvete bakmak oldu hâliyle. Boş ve lekesiz beyaz yüzeyde çılgınlığın naraları yankılanmaktaydı adeta.

* * *

“Bu zaten her zaman için için hissettiğin anlamlandıramadığın bir şeydi öyle değil mi?”

Yan gözle Rencid’e bakarak başımı salladım. Çardaktan otuz metre kadar uzaktaydık.Korunun kıyıya yakın kısmında duran bir toprak tümseğinin önünde yan yana duruyorduk. Yalnızdık.

“Şimdi ne olacak?”

“Normal hayatına devam edeceksin. Ara sıra bu tür işler çıkacak. Bu rıhtımdan, bizim tabirimizle elrıhtımdan geçerek geleceksin. Senin iki hayat arasındaki köprün olacak. Bu tür şeyler çok sık olmaz. Baban normal aile yaşamını sürdürdü. Neredeyse otuz beş yıl. Sen ve annen bile bir şeyden şüphelenmediniz. En yakın arkadaşları da öyle. O cinayet olmasaydı. Bir risk var daima tabii. Risksiz rızık olmaz.”

Rencid taze imal edilmiş toprak tümseğini işaret etti. “Cengiz Darıgül bizdendi. Onu uyarladılar. Yazık. Bu zaman zaman olur. Ok bazen içerden gelir. Bir çeşit fire. Yaşam denen curcunadaki kaçınılmaz fışkırtılar.”

“O dedektif ve diğer adam benle konuştu. Odayı kendi kimliğimle tuttum. Bir şekilde dikkati çekmez mi bütün bunlar?”

“İki icraat alanı arasındaki gelme, gitmeler ve kalmalar zaman sıçramalarına elverir. Gördün. Balkonda bir dakika durdun, iki saat geçti. Bunun gibi elektronik kayıtlar da yeniden düzenlenmeye açıktır. Bunun için en sofistike aparatları kullanan bir hacker olmak gerekmez. Dalgaların üst üste bindiği anları kollamak yeterli. Cesede de aynı işlemi yaparak buraya transportunu sağladık. Onun için bu yönden merak etme.”

Bütün bunları az önce hep birlikte bir kahve içimi süresinde konuşmuştuk. Bu koy hem o devasa otelli olarak, hem de bu şekilde mevcuttu. Rencid bunun paralel evren işi olmadığını söylemişti. Onların mekânı bir çeşit yedeklemeydi. Sevilen beldelerin, şehirlerin, arazi parçalarının park edilebildiği, marineye çekilmiş bir gemi gibi durabildiği uzay emanethaneleri vardı. Rencid 526 yıllık ömründe bu korulu koyu kullanmıştı. Arkadaşlarıyla birlikte. Daha bir sürü bu tür yerler mevcuttu. Rencid, Füthor, Zühtan, o kahveci delikanlı cindi. Molekül yapıları insanlardan farklıydı. Bin yıla yakın ömürleri vardı. Bu tür uzay ceplerinde yaşıyorlar ve ara sıra normal denen dünyaya geçerek orayı mesken tutmuş yakınlarını ziyarete gidiyorlardı.

Söyledikleri her kelimeye inanmıştım. Buraya gelmek için elimde bavulum asansörle aşağıya inmem ve dış kapıya doğru yürümem yetmişti. Ayrıca bir şey daha vardı. Rencid haklıydı. Artık derinden hissediyordum her şeyi. Demirzârlar cin soyundan geliyordu ve yüzyıllardır bu âlemdeki dostlarına hizmet etmişler ve bunun karşılığında, meslek riskleri hariç, sağlıklı, sıhhatli, uzun ve ekonomik olarak sorunsuz yaşamışlardı. En önemlisi bu ekibin eylemleri asla insanların yıkımına dönük değildi. Tam tersine sistemler arası uyuma çomak sokanları ayıklıyorlardı. Ganimet peşinde değillerdi. Buradaki mütevazı yaşam onlara yetiyor gibiydi.

“Şimdi siz normal yollardan evinize dönün. Selma Hanım, Marmaris bahsini çoktan unuttu. Belki rüyamda Marmaris’teymişsin diyecek bir ara. Eğer dönüş yolunda ararsa bir masal düzersiniz artık.”

Rencid’in uzattığı elini sıktım. Omzunun üstünden görünen çardakta iki arkadaşı masada oturmuş laflamaktaydı. Onlara doğru elimi salladım. His antenleri üzerime kilitliydi. Hiç zaman sektirmeden bana hararetle karşılık verdiler. Tam o sırada bir telefon sesi geldi. Benimki değildi. Daha uzaktandı. Derinden belki de. Önce toprak tümseğe ve sonra Rencid’e baktım. Aynı anda buradaki ortamdan diğerine geçişlenmeye başlamıştım. Adamın yüzündeki gülümseme o ünlü hikâyedeki kedi gülümsemesi gibi en sona kalmıştı. Bizi saran ünlü hikâyelerde belli bir ölçüde cin parmağı vardı anlaşılan.

Otelin ana kapısından çıkıp müşteri bekleyen taksilerden birine doğru yürüdüm. Bavulumu arka koltuğa yanıma aldım. Araba hareket ettiğinde sıradan bir bakışla arkamdan kapının önüne çıkmış olan dedektife baktım. Üzerinde dünkü takım elbise vardı. Gece uyumamıştı herhalde. Telefonla konuşuyordu. Bakışları taksiye fazladan takılmadı. Yüzünü yakından göremiyordum, ama bir şeylere dalmış gibiydi. Ayakkabılarına bakıyordu sanki.

Mantar şişeden sorunsuzca sıyrılmıştı. İçim rahatlayarak arkama yaslandım ve önümdeki saatlerde ne yapacağımı düşünmeye başladım.

* * *

Ahmet Varıcı telefonunu kapatıp can sıkıntısıyla etrafına bakındı. Cengiz Darıgül’ün gizemli bir şekilde sırra kadem basması olayında bir nebze olsun ilerleme sağlanmamıştı. Adamın hatırlı tanıdıkları olduğu için otele sivil polis dolmuştu. Cengiz Bey’in telefonu hâlâ çalışır durumdaydı. Araştırma sonucuna göre telefonun tam şu anda durduğu yerde olması gerektiği saptanmıştı. Sayısız kereler ölçüm yapılmış ve aynı sonuca ulaşılmıştı. Telefon şu anda çalıyordu ve tam ayaklarının bastığı noktadaydı. Çok manyakça bir durumdu.

Gece boyunca bu aparatı aramışlardı. 803 numarada yapılan araştırmayı genişletip bütün katı gözden geçirmişler ve bir sonuç elde edememişlerdi. Bu katta kalanların kimlikleri fazladan mercek altına alınmıştı. 803’te bir gece kalan İhsan Bozyeli adlı genç işadamı az önce çekip gitmişti. Adamın hiçbir sabıkası yoktu. Ödemeyi kredi kartıyla yapmıştı. Odasında bu sabah İhsan Bey kahvaltıdayken yapılan forensik araştırmada Cengiz Bey’e ait bir membran bile bulunamamıştı. Aynı işlem başka odalarda da yinelenmişti. Sonuç sıfırdı. Gözetleme kameraları da saniye saniye incelenmişti. Otelin her noktası kontrol altında değildi ve bazı kameralar zaman zaman devre dışı kalabiliyordu. Bu çok normaldi. Cengiz Bey dün öğleden sonra asansörle sekizinci kata çıkmıştı. Saatler üçü iki geçiyordu. Bu adamla ilgili son kayıttı. Geri dönse ve lobiye çıksa kameralar mutlaka görürdü. Bu olmamıştı. Adam sekizinci kata çıkmış ve yok olmuştu. Cengiz Bey’i biriyle konuşurken gördüğünü iddia eden Alman turist kadın sonradan ifadesini değiştirmişti. Rüya müya lafı etmişti. Kadın yetmiş dört yaşındaydı. Sıhhatli görünüyordu, ama üst katta belki de biraz bellek sürçmesi yaşanıyor olabilirdi.

Ahmet Varıcı sağ ayağının topuğuyla mermer yüzeye hafif bir sadme indirdi ve içini çekerek lobiye döndü. Araştırma şimdilik bitmişti. Yapılacak her şey yapılmıştı. Gidip önce iyi bir kahvaltı yapacak ve sonra odasında birkaç saat uyumayı deneyecekti. Kafasını kurcalayan bazı alengirli noktaları sonra düşünecekti. Bu meselede acele edecek bir hal görmüyordu. Siviller de saatler öncesi çekip gitmişti. Şu anda telefonu çalan Cengiz Bey her nerdeyse geri geleceğe pek benzemiyordu. On dört yıllık polislik ve iki yıllık otel dedektifliği tecrübesine dayanarak adamın temelli gidiş yaptığına nesine isterlerse iddiaya girebilirdi.

Son Demirzâr” için 4 Yorum Var

  1. Selamlar sevgili üstadım;

    Demirzâr ismini ilk gördüğümde çok beğenmiştim. O isme bu sayfalara konuk olan bir öyküde rastlayacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Hele hele bu kadar beğeneceğim bir hikayede…

    Son Demirzâr; her kelimesi, her cümlesi ve her paragrafıyla dört dörtlük bir öyküydü benim için. Büyük bir keyifle okudum, sonuna ne zaman geldiğimi de anlayamadım. Bir bu kadar daha olsa yine okurdum.

    Kaleminize, hayal gücünüze sağlık.

  2. Selamlar Sadık abi,

    Öncelikle “demirzâr” sözcüğünü umuma takdim ettiğiniz için teşekkür ederim, Rıhtım’ın buna vesile olması ayrıca sevindiriciydi benim için.

    O çok sevdiğim Sadık Yemni atmosferi bu öyküde de mevcuttu. Bu tarz paralel evren çıkmaları çok hoşuma gidiyor. Ayrıca şu ‘sofistike aparatlar’da da bi “Zaman Tozları” göndermesi yakaladım sanki ya da ben öyle hissettim. Ama transportun izahı daha keyifliydi. 🙂

    Kaleminize sağlık üstat, son derece başarılı bir öyküydü. Esin verdi.

  3. Merhaba, Bu öykü romanlarınızı okumaya teşfik etti beni. Güzel bir öyküydü; ama kısaydı. Romanlarınız daha tatmin edici olmalı; çünkü uzun ve tadına varıla varıla okunabilir… Ellerinize sağlık, kolay gelsin.

  4. Sevgili Mit. DarLy Opus, Eylem özendirici sözleriniz için teşekkür ederim. Nice yeni birlikteliklere inşallah. Mit ve DarLy Opus gibi yetenekli yazarların sözleri beni ayrıca kıvandırdı. Sizler geleceğin pırıl pırıl yıldızlarısınız.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *