Eve taşınalı henüz birkaç gün olmuştu. Uzun süren ev aramalarından sonra boş olduğunu düşündüğüm bir bodrum katının hemen üzerinde bir daire bulmuştuk. Ne evin içini doğru dürüst biliyordum ne de aynı apartmanda yaşadığımız komşuları tanıyordum. Ben, gecenin bir yarısında dergi için hazırlamam gereken yazıyı yazmak için klavyemin başındaydım. Amacım gecenin ilerleyen saatlerinde ortaya nefis bir öykü çıkarmak değildi. Yalnızca uzun zamandır uzak olduğum yazma çalışmalarıma geri dönmekti. Bir tür ısınma turuydu benim yapmak istediğim.
Bir süre, daha önceden aldığım ve dün gece hepsini tek bir belge üzerinde topladığım internet notlarımın arasında dolaştım. Bu dolaşma esnasında arkadaşlarımın bana taktığı “çöpçü” lakabına ne kadar uygun olduğumu anladım. Yüzlerce sayfa tutan belgelerin içerisinde neler yoktu ki… Fıkralar, gazete yazarlarının makalelerinden alınmış aktarımlar, doğruluğu tartışılabilir anektodlar, forumların birinden alınmış İngilizce tekerlemeler, bir yerlerde kurulmuş yürüyüş gurubunun gezi programları, vesaire vesaire. Kendimde açacağım yeni web sayfası için doküman topluyor ama sayfayı açacak cesaret bulamıyordum.
Bir ara evin içinde hayalet gibi dolaştım. Hala yabancı gibi dolaştığım evin odalarından da bir ilham gelmemişti. Eşim ve küçük kızım bir arada yatıyorlardı en dipteki yatak odasında. Derin uykuda oldukları, üzerlerini örten kalın yorgana rağmen belli oluyordu. Mutfağın yanmayan lambası ışığında nesneleri tanımlamaya çalıştım. Oturma odasının kapısını aralayınca da televizyonun stand by ışığı parladı gözlerime kıpkırmızı. Tekrar salona döndüm. Yeni açtığım sayfanın üzerinde yanıp sönen imlecin dikey minik çizgisine baktım bir süre. Hala aklıma yazmak için bir şeyler gelmiyordu. Eski, mesleğe ilk başladığım zamanlardan kalma sandalyeme oturmak için hiçbir neden yoktu. Nasıl derler bilirsiniz “İlk cümleyi kafanızda oluşturmadan sandalyenize oturmayın” Ellerim cebimde salonun diğer köşesindeki suyla dolu ama içinde balık olmayan akvaryuma yöneldim. Ne yazık ki son sakini de taşınma esnasında ölmüştü. Aklımdan pazartesi günü minik kırmazı Japon balıklarından iki tane daha almak geçti. Bilmem ama akvaryumu birazda kendime benzetmiş olmalıyım; bomboş ve yapayalnız.
Hüzünle baktım bir süre ölübir gezegeni andıran fanusa. Elimi yavaşça yarıya kadar suyla dolu kavanoz irisi cama daldırdığımda o çığlığı duydum. İrkilerek elimi çektiğimde çığlık kesildi. Çığlık parmaklarımın içinden akmış son nokta olan beynime tüm sinirlerim dayanılmaz bir acı yüklemişti. Korku, öfke, pişmanlık, keder, hüzün, karanlık ve yalnızlık, bir anda doldurmuştu kafamın içini. Fısıltılar dolaşmaya başlamıştı evin içinde. Vücudumdaki tüm hücrelerim irkildi bir anda, korkmuştum. Islak elimi istem dışı pantolonuma sürdüm ve alnıma götürdüm. Neden böyle yaptığımı anlamamıştım ama ellerim alnımda ateşimi ölçüyordu, duyduğumsa yalnızca ıslaklıktı. Yorgun ve uykusuz olduğum aklıma gelmişti. Dahası kış kıyamette ev taşımaktan dolayı rahatsızlanmıştım. Kolay değildi tabi, ellerinde bir şeylerle merdivenleri iniyor ve kamyona yerleştiriyordunuz. Önce bir güzel terliyor ardından sokağın soğuğuyla karşılaşıyordunuz. Grip olmuştum.
Kalın ve gür kaşlarım elimden alnıma geçen ve alnımda biriken sıvının gözlerime akmasını engelledi. Sağa sola bakındım, ayakta mı uyuyordum yoksa. Hala sular damlayan elimi tekrar akvaryuma daldırdım. Beynimin tüm hücrelerinde yankılanan o çığlığı tekrar duydum. Hücrelerim dayanılmaz acılar içinde kıvranıyordu. Bu kere cesaretim biraz daha galip gelmiş elimi daha uzun süre suyun içinde tutmuştum. Yorgun ve hasta zihnim bana oyun oynuyor olmalıydı. Benle inatlaşır gibi duyduğum çığlık artınca, içimden gelen korku seline yenik düştüm ve elimi sudan çıkardım. Akvaryumun bulunduğu sehpanın hemen yanındaki koltuğa çöker gibi oturdum. Bakışlarımı biraz kaldırınca karşımda duvarım ortasında duran saate takıldı gözlerim. Saat gecenin ikisi olmak üzereydi.
Oturup kaldığım koltukta bir süre anlamsızca sağa sola bakındım. Bu neydi böyle, vicdan desem değildi. Ufak tefek hatalarım vardı herkes gibi ama onlar bu hisleri yaşatacak kadar ağır değillerdi. Neydi bu; bir çığlık mı yoksa inlememi ya da yardım çağrısı mı? Ne yalan söyleyeyim korktum. İçimden o an, hemen şimdi, kaçmak, gidebildiğim kadar uzağa koşmak geçiyordu. Bedenim o kadar ağırdı ki tonlarca ağırlığındaki makineleri yerlerinden zorlanmadan kaldıran vinçler gelse beni yerimden milim bile kıpırdatamazdı. Çığlıksa gittikçe uzaklaşan bir trenin sesinin tepelerde yankılanması gibi azala azala kulaklarımda yankılanıyordu. Ve tabii anlayamadığım fısıltılar… Fısıltılar…
Gözlerim usulca yanımda duran akvaryuma kaydı. Eğildim, suları taradım yavaşça, sanki içeride bir ruh veya üç harflilerden biri ya da kocaman bir adam varmışta ben göremiyormuşum gibi göz bebeklerim her santimetre karesini inceledi. İri beyaz kumlar, aralara serpiştirilmiş renkli taşlar, ucuz akvaryum oyuncakları ve bulanık su vardı yalnızca. Değil çığlık atacak, soluk alacak bir canlı olamazdı o cam kutuda. Gözlerimi kapadım usulca…
Ne kadar zaman geçmişti aradan bilmiyorum ama aynı çığlık kulaklarımda bir kez daha yankılanınca gözlerimi korkuyla açtım. Bu kere daha acılı bir çığlıktı. Sesin tınısında dünyanın taşıyamayacağı kadar çok acı vardı. Vücudumun tüm tüyleri duyduğum ürpertiden ayaklanmışlardı sanki . O yerinde kıpırdamaz sandığım bedenim bir anda fırladı. Salonu koşar adımlarla geçtim. Bu defa ses içeriden eşimin ve kızımın uyuduğu yerden gelmiş gibiydi. Salonun kapısı gıcırdayarak açıldı. Aynı koşar adımlarla uzun koridoru aştım. Yolluk kestirmek için ölçtüğümde yedi metre gelen koridor bitmiyordu bir türlü. Yatak odasının kapısını araladığımda derin bir oh çektim. Önde yatan kumral baş ve ona dönük uyuyan minicik kafa. Dakikalarca önce bıraktığım gibi uyur buldum ailemi. Çığlık atan burada da yoktu.
O korkunç çığlığı herkesin duyacağını, duyan herkesinde korku ile balkona çıkacağını tahmin ettiğimden mutfağın balkon kapısını açtım. Uzakta miyavlayan kedilerin sesini duydum önce, ardından daha da uzakta havlayan, uluyan köpekler sürdürdü gecenin bitmeyen senfonisini ve ana yoldan geçen araçların uğultusu gibi tamamlıyordu orkestranın ezgisini, ama başka bir ses yoktu. Yanımda ve karşımda duvar gibi dikilen bloklarda ise hiç ışık yoktu. Kafamdaki soru işareti iyice artmıştı; bu çığlık nereden ya da kimden geliyordu. Belli ki bedenim ve zihnim iyice yorgundu. Gecenin soğuğuna aldırmadan dakikalarca dikildim balkonda. Alışılagelmiş seslerden başka ses yoktu gecenin zifiri karanlığında. Aradığımı burada da bulamamıştım, içeri girdim.
Salona yöneldim, yatmanın zamanı geldi diye düşünüyordum. Açık unuttuğum bilgisayarıma yaklaştım. Elim masa üzerindeki fareyi kavradı, parmaklarım otomatik olarak kapatma düğmelerini tıkladı. Bir dakika sonrasındaysa salonu inleten uğultu kesilmiş, bilgisayarımın soğutma fanı kapanmıştı. Monitörün düğmesine uzandığımda da salonu aydınlatan mavi ışıkta kaybolmuştu. Karanlık, bilinçaltındaki beklentimi gerçekleştirmiş, o uğursuz sesi tekrar duymuştum. Garibi ise anlamsız bir çığlık olarak değil bir inleme olarak duymuştum. İçeride her şey normaldi, sokakta da. O zaman ses dışarıdan geliyor olmalıydı ama evin dışından, binanın içinden. İçimde her çığlıkta büyüyen korku yerini garip bir merak duygusuna bırakmıştı.
Önce kapının inleyen sesi merdiven boşluğunda yankıladı. İnsan zihni gariptir, o saniye belki de saniyenin küçük bir kesrinde kapının menteşelerini yağlamayı düşündüm. Elim kapının hemen yanında olması gereken merdiven otomatiğini aradı karanlıkta. Parmaklarım düğmeye dokuduğundaysa kırmızıya yakın bir loşluk doldurdu mermer basamaklardan oluşan boşluğu. Başımı kaldırıp yukarıya baktım usulca, beş kat ve on daire uyuyordu. Koca apartmanda bir ben vardım uyanık bir de çığlıkların ve inlemeleri sahibi. Çıt etti ışığın düğmesi ve ortalık bir anda koyu bir karanlığa gömüldü. Bir saniye kendimi aptal gibi hissettim. Saat gecenin bilmem kaçı ve ben apartmanın merdiven boşluğunda sesler aranıyordum. İçeri girmeğe karar verdim. Bu defa yatıp uyumaya kesin kararlıydım. Ne ses ne çığlık ne de beynimin içinde yankılanan fısıltıları dinlemeyecek başımı yastığa gömüp ölü gibi uyuyacaktım.
Dediğimi yaptım bir dakika sonrasında, başımı yastığa gömecektim ama o çığlığı bir kere daha üstelik kapının eşiğinde duyunca kendi kendime verdiğim sözler uçtu gitti. Bu defa anlamıştım, ses aşağıdan geliyordu ve bacaklarım beni çığlıkların geldiği yere, bodruma doğru sürüklüyordu. İlk yarı katı geçtiğim de karanlık içerisindeki zayıf ışığı gördüm. Ayaklarım, her basamakta biraz daha ağırlaşsa da zorluyordum kendilerini. “iyilik..” diyordu fısıltılar. “Baba ne olur” diyordu sanki…
Basamaklar bittiğinde geniş bir açıklığa geliyordunuz. Burada yol ikiye ayrılıyordu. Sağda ve solda iki koridor uzanıyordu karanlığın kalbine doğru. Koridorun bir yanında da her daire için ayrılmış odunluklar vardı karşılıklı sıralanan. Her dairenin kendi yanında birer odası –yada odunluğu yahut kömürlüğü- vardı. Diğer yanındaysa eski, formika kaplı bir kapı vardı. Belli ki burada biri oturuyordu. İşte ben o zayıf ışığın soldan, bodrumun solundan yani oturduğumuz dairenin hemen altından geldiğini gördüm. Sesler buradan geliyordu. O zaman sesin kaynağının bir değil iki olduğunu anlamıştım. Biri ağlıyor ve inliyordu; diğeri ise acı içinde kıvranıyor zaman zamanda çığlık atıyordu.
Parmaklarımın ucunda sessizce yaklaştım soluk ışığa doğru, ya içimdeki merak canavarı yiyecekti beni yada karşılaşacağım durum. Önümdeki kapalı kapının ardında oluyordu tüm olanlar. Elimle kapıya dokununca hafif zorlandı ama bedenimin ağırlığına dayanamayan kapı aralanıverdi içeri davet edercesine. Yavaşça içeri girdim. Işık dipteki yatak odasında geliyordu. Kapının eşiğine geldiğimde gördüklerimin karşısında damarlarımda dolaşan kanın birden donduğunu sandım.
Karşımda tanımlanamayacak bir canlı duruyordu. Tanımlayamayacak diyorum çünkü ilk baktığınızda saçları kazınmış kocaman bir kafa görüyordunuz Saçların olması gereken geniş boşluktan aşağı indiğinizde derin karanlık çukurlarda kalmış simsiyah iki göz parlıyordu baktığınız yüzde. Yara bere içinde avurtlarına kadar çökmüş bir baş getirin gözlerinizin önüne. Sanki deri doğrudan kafatasına yapışmış gibiydi. Uzun zamandır karanlıkta kaldığı anlaşılan göz bebekleri kocamandı. Sivri çene yüzdeki korkunç ifadeyi tamamlıyordu. Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Bilmediğim, dahası davetsiz girdiğim bir evde kapı eşiğinde donup kalmıştım. Bir an göz göze geldiğimizi düşünerek hızla çektim kendimi geri Birkaç saniye sonra bakışlarım tekrar içeriyi araştırıyordu.
Bir insandan çok hilkat garibesini andıran gölgenin kafasının yanında sızan kan çenesinden aşağıya süzülmüş beyazlığı kirden görünmeyen atletinin omzuna damlamıştı. Duvardaki işaretlere bakınca bu kişinin uzun zamandır burada kaldığını anlıyordunuz. Uzun süredir bağırıyor olmalıydı ki sesi kısılmıştı. Elinde yarısı çamur gibi suyla dolu bir fanus vardı ve zaman zaman elini o suya daldırıyordu.
“Baba, bana balık alacak mısın” dedi anlaşılmaz bir sesle. İşte o zaman insan olmaktan çıkmış neredeyse bir ucube halini almış olan varlığın yanındaki boş akvaryumu fark ettim.
“Alacağım yavrum” dedi bir başka ses. “Hem de en güzellerinden, en renklilerinden alacağım”
Odada gölgelerin arasında sırtı kapıya dönük biri vardı. Biraz dikkatli bakınca daha doğrusu dinleyince arada duyduğum inlemelerin ağlama olduğunu anladım. Apartmanda neler dönüyordu böyle. Gözlerim kapı tahtaları aralığında öylece ne kadar kaldığımı anımsamıyorum.
Kafamdan bin bir türlü düşünce geçiyordu. Deli tarafım içeri dalmayı hayal ediyordu. Zulüm altındaki genci kurtarmak, diğer adamı içimde geldiğince hani o karşısındakine layık gördüğü şekilde dövmek, dövmek ve öylece bırakmak istiyordum. Bu benim gibi ortalama bir insanın yapabileceği bir kahramanlık değildi. Ya da her şeyi öylece –ne halleri varsa görsünler diye- bırakıp gidecektim. Ama en doğrusu mantığımın söylediğiydi. Mantığım yukarı çıkıp polise haber vermemi söylüyordu. Öylede yaptım zaten, sessizce yukarı çıktım, polise telefon etmek için.
Anahtarla kapıyı açmaya çalışırken, bir patlama sesi duydum. Tabanca sesi olmalıydı. Donup kalmıştım. Boğuk bir çığlık ardından geldi. Yönümü tekrar bodrum katına çevirdiğimde ise ikinci patlama gerçekleşti. Kapı aralığına vardığımdaysa her şey olup bitmişti. Birkaç dakika öncesine kadar sessizlik tapınağı gibi duran merdivenler, kapı gıcırtıları, ayak sesleri ve mırıldanmalarla homurtularla dolmuştu.
İçeri girdiğimizde gördüğümüz durum korkunçtu. Yerde yatan yaşlı bir adam sırtını duvara dayamış uyur gibi duruyordu. Bir tabanca tutan sağ eli yanına düşmüştü. Siyah çelik namludan dumanlar tütüyordu. Bir de adamın dizinde uyur gibi duran o korkunç tip vardı. Gözlerini babasına dikmiş öylece bakıyordu. Bir eli hala küçük akvaryum kabındaydı. Göğsünden akan kanlar şimdiden küçük bir gölcük oluşturmuştu çıplak ayaklarının dibinde. Apartman sakinleri kapıya yığılmışlardı ama ben dahil kimse içeriye girme teşebbüsünde bulunmuyordu.
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Telefon etmek için yukarıya merdivenlere yöneldim. Oldum olası cep telefonumu evdeyken yanımda taşımazdım. Ama diğer komşular benim gibi olmadığı için çoktan aramışlardı polisi. Yine de merdivenlerde durmadım, aklıma gelenin doğru olduğundan emin olmak için yukarı fırladım. Eve girip salona girdiğimde yaptığım ilk hareket elimi balıksız akvaryumun soğuk suyuna batırmak oldu. Ne bir çığlık duyuyordum ne de bir acı. Sonsuz bir sessizlik ve huzur vardı içimde. On dakika sonra polis arabasının mavi kırmızı lambasının yansıması blokların arasındaydı. Neler olup bittiğini ertesi gün öğrenecektim ve öğrendiğimde o gece duyduğum seslerin birer anlamı olduğunu anlayacaktım.
Mahallenin bakkalı olan biteni cenazeden sonra anlattı. Bir işçi ailesinin tek oğullarıymış ölen, öldürense öz be öz babası. Bir ailenin gururu, umudu sevinci ve geleceği olan delikanlı, ailesinin kıt olanaklarını kullanarak okumak için büyük kentte gönderilmiş. Zamanla delikanlı yanlış arkadaşlar ve yanlış alışkanlıklar edinmiş. Bu arkadaşlardan biri Azrail’in günümüzdeki adı olan AİDS bulaştırmış. Çocuk günden güne solmaya erimeye başlamış, ne hastaneler ne de doktorlar bir çare bulamamışlar.
Anne, oğlunun gözünün önünde mum gibi erimesine dayanamamış ve hastalanmışmış. Bu ailenin ilk kaybı olmuş. Tedavi aşaması geçtiği için doktorlar ilaçları verip hastayı taburcu etmişler. İki gece önce de yaşlı adam oğlunu evlerine getirmiş. Bakkal Tamer “Çocukluğundan beri tanırdım Umut’u” dedi. “Mertti, dürüsttü, çalışkandı.” Anlaşılan eğitim sistemimiz bir kayıp daha vermişti.
“Son zamanlarda ‘son bir iyilik istiyorum senden’ diye yalvarıyormuş babasına diye duydum” dedi. Ardından “Allah Taksiratını affetsin” cümlesiyle sözlerini bağladı. Tam kapıdan çıkmak üzereyken arkamdan,
“Birde…” dedi, aniden aklına gelmiş gibi söylediği son bir iyilik istemiş. Bu hikayeyi öğrendikten sonra o gece sıkça duyduğum cümle anlam kazanmıştı. Gece evde salonda dolanan inilti “Son bir iyilik baba” diyordu yalvarır gibi. “Son bir iyilik”
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
- Küpe Bağları - 1 Şubat 2024
- Garip Bir Rüya - 1 Kasım 2023
Hikayen konu olarak gayet iyi geldi bana. İyi bir kurgu vardı karşımda. Fakat anlatış tarzın vasat göründü gözüme. Yer yer yaptığın yazım hataların akıcılığa darbe vurmuş. Ayrıca noktalama eksikliklerin yüzünden dikkatimi tam veremedim öyküye. Bazı noktalarda hafiften heyecanlandığım oldu ama yine de tam bir heyecan uyanmadı bende. Bilmiyorum, belki de hikayeye veremedim kendimi. Dediğim gibi; konu güzel, ama daha iyi anlatılabilirdi. Bunu, daha fazla yazarak geliştirebileceğine inanıyorum. Umarım öykü yollamayı kesmezsin ve sonraki aylarda yazdıklarını görünce, şimdi yaptığım bu yorumlardan dolayı kendime lanetler yağdırırım 🙂 Saygılar.
Etmeseh’in yazdıklarının bazılarına katılmakla birlikte akıcılığı etkileyen unsurlardan birinin bol bol devrik cümle kurmuş olmandan kaynaklandığını söyleyebilirim. Çünkü ben de hep gayrı ihtiyari devrik cümleler yazarım. Bir yerde okumuştum, insan düşünürken devrik cümlelerle düşünürmüş o yüzden sanırım bol bol devrik cümleler kullanmamız. Sana kendimden bildiğim bir önerim; öykünü bitirdikten sonra bir kez daha oku ve cümleleri tek tek düzenle.
Anlatım tarzına gelecek olursam; evet, pek akıcı değildi ama çoğu yerde, anlattıklarını gözümde canlandırabildim. Duyguları ifade ediş tarzın çok çok olmasa da iyi sayılırdı. Esasen sonunun daha ‘fantastikamiz’ biteceğini düşünsem de güzel bir son olmuş. Ellerine sağlık.. 🙂