-Sonsuzun Gücü Adına-
#1
Çatalını kanlı bifteğine batırırken aynı zamanda gökyüzünü izliyordu. Her hafta mutlaka bir kez uğradığı mekanda, pencere kenarındaki yerine kurulmuş, pencereye çarpan yağmur damlalarına bakıyor, etini kemiriyor ve gök yüzünü izliyordu, yapabilecek başka bir şeyi varmış gibi.
Bir bardak buz gibi suyu tek dikişte içtikten sonra ahşap masanın üzerine hesabı bırakarak kapıya doğru yürümeye başladı. Ağzında, filmlerdeki iyi ama tekinsiz adamlarda olduğu gibi, bir kürdan vardı ama hayatını o kadar olağan ve düz yaşıyordu ki tekinsizlik onun için doğru kelime sayılmazdı. Eski,tahta kapıyı tek eliyle açarken diğer eli ile deri ceketinin yakasını düzlüyordu.
Hava hafif yağmurluydu ve yerlerde ufak göller oluşmaya başlamıştı. Buna rağmen havadaki bulutlar fazla seyrekti ve güneş yeni basılmış bir bozuk para gibi parıldıyordu. Kuşlar, köpekler, kediler ve geriye kalan her şey sanki bir anda suskunluğa gömülmüştü o çıkınca. Uyumlu ve senkronize bir sessizlik.
Artık rahatça döküntü denebilecek arabasının yanına geldi ve bir süre camdan yansımasını seyretti. Saçı ve sakalları birbirine girmişti, yüzündeki tek kılsız bölgeyi ise ucuzcudan aldığı güneş gözlüğü kapatıyordu. Bu her şeyin yolunda gittiğini gösteriyordu aslında. İşi gereği kimliğini kolay kolay açık etmemek zorundaydı ve çoğu zaman bunu kar maskesi ile yapmak zorunda kalıyordu. Kar maskesini sevmezdi, onu bunaltıyor ve gereksiz bir stres altında hissettiriyordu. Neredeyse yirmi yıldır bu işi yapıyordu ama hala kar maskesine alışamamıştı. Bir ara hokey maskesi de denemişti ama bu seçenek ise ona fazla sıradan görünmüştü.
Yeterince beklediğini düşündükten sonra son bir kez krom kaplı saatine baktı ve arabasına bindi. Şaşırtıcı bir şekilde araba ilk denemesinde çalışmıştı. Motordan yükselen bağırtı doğanın sessiz senfonisini bir anda bölmüştü ve uyuyan bütün canlılar onunla beraber ayağa kalkmıştı. Etrafı şaşkın bakışlarla süzen köpeklerden birini siyah dumanın içerisine gömerek hızla yola çıktı.
#2
Alarmı çalmaya başladığında çoktan duştan çıkmıştı. Yoğun dumanın arasında havlusuna sarılarak çıkıp alarmı susturdu. Evet, vakit yaklaşıyordu. Havluyu yatağın üzerine fırlatıp, masanın üzerindeki kıyafetlerini giyinmeye başladı.
Havlunun ıslak olması ve yatağı ıslatacak olmasını düşünmek zorunda değildi. Sonuçta burası ucuz bir pansiyondu ve çarşaflar kolay kolay yıkanmıyordu. En azından üzerlerine birazcık su değmesi bile onlara iyi gelirdi.
Saatini koluna bağlarken odanın küçük penceresinden yolu izliyordu. Gün daha yeni ışımaya başlamıştı ama yol şimdiden akmaya başlamıştı. Onlarca, rengarenk araba, kanın damarlarda akması gibi yolun üzerinde akıp gidiyordu. Ona ise sadece izlemek düşüyordu, şimdilik.
Anahtar ve cüzdanını aldıktan sonra çantasını son bir kez daha kontrol etti. Evraklar, kağıtlar, silah, mermiler, bir kaç kalem ve daha bir çok şey. Hepsi dün geceden hazırlanmıştı.
Kapıyı arkasından çekip döşemeleri soyulmaya başlamış merdivenlerden hızlıca aşağı indi. Karşısına ilk çıkan şey resepsiyon masası ve masanın arkasında uyuyan yaşlı adam olmuştu. Masanın üzerine parayı bıraktıktan sonra kapıyı nazikçe açtı ve dışarıya ilk adımını attı. Araba yağmurla yıkanmıştı ve güneşin altında parlıyordu. Yüzünde oluşan anlamsız sırıtış ile beraber arka kapıyı açıp çantayı bıraktı. Ardından sürücü koltuğuna geçti ve derin bir nefes alıp motora ilk gücü verdi.
Hazırdı ve artık zamanı gelmişti.
#3
Zaman geniş bir kavram. Fakat buna rağmen insanoğlu onu belirli kalıplara sığdırmaya çalışmış. Yıllar, aylar haftalar, günler saatler, dakikalar, saniyeler ve daha bir çok gereksiz tanım. Bunların hepsi bana Eskimoların “kar” için yüzden fazla kelime kullanmasını hatırlatıyor. Kar, senin ya da benim için soğuk ve beyazdır fakat oradaki Eskimo için kızağının altındaki, iglosunun üzerindeki, yumuşak olan, sulu olan gibi bir çok farklı şekle ayrılır.
Yine bu şekilde bir gün birisi kalkıp kendince zamanı parçalamış ve o günden beri insanlar bu parçalanmayı ortak kabul etmişler. Zaman gibi sonsuz ya da en azından sınırsız bir kavramı bölümlere ayırmışlar. Peki ya bir gün birisi bunu sadece iki parçaya ayırırsa ne olur?
Yaşamdan öncesi ve yaşamdan sonrası.
Peki ya biraz daha şansını zorlayıp üçe ayırırsa?
Yaşamdan öncesi, yaşamdan sonrası ve tam arası. Üç sonu olmayan fakat bir o kadar da kısa geçen parça.
#4
Döküntü araba, sürücüsü gaza her yüklendiğinde asfaltı biraz daha hırpalıyordu. Motordan yükselen çığlıklar ise dışarıda kıyameti koparırken sürücü için bir masal gibi geliyordu. Motorun içerisindeki en ufak parçaların birbirine çarparak çıkarttığı en tiz seslerin bile sürücüye olan etkisi tarif edilemezdi.
Şehrin içerisinden çıkmış ve artık toz yola girmişti. Radyodaki güzel olduğunu tahmin ettiği kadının yerine artık sadece cızırtılar vardı. Arabanın arkasından esen sert rüzgar, turuncu toprağı havada bir kaç kez çevirdikten sonra tekrar yere vuruyor ve ardından bir başka öbeği tekrar havalandırıyordu. Araba rüzgarın gücü ve kendi çelimsizliği yüzünden içi boş bir konserve gibi sallanıyordu.
Adam yüzünü ekşiterek sakalları ile oynamaya başlamıştı. En sonunda arabasını yoldan çıkartarak dev bir kayanın yanına park etti. Kaya, turuncu çölün ortasına adeta dev bir heykel gibiydi. Arabasından indiğinde öce biraz etrafına bakındı. Buluşma yeri burasıydı ama henüz hiç kimse yoktu.
Biraz daha bekledikten sonra bir başka aracın o yöne doğru geldiğini gördü. Evet, başka hiç kimse yoldan çıkıp bu sıradan kayanın yanına gelmek istemeyeceğine göre bu o olmalıydı.
Araç yavaşladı ve kayanın diğer yanında durdu. İçeriden inen bakımlı adam tek bir kelime bile etmeden bagajını açtı ve bir çanta çıkarttı.
“Günaydın.” dedi adam. Boştaki elini uzatarak, “Sanırım sizin için buradayım.”
Kirli sakallı olan derin bir nefesle ciğerlerini tozlu çöl toprağı ile doldurdu. Saatini çıkartıp adam tokalaşmak için uzattığı eline verdi. “Bu işi daha fazla uzatmak istemiyorum, nereden bakarsan yüzlerce yıl oldu ve artık her an benim için fazlasıyla kıymetli.”
Bakımlı adam gülümseyip saati deri çantasının içine attı. “Siz bayım, şimdiye kadar çalıştığım en garip adamsınız…” Konuşmasına devam ederken arabasından bir şişe ve iki bardak getirmişti. İkisi de yere uzanmış, kayanın gölgesinde içkilerini yudumlamaya başlamıştı.
“Bu işe ne zaman başlamıştınız?” diye sordu.
Adam biraz etrafına bakınıp sözlerini toparlayınca sözüne başladı, “Gençtim ve paraya ihtiyacım vardı.” dedi ve içkisinden bir yudum daha aldı.
“O zamanlar iş bulmak için gazetelere bakamazdık, o zamanlar ne gazete ne de diğer ıvır zıvırlar vardı. Ben de köy meydanına inip, diğer bütün gençler gibi iş aramaya başlamıştım. İlk olarak orada tanışmıştım bu işle. Girdiğim hanlardan birisinde sarıklı bir adam oturuyordu. Şansa bak ki, tek boş sandalye de o adamın yanındaydı. Oturdum ve kendimi kaderimin ellerine bıraktım o andan sonra. Sanki her şey planlanmış gibi işliyordu. Bana örgütlerinden bahsettiler, öldürülen her adam başına verilen yüzlerce altını anlattılar. Kadınlardan ve içkilerden konuştuk. Anlayacağın aç ve kanı kaynayan bir genci nasıl ele geçireceklerini iyi biliyorlardı. Ardından beni kale gibi bir yere götürdü. Aylarca süren eğitimden sonra ise bileğime o deri kayışı bağladılar. İşte o zamandan beri durumum böyle.”
Adam içkisini bitirmiş, çantasından çıkarttığı saate akıyordu. Akrep ve yelkovan dışında bir de üçüncü bir çubuk daha vardı bu saatte.
“Peki o zaman, size bol şans” dedi ve arabasıyla beraber uzaklaşmaya başladı. Çantasını adamın yanında bırakmıştı.
Adam arabanın arkasında bıraktığı toz bulutunun içerisinde savrulurken çantayı açtı. Evet, ödülü elindeydi artık. Tabancanın soğuk kabzasını avuçladı ve yavaş yavaş inceledi. Üzerindeki çiçekli işlemeler son gördüğü şeyler olacaktı. Yağmurun dindiğini işte tam o zaman fark etmişti. Yağmur dinmiş ve artık yerini tamamen güneşe bırakmıştı.
Silahı kaldırıp başına dayadı. Ödülüne, ölümün sıcaklığına daha önce hiç bu kadar yakın olmamıştı.
Elinize sağlık. İlginç bir final.