NOT: Bu öykü Ölüler Ülkesinden Hikayeler evrenine ait bağımsız tek parça bir öyküdür, Ölüler Ülkesi Musibet serisi ayrıca devam edecektir).
Zorunlu akşam duasından çıktıktan sonra, sınırdaki boş evlerden birinde buluştular. Bu sınır evlerinin dış dünyaya açılan kapı ve pencereleri geniş tahta dilmelerle kapatılmış, önlerine eldeki işe yaramayan ne varsa yığılmıştı. İnsanlar yokluğunda anlamışlardı, elektrik uygarlığın ve modern hayatın görünmez en büyük payandasıydı. Elektrik olmadığında kullanılmaz hale gelen o kadar çok şey vardı ki. Tüm o akıllı fırınlar, buzdolapları, klimalar, televizyonlar artık bambaşka bir dünyaya ait arkeolojik kalıntılar gibiydiler. İnsan hayatından çıkmışlar ve hızla da unutulmuşlardı…
Selin korkuyordu. Sessizce arkadaşlarına ¨Emin misiniz?¨ diye sordu? ¨Çocuğu gerçekten öldürecekler mi?¨
Erhan sevgilisine baktı, başını salladı, ¨Evet¨ dedi, ¨Çocuğu öldürecekler!¨
Selin inanamıyordu, teyit etmek için biraz ileride sessizce duran sakallı adama döndü, ¨Sen ne diyosun Ahmet? Yanlış duymuşsunuzdur belki? Olamaz mı?¨
Ahmet onlara doğru yaklaştı, sessizce konuştu, ¨Yanlış falan duymadık Selin. Eğer bir şey yapmazsak… O çocuklardan birini 3 gün sonra kurban edecekler¨
Erhan, Selin ve Ahmet karanlık salonda bir süre sessizce birbirlerine baktılar. Salgın başlayalı 3 yıldan fazla olmuştu ve hepsi de çok fazla vahşet görmüştü. Birkaç insan ömrüne yetecek kadar hem de. Ama göz göre göre bir çocuğun öldürülmesi pek alışılabilecek bir şey değildi.
Yaşadıkları yerde yaklaşık 100 kişi vardı. Burası Orta Anadolu’da bir ilçenin kenar mahallesiydi aslında. Küçük bir kaleyi andırıyordu. Erhan ve Selin doktordular. Ahmet ise bir bilgisayar dergisinde editördü. Olacakları öngöremediği için oldukça kötü bir kariyer planlaması yaptığını düşünüyordu. Doktorluk ise tüm olanaksızlıklara rağmen, ilkel koşullarda bile işe yarayabilen bir meslekti. Açık kalp ameliyatı yapmaları hayaldi ama, kırık çıkıklarla, silah yaralanmalarıyla, belli bir noktaya kadar hastalıklarla baş edebiliyorlardı. Dünya şüphesiz salgından önce de bir cennet sayılmasa da, nispeten daha yaşanabilir bir haldeydi. En azından ölüler ölü kalmayı biliyorlar, tanımadığınız insanlar su dolu bir matara, ya da tatsız tuzsuz bir pilaki konservesi için boğazınızı kesmeye çalışmıyorlardı.
Yaşadıkları yere Umut köyü deniyordu. Erhan, Selin ve Ahmet 4 ay önce buraya gelmişlerdi. Daha doğrusu getirilmişlerdi. Sonra da zorunlu birer sakin olmuşlardı. Kasabayı yöneten ve her şeyden tek başına sorumlu olan Paşa baba ikisinin doktor olduğunu öğrenince, kalmaları için ısrarcı olmuştu. Paşa baba 50 yaşlarında, kır saçlı, orta boylu bir adamdı. Köyü o kurmuştu ve o yönetiyordu. Herkesi o organize ediyor, iş bölümünü o yapıyordu. Ayrıca çıkan her türlü sorunda, anlaşmazlıkta hakemliği de o yapıyordu. Tek başınaydı. Yanında güvendiği, ara sıra bir şeyler danıştığı birkaç kişi vardı o kadar. Salgından sonraki kaotik dünyada derli toplu bir sistem kurmayı başarmıştı. İnsanlar memnundu. Herkes görevini yaptığı sürece karınlarının doyması, barınmaları ve en azından sağ kalabilme ihtimalleri çok fazlaydı. Paşa baba’nın her dediğine inanıyorlar, her emrini sorgusuz sualsiz yerine getiriyorlardı. Bu sebeple de kimsesiz çocuklardan birini kurban edeceklerdi. Çünkü Paşa baba öyle istiyordu.
Paşa baba çocuğun neden kurban edilmesi gerektiğini herkese gayet güzel izah etmişti. Evet bir çocuğun öldürülmesi de izah edilebiliyordu bugünlerde. Paşa baba’nın geçmişini tam olarak bilen yoktu. Söylentilere göre salgından önce pek dindar birisi değildi. Ama salgından sonra kendini tamamen dine adamıştı. Tek birine değil üstelik, bir çoğuna birden. Ölülerin hortladığı bu dünyada herkes bir şeylere sarılma ihtiyacı hissediyordu. Bu anlaşılabilir bir şeydi. İnsanın bir sonraki gün sağ kalabilmek için niye mücadele ettiğine dair bir gerekçesi olmalıydı. Bu sebep bazıları için bir her şeyin eski haline döneceği umuduydu. Hala yanında bir sevdiği ya da yakını olan kişiler ise birbirleri için mücadele ediyorlardı. Paşa baba da inançlara sarılmıştı. Yaşadıkları bu akıl almaz felaketi kutsal kitaplarda bahsedilen kıyamet olarak yorumluyordu. Hatta ona göre çoktan ölmüşler, arafta kalmışlardı. Artık yapacak tek şey vardı. Yüce Tanrı’yı daha fazla kızdırmamak. Onun için de her yıl hayatta kaldıklarına şükretmek için bir kurban vereceklerdi. Okuduklarını öyle yorumlamıştı. Herkes de kabul etmişti. Karar verilmişti.
Selin ve arkadaşları köye yerleştirildikleri ilk andan itibaren Paşa babadan hoşlanmamışlardı. Heyecanla konuşan, güler yüzlü bu mütevazi adamın hiç de göründüğü gibi babacan bir adam olmadığını düşünüyorlardı. Bir kere farklı fikirlere tahammülü yoktu. Belki açık açık itiraz etmiyor, sizi dinliyor görünüyordu ama sadece kendi bildiğini okuyordu. Her şeyi bildiğini düşünüyordu ve daha da kötüsü bu bundan zerre şüphe duymuyordu. Son günlerde ilahi mesajlar aldığını iddia etmeye başlamıştı. Onun bu kendinden çok emin tavırları Selin, Erhan ve Ahmet’i tedirgin ederken, köyün diğer sakinlerine anlaşılmaz bir huzur ve rahatlık veriyordu.
Salgının ilk yıllarında Paşa’nın etrafında kendisine tapacak kadar bağlı çekirdek bir grup oluşmuştu. Bu insanların çoğu gerçekten de hayatlarını Paşa baba’ya borçluydular. O, insanları kurtarmak için yaşamını tehlikeye atmış, kendini feda etmişti. Kafa karıştırıp ikilemde bırakan, insanların birbirleriyle göz göze gelmeye çekindiği durumlarda, yapılması gerekeni o yapmıştı. Kimsenin sorumluluk almak istemediği anlarda taşın altına elini o koymuştu. Kararları o almıştı. Uygulamıştı. Sonuçlarına da katlanmıştı. Şansı da biraz yaver gidince, insanların saygı duydukları ve sorgulamadıkları, körü körüne takip ettikleri bir lidere dönüşmüştü. Aç bilaç, tüm sevdiklerini kaybetmiş, ölüm korkusuyla yaşayan insanlara umut, tutunacakları bir dal olmuştu. Ve şimdi de tüm bunların insanoğlunun işlediği günahlar yüzünden olduğunu söylüyordu. İnsanları kandırmıyordu. Buna inanıyordu. Bundan emindi. Biliyordu. Her gün Tanrı’yla konuşuyordu. Kurtuluş yolunu yalnız o biliyordu.
Selin 4 ya da 5 hafta önce, Erhan ve Ahmet’le yalnız kaldığı bir ortamda, kendisini çok yalnız hissettiğini söylemişti. Diğer insanlarla aralarında görünmeyen bir duvar vardı sanki. Bu duvarı sebebi de Paşa Baba’ydı. Bir kasabalıyla arkadaş olduklarında konu bir zaman sonra ister istemez Paşa Baba’ya geliyordu. Ve kasabalılar bu yeni konukların kendileriyle aynı duyguları paylaşmadıklarını anladıkları anda o görünmeyen ama elle tutulacak kadar da belirgin bir duvar oluşuyordu. Erhan ve Ahmet de benzer şeyler hissettiklerini itiraf etmişlerdi. Bu kasaba güvenliydi, onlara barınak ve yiyecek sağlıyordu. Selin ve Erhan doktor oldukları için saygı da görüyorlardı. Ama içten içe onları kemiren bir şeyler vardı. Ve görmezden gelmeye, bastırmaya çalıştıkları bu hisleri sonunda kocaman bir balon gibi patlamıştı.
Bir şey yapmaları gerekiyordu. Artık oturup izleyemezlerdi. Selin’in önerdiği fikir uygulamada zordu ama en barışçıl çözüm de oydu. Kimsesiz 8 çocuk tespit etmişlerdi. Çocuklarla ertesi gün konuşacaklar, gece yarısı tam sınırdaki bu binaya getirecekler ve barikatın zayıf bir kısmından kaçıp gideceklerdi. Daha sonrasını düşünmemişlerdi. İş oraya gelirse gerisi kolaydı.
Yol için erzak dolu sırt çantaları hazırlamışlardı. Ahmet bu çantaları bir pencerenin önüne itilmiş bir buzdolabının arkasına sakladı. Erhan ve Selin de çıkışı son bir kez daha kontrol ettiler. Dışarıdan belli olmuyordu ama, balkon kapılarından bir tanesi açılıp kapanabiliyordu. Arkasında da çakılı tahtalar değil sadece kocaman içi hala kitap dolu bir ahşap kütüphane rafı duruyordu.
Çocuklarla konuşup durumu izah etmeleri gerekiyordu. O işi bu gece yarısına kadar halletmeleri şarttı. Gece yarısı Direnişi bugün harekete geçecekti. 3 kişilik topluluklarına bu ismi Ahmet bulmuştu. Ahmet bu ismi Midnight Resistance adlı eski bir Commodore 64 oyunundan esinlenerek koymuştu. Ekibin diğer iki üyesi de bu isme itiraz etmemişlerdi.
Hızla binadan çıktılar. Ancak dışarıda Paşa baba ve nöbetçiler onları bekliyorlardı. Silahlarını onlara doğrultmuşlardı. Bir an zaman donmuş gibi iki taraf da kıpırdamadan öylece bekledi. Sessizliği ilk bozan Selin oldu, ¨Biz..¨ diye devam edecekti ki nöbetçilerin ellerindeki tüfeklerden, tabancalardan mermi yağmaya başladı.
***
Kasaba meydanda toplanmıştı. Selin, Erhan ve Ahmet’in cesetleri meydanda yan yana sergileniyordu. Paşa baba konuşmasına devam etti, ¨İşte görüyorsunuz kardeşlerim… Dünyanın ne hale geldiğini görüyorsunuz… Aramıza aldık, kardeşimiz yerine koyduk, yatacak yer, yiyecek aş verdik. Ama onlar ne yaptılar? Gizli kapaklı toplantılar yaptılar. Arkamızdan konuştular. Erzağımızı çalacaklardı. Sonra da bu gece yarısı bütün kasabayı ateşe verip kaçacaklardı… Ama çok şükür ki olmadı!¨
Kasaba halkı alkışlamaya başladı. Coşkuyla tezahürat ediyorlardı. En öndeki kimsesiz çocuklar elleri patlarcasına alkış tutarken Paşa baba da gülümseyerek onları izliyordu. Gelecek zamanlarda da belki Selin, Erhan ve Ahmet gibi başka birilerinin yolu da bu kasabaya düşecekti. Ama onların işi daha zor olacaktı. Her geçen dün onları bekleyen görünmez duvarlar daha da kuvvetlenerek büyüyordu.