Öykü

CARDON

Stalia şehrine bir kuşun kanatlarından bakacak olursanız ortadan ikiye bölünmüş bir fasulye tanesinin resmini görürsünüz. Fasulye şeklinde gelişen şehrin etrafı surlarla çevrilidir ve surlarda nöbetleşe bekleyen Stalia halkı şehrin dışarıya karşı güvenliğinden sorumludur. Özgürlük duvarı dedikleri şehri kuzeyden güneye ikiye bölen duvar kuzey ve güney surlarını bir miktar aşarak da devam eder. İçinde yaşayan insanların özgürlüğünün niceliğini belirtircesine göğe öylesine uzanır ki gökyüzüne yıldızlarla çivilendiğini sanırsınız. Dış surların yanında kaldırım taşı gibi kaldığı bu duvarın hikâyesi hala şehirdeki duvar yapımında çalışmış yaşlılar tarafından gözyaşlarıyla anlatılır. Doksan yaşındaki ihtiyar Kaef bu anları şöyle anlatır:

“Biz bu duvar için çok çalıştık. Geceler ve gündüzler yetmiyordu. Civardaki taşlar azmimize dayanamıyordu. İnanır mısınız işte tam şurada güneşin battığı yerde bir dağ vardı eskiden. Biz işte o dağı erittik yılmadan. Hiçbir şey bizi durduramadı. Ölüm bile… İşte büyük-büyükbaba Roms şurada uyur! Duvarın içinde! Şurası da büyükbaba Darn’ın mezarı… ve babam, büyük usta Malen Tosten ta zirvede! Işıklar içinde uyusunlar. Yazık ki ben boktan bir mezarın içinde uyuyacağım. Onlarla birlikte çalışmış olmama rağmen inşaat sırasında ölemediğim için hem de! Duvarın bittiğini efendilere haber veren insan olsam bile orada uyuyamayacağım. Ah! Ne güzel bir sabahtı o sabah. Babam beni ipe bağlayarak aşağı gönderdikten sonra seçilmiş olanların yanına gittim. Sonra onlar da efendilerimize haber vermeye gittiler. Duvara geri dönmek için gelip baktığımda aşağı indiğim ipin kesilmiş olduğunu gördüm. Babam ve diğerleri duvarın tepesinde ölmek istemişlerdi.” İhtiyarın artık gözpınarları kurumuş yaş akmıyordu fakat sarsılmaları ağladığını gösteriyordu. “İşte! Benim babam, sizin dedeleriniz hep sizin özgürlüğünüz için kendilerini feda ettiler! Çünkü hepinizin bildiği gibi bu alelade bir duvar değildir! Bu ‘Özgürlük Duvarı’dır! Şunu unutmayın çocuklar: Özgürlük; başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadığınız sürece özgürlüktür!” Bütün yaşlılar sözlerini hep aynı mottoyla bitirirlerdi. O dönemin yönetici kesimi duvarın yapılmasına gerekçe olarak bu mottoyu göstermiş ve halk da bu amaca dört elle sarılmıştı.

İhtiyarın anlattığı hikâyede görüleceği gibi o zamanlardan bu zamanlara değişmeyen şeylerden bir tanesi de seçilmiş kişilerdi. Seçilmiş kişiler her sabah duvardaki küçük demir kapıdan girer, normal bir ev büyüklüğündeki duvar içindeki pasajdan geçerek sonundaki dev altın kapıdan efendilerin yaşadığı doğu Stalia’ya giderlerdi. Kapıların anahtarları sadece onlarda vardı. Seçilmiş kişiler aslında iki büyük aileydi. Birinde demir kapının birinde Altın kapının anahtarı bulunurdu. Her sabah diğer tarafa şehirde neler olup bittiğini anlatmaya giderlerdi. Ya da onlar böyle söylüyorlardı. Halk efendilerine bir şey söylemek istiyorsa bunu seçilmiş kişilere anlatmalıydı. Onlar uygun görürse gereken yapılırdı.

Stalia şehrinde fare söylentileri ilk çıktığında hiç kimse aldırmamıştı. Herkesin evinde kedisi olduğundan fareleri pek kimse düşünmezdi bu şehirde. Her ne kadar Samoen Nine kilerde gördüğü yaratığın bir kedi büyüklüğünde olduğunu söylese de yetmiş beş yaşındaki kadını on yaşındaki torunundan başkası doğrulayamıyordu. Bu durum kamu nazarında birini bunak birini yalana meyilli kılsa da kibarlıktan yanlış görmüş olabilecekleri iddia ediliyordu. Ne de olsa insanların güvenilir olmaları için belli bir yaş sınırının içerisinde olmaları gereklidir.

Barloz’ların kedisinin bir sabah arka bahçede cesedinin bulunmasına kadar hiç kimse bu hayali yaratıklardan bahsetme ihtiyacı duymamıştı. Fakat kedinin içler acısı –aslında mide bulandırıcı- hali onun bir kemirgenle mücadeleye girdiğini belli ediyordu. İnsanlar kilerlerinden kaybolan erzakların da bu şekilde farkına vardılar. Eğer ortada fareler dolaşıyorsa kilere bakmakta fayda vardı. Yoksa kontrol etmek vakit kaybıydı ne de olsa. Birkaç kişi daha dev farelerin varlığından bahsedince artık Özgürlük Duvarının ardındaki efendilere haber verilmesi gerekliliğinden söz edilir olmuştu. Eğer duvarın öte tarafına her yıl gönderdikleri oranda yiyecek gönderirlerse, bu sene birkaç ailenin aç kalacağı ortadaydı.

Samoen ve Barloz’lardan birer temsilci komşularının da onayıyla seçilmiş ailelerden Krol’lerin kapısını çaldılar. Duvardan yeni dönmüş olan Tala Krol asık suratıyla kapıyı açtı. Uzun kır saçlarını başının arkasında topuz yapmayı severdi. Kocası Nardin Krol’e misafirlerin gelişini haber vermek için içeri girdi. Daha sonra sadece seçilmişlerin evinde bulunan kabul odasına geçerek konuşmaya başladılar. Gerçi bunun iki taraflı bir konuşma olduğunu pek söyleyemeyiz. Zira fare bahsinin geçmesiyle olayın bir monoloğa dönüşmesi bir olmuştu.

“Baylar,” dedi Nardin Krol kendinden emin bir şekilde. “Sizleri anlıyorum. Dev fareler gördüğünüze inanıyorsunuz. Farelerin erzaklarınızı çaldığını iddia ediyorsunuz.” Gözlüklerini çıkarıp yeleğinin etek kısmına silerken inanmaz bir gülümsemesi vardı. ‘İnsanlar vakitlerini neler uydurarak geçiriyor. Hem de ne için, bir çuval erzak için…’ diyecekti. “Peki, ben efendilerimize bu konuyu anlatırsam ne olacak? Sorarım size, ne olacak? Size fareleri öldürmeniz için izin vermelerini mi istiyorsunuz? Fare varsa kedi de var. Bırakalım bu ciddiyetsiz konuyla kediler ilgilensin. İleride daha mühim meselelerimiz olduğunda, yüksek makamda ciddiye alınmak istediğimizde bu gülünç hadisenin akla gelmesini istemeyiz. Bu aralık daha önemli bir mesele olduğu da aşikâr… Efendilerimize gitmesi gereken vergileri henüz getirmediğinizi görüyorum. Efendilerimiz sorduklarında hepsini bir takım dev fareler mi yemiş diyelim? Bunu mu istiyorsunuz? Bu meseleyi bence efendilerimizin kulağına gitmeden kendi aramızda çözelim.”

Monolog bitmişti ve temsilciler pek bir şey söyleme fırsatı bulamadan kendilerini kapı önünde bulmuşlardı. Yapılacak çok fazla bir şey yoktu. İsteneni vereceklerdi ve bu yıl için hayatta kalmaya çalışacaklardı. Barloz’ların evinde karar ölüm sessizliğiyle karşılanmıştı. Sofrada hiç kimse konuşmuyordu. Belki de kısıntı yapmadan yiyebildikleri son yemek olduğunun farkındalardı. Belki de o yüzden hiçbiri yemeye kıyamıyordu. Gözleri uzaklarda kaşıklarını çorbalarına daldırıp boş çıkarıyorlardı. Alit, kaşığından geri tabağa akan çorbasını izliyordu. Kendisinden küçük iki kardeşine doğru çevirdi gözlerini. Kız kardeşi Avin gözlerini kocaman açarak yaşların akmasına engel olabileceğini düşünüyordu. Henüz 6 yaşında olan en küçük kardeşinin hiçbir şeyden haberi yoktu. Daha sonra anne babasını izledi. Muhtemelen önümüzdeki yılın hesabını yapıyorlardı. Alit, 19 yaşındaydı ve fiziksel olarak da oldukça güçlüydü. Bu açlıkla başa çıkabilirdi pekâlâ. Fakat diğerleri? Anne ve babası muhtemelen daha az yiyeceklerdi kendilerine yiyecek kalması için. Kız kardeşi Avin belki kendisi kadar dayanabilirdi, zayıftı ama bunu belli etmeyi sevmezdi. Zaten küçük kardeşi için herkes gerekli fedakârlığı yapardı. Ufaklığı tekrar izlemeye başladığında onun kaşığı doldurup kaseye geri boşaltma oyununu pek sevdiğini fark etti. Çocuk olmak ne güzel, diye geçirdi aklından. Hiçbir şey bilmeden etrafındaki insanları taklit etmek ve bununla eğlenmek isterdim ben de, diyordu. Sonra şehirdeki insanları düşündü. Zaten öyle yapmıyorlar mıydı? Efendileri kim görmüştü ki, seçilmiş olanlardan başka? 3 adam boyunda oldukları söyleniyordu fakat belki de hiç yoktu öyle birileri. Kaşığını sımsıkı kavrayarak çorbasına daldırdı ve yemeğe başladı. Kararlı bakışlarını babasına yöneltti. “İstediklerini vermeyeceğiz.” Dedi.

Babası Alit’in beklenmeyen bu çıkışına çok şaşırmıştı. Fakat dehşet içinde haykıran annesi babasından önce tepkisini dile getirmişti. “Nasıl vermeyeceğiz? Arnug gibi sefalet içinde mi ölelim yani?”

Stalia’da bilinmesi gereken bir başka kavram da dışlanan kelimesidir. Dışlanan, özgürlük kurallarına saygısızlık eden kişi demektir. Toplum kişinin özgür olmayı hak etmediğine karar verince onunla olan bütün bağlarını kopartır. Arnug, Stalia’da dışlananların sembolüdür. Arnug’un hikâyesi 30 yaşın üzerindeki herkesçe bilinir ve alt kuşağa aktarılırdı. O, mottoya karşı çıkan adamdı. Daha doğrusu öyle olduğu söylenirdi. Yıllar evvel o zamanlar sayıları daha fazla olan duvar ustaları Özgürlük duvarının hikayesini anlatırken genç Arnug da orada dinleyenler arasındaymış. Öykü hemen hemen hiç değişmeden aynı şekilde anlatılır sonunda yine motto tekrarlanırmış: Özgürlük; başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadığınız sürece özgürlüktür! İşte Arnug tam bu noktada bir soru sormuş: “Yani efendilerin özgürlüğünü kısıtlamayalım diye mi duvar yapıldı? Ya da tam tersi onlar bizim özgürlüğümüzü kısıtlamasın diye mi?” Arnug sorusuna hiçbir zaman cevap alamamış. Aslında bu sorudan sonra ölene kadar hiçbir sorusuna cevap alamamış. Hiç kimse onunla konuşmamış veya alışveriş yapmamış. 42 yaşına kadar bahçesinde ekip biçtikleriyle kendi başına yaşamış. Sebzeleri kışın don vurunca açlıktan ölmüş. Stalia, insanları vicdansız değildir. İki ay boyunca sokaklarda yanından geçenlere gösterdiği altın olduğuna yemin ettiği bir anahtar karşılığı olarak yemek isteyen bir adamı görmezden gelmenin açıklaması vicdansızlık değildir. Onlar yalnızca korkmuşlardı. Ona yardım eli uzatınca kendilerinin de oraya düşeceklerinden korkmuşlardı. Herkesin, herkes tarafından ‘dışlanan’ ilan edilmekten korktuğu için açlığa mahkûm ettiği bir adamdı Arnug. Ölüsü bile görmezden gelinmeye çalışılmış fakat koku toplumsal bir problem haline gelince gömülebilmişti.

Arnug’un hikâyesini bilirseniz Saru Barloz’un gözlerindeki dehşeti anlamlandırabilirsiniz. Fakat Alit annesi gibi değildi. İbret almaları için alt nesillere anlatılan bu öykü genç nesillerin kafasında aynı soruların şekillenmesine sebep oluyor ve dışarı vurulmadığından içteki şüphe büyüyerek daha tehlikeli bir hal alıyordu. Belki de bu yüzden daha asi olmuşlardı.

“Eğer istiyorlarsa beni dışlayabilirler! Umrumda değil!” bu cümle ve daha sonra babasından yediği tokat Barloz’ların evindeki tartışmaya son noktayı koymuştu.

Ertesi haftalarda fare olayları bir hayli yayılmıştı. Önceleri sadece doğu kısımlarda görülürken artık batı taraflarında da fare olayları çıkmaya başlamıştı. Şehir insanları artık bu daha sık gördükleri fazla gelişmiş yaratıklara fare demenin saygısızlık olduğunu mu düşündüler; yoksa seçilmiş kişilerin fare olaylarından bahsetmenin dışlanmaya neden olacağını açıklamalarının etkisinden mi bilinmez, dev kemirgenler için yeni bir isim buldular: Cardon. En yakınlarındaki kent olan, sürekli hırsızlıkla suçladıkları ve öteden beri hiç anlaşamadıkları Cardonyalı’ların isimlerini vermişlerdi. Evde kaç kedi olursa olsun, kapıyı ne kadar kaliteli ahşaptan yaparlarsa yapsınlar bu yaratıklara engel olamıyorlardı. Seçilmiş kişiler ise cardonların varlığını bir türlü kabul etmiyorlardı.

Başını Alit Barloz’un çektiği gençlerden oluşan bir grup demir kapıya doğru yürümek isteyince bir diğer seçilmiş kişi, Darn Geli, zayıf çelimsiz cüssesine bakmadan önlerini kesmiş ve bu yaptıklarının çılgınlık olduğunu söylemişti.

“Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Efendilerimiz bizden yüz çevirsin mi istiyorsunuz? Anahtarınız da yok zaten ne bulmayı umuyorsunuz? Babalarınızın vergi vermemek için uydurduğu fare masallarının peşinden gitmeyin. Sizlerin aklı başında gençler olmanızı umuyorum. Aksi halde Stalia’nın geleceğinden umudum kalmayacak.” Bu cümleler gençleri yolundan çevirmemişti fakat o ara meydana gelen bir olay Darn’ın gözlerinin kocaman açılmasına sebep olmuştu. Çirkin, iri vücuduyla bir cardon koca göbeğini yerde sürüyerek kalabalığın yanından geçiyordu. Adımları öylesine hantal ve ağırkanlıydı ki kendisine bakakalan kalabalık güvendiği bir şeyler olduğunu sanarak saldırıya geçmekte tereddüt etmişti. Ağzı bir karış açıkta kalan seçilmiş kişi kendini dev yaratıktan korumak için gençlerin arkasına doğru yürümüştü. Küçük Samoen’in yerden alıp fırlattığı ilk taş cardonun çirkin bir haykırışla olduğundan biraz daha hızlı hareket etmesine sebep olmuştu. Gençler hep birden yaratığın etrafını çevirdi. Birileri onu canlı yakalamanın daha akıllıca olduğunu, böylece seçilmiş kişinin efendilere kanıt olarak sunabileceğini söyleyince derhal koşarak en yakın evden bir kafes getirildi. Taşlanmaktan bitkin düşmüş yaratık kafesin içine konularak Darn Geli’ye teslim edildi. Kolunun yettiğince vücudundan uzak tutmaya çalıştığı kafesi alarak uzaklaşan seçilmiş kişi gençlere efendilerine konuyu açacağının sözünü vererek uzaklaştı. Böylece gençler de evlerine döndüler.

Batı Stalia’nın Batı surlarına daha yakın oturan insanlar Cardon denen şeyin varlığına inanmıyordu. Onlar seçilmiş olanların konuyla ilgili sözlerine inanıyorlardı. Meselenin vergisini ödemek istemeyen, diğerlerinden daha fazla erzak bulundurmak isteyen, obur Stalialıların uydurdukları masallardan ibaret olduğunu düşünüyorlardı. Bu oburlar kendilerini ne zannediyorlardı sanki. Biraz daha fazla yemek yiyebilmek için efendilerin gazabını üzerlerine çekmenin anlamı var mıydı? Bunlar Arnug’un sonundan daha fazlasını hak ediyorlardı orası kesindi. Sokaklarda açlıktan ölmemeye çalışan oburlarla karşılaşan Stalialılar onlara selam vermemeye başladılar önce. Seçilmiş kişiler fareden şikâyet edenlerin bir listesini yaparak kent meydanına astığından artık onların kim olduğunu herkes bilebiliyordu. Hala ‘obur’ olarak anılan akrabalarıyla ilişkisini kesmemiş olan Batı Stalialılar onlardan kafes hikâyesini öğrenmişlerdi. Fakat Darn Geli’ye konuyla ilgili sorduklarında dehşete düşüp bunun iğrenç bir iftira olduğunu haykırmasıyla kendilerini kandıran akrabalarına daha fazla güvenmeme kararı almışlardı.

Kafesin teslim edilmesinden sonra bile bu ayrışmaların devam etmesi durumu bilen insanlara garip geliyorduysa da hala seçilmiş kişilerin görevini yapacağına inanan anne babaların gençlere engel olması sayesinde bir şeyler engelleniyordu. Ta ki genç Ful çiftinin 2 yaşını henüz dolduran bebeği sokak ortasında bir cardonun saldırısına uğrayıncaya kadar. Genç kadın kapı önünde komşusuyla sohbet ederken açık bırakılan kapı aralığından annesine hissettirmeden emekleyerek sokağa çıkan yaramaz, aç, daha doğrusu hiç doymayan yaratık için açık hedef haline gelmişti. Konuşmanın ortasında yolun ortasındaki hareketlilik dikkatini çeken anne bebeğinin elbisesini tanıdığında tiz bir çığlık atıp bayılmış, çığlığı devam ettiren komşu sayesinde sokağa dökülen halk tarafından cardon linç edilmişti.

Olayın sıcaklığıyla ellerinde cardonun ve bebeğin cesediyle seçilmiş kişilerin evlerine doğru yola çıkan insanlar, karşılarında taş ve sopalarla saldıran, kendilerine ‘Kahraman Stalia Şövalyeleri’ diyen bir grup tarafından dağıtıldılar.

Bazı şüpheli şüpheli insanlar ellerinde bir bebek ve bir hayvan cesedi gördüklerinden emin oldukları oburların neden geldiğini sorunca Nardin Krol gözyaşları içerisinde onlara lanet olası oburların efendilerine vergi vermelerini söyleyen Stalialı bir çiftin bebeğini ve kendisinin kedisini katlettiklerini anlattı. Artık Stalia’da Özgürlük duvarından daha büyük büyük bir duvar vardı: Nefret duvarı…

Cardonlara karşı kedilerin yetersiz olduğunu fark eden Stalialılar, farklı bir çözüm buldular. Kuzey surlarına yakın yerde bulunan yılanları yakalayıp şehre getirdiler. Yılanlar cardonları avlamasına avlıyordu fakat sonu gelmiyordu bu yaratıkların. Sorunun kaynağını arayıp bulmak için herkesle ortak bir çalışma yapmaları gerekiyordu fakat düşmanca tavırlar yüzünden bunun da olması mümkün gözükmüyordu. Seçilmiş kişilerden yana umutları kalmamıştı ve bu konuyu efendileriyle bizzat konuşmaları gerektiğini düşünüyorlardı.

Bir sabah görevlerini yerine getirmek üzere demir kapıya doğru giden Geli ailesi kapının önünde büyük bir kalabalık gördüler. Kendilerinin de onlarla birlikte kapıdan geçmesine izin vermezlerse asla diğer tarafa geçemeyeceğini söyleyen gençler Darn Geli ve ailesinin diğer tarafa gitmesine izin vermediler. Bunun üzerine geri dönen Darn Geli, öğleye doğru Kahraman Stalia Şövalyelerinden kalabalık bir grupla kapının önünde bekleyen oburlara güzel bir ders verdi. Bir gencin ölümüyle sonuçlanan bu olaydan sonra Kahraman Stalia Şövalyeleri Demir kapının önünde kalabalık gruplarla nöbet tutmaya başladılar.

Cardonlar daha kalabalık alanlara yayıldıkça sayıları da artan oburlar demir kapının önünde her gün seçilmişleri engellemeye çalışıyorlardı. Birkaç ay boyunca sayıları yetmemiş olsa da hem katılımların artması hem de şövalyelerin sayılarının azalması sayesinde daha denk mücadele etmeye başladılar. Sonunda da demir kapıyı ele geçirdiler. Anahtarları yoktu belki ama eğer seçilmişlerin bir iki gün gelmediğini efendiler fark ederlerse kendileri çıkıp gelir diye umuyorlardı.

Seçilmiş kişiler etkilerini iyice kaybetmeye başlamışlardı. Umutsuzluğa doğru giden her insan gibi büyük bir hata yaptılar. Surlarda kullanılan silahların Şövalyelere verilerek oburlara karşı kullanılması kararını verdiler. Sayıları gittikçe azalan şövalyelerde bir kısmı buna karşı çıktı. Diğerleri ise ellerinde kılıçlar, mızraklar ve kalkanlar olduğu halde demir kapının önünde bekleyen şövalyeleri gören halk önce bunun sadece bir göz korkutma olduğunu sandı. Demir kapıya doğru yağan oklar orada bulunan insanların kaçmasına fırsat vermeden öldürmüştü hepsini. Şövalyeler günü kurtarmış efendilerine yapılan büyük saygısızlığın cevabını vermişlerdi. Seçilmiş kişiler büyük bir zafer yürüyüşüyle demir kapıdan geçip akşam korumaları eşliğinde evlerine geri döndüler.

Ertesi sabah uyandıklarında sokaklarda bir gariplik vardı. Olması gerekenden çok daha sessizdi Stalia sokakları. Demir kapının önüne kadar geldiklerinde ellerinde bıçaklar, odun baltaları, taşlar, sopalarla Stalia halkı yeniden demir kapıyı ele geçirmişti. Fakat bu kez şövalyeler ortada yoklardı. Halk seçilmiş olanları gördüğünde onların üzerine yürümeye başladı. Etraflarındaki korumalar silahları bırakıp sağa sola kaçıştı. Darn Geli ve Nardin Krol Stalia halkı tarafından yakalanıp kent meydanına götürüldü. Büyük bir halk mahkemesi kurulmuştu ve bütün Stalia neler olup bittiğini seyrediyordu. Korku içerisindeki Nardin ve Darn birbirlerine bakıyorlardı.

“Anlatın!” diye bağırdı Malen Barloz.

“Anlatacak bir şey yok!” dedi Nardin Krol. “Efendilerimiz yokluğumuzu fark edince hepiniz gebereceksiniz nasıl olsa.” Cümlesini söylerken yine gözlüğünü çıkarıp çamur içinde olmasına aldırmadan yeleğinin etekliğine siliyordu.

Onun bu sözleri halk içinde kısa süreli bir paniğe yol açmış, bir uğultu başlamıştı.

“Sessiz olun!” diye haykırdı Seon Ful. “Efendilerimiz geldiğinde onlara halkı birbirine nasıl düşman ettiğinizi, bebeğimin ölümüne nasıl sebep olduğunuzu da anlatırsınız herhalde!”

“Onun ölümünün sebebi, çocuğunu gözünün önünde tutmayan annesidir. Kapı önünde komşuyla dedikoduya dalan bir kadının çocuğunun ölümünden neden biz sorumlu tutuluyoruz?”

Bu cümleler genç çiftin acısını katlarken kalabalığın içinden bir ses yükseldi. “Hani o bebeğin Şövalyelerden birinin bebeği olduğunu söylüyordunuz? Yalan mıydı yani? Öyleyse cardonlar da gerçekten var öyle mi?”

Buna söyleyecek bir cevap bulamayan Krol sessizce kafasını özgürlük duvarına çevirdi. Kendi ağzıyla yalanlarını itiraf etmişti. Artık halkın içinde onu destekleyen kimse yoktu. “Öyleyse,” dedi Bare Samoen “Halkı birbirine düşman ettiğiniz ve görevlerinizi yerine getirmediğiniz için sizleri idam edeceğiz.”

“Durun!” diye haykırdı gözyaşları içinde kalan Darn Geli. “Beni öldürmeyin benim hiçbir suçum yok! Her şeyin sorumlusu bu geri zekâlı Krol ve onun şerefsiz dedesidir! Lütfen beni öldürmeyin!”

“Ne yapmaya çalışıyorsun sen!” diye inledi Nardin Krol.

“Artık yeter! Daha kaç kuşak Geli, sizin aptallığınızın cezasını çekecek.”

“Aptallık mı? Aptallık öyle mi? En az siz de bizim kadar suçlusunuz! Getirilenleri yerken şikâyet etmiyordunuz!”

“Kes sesini! Stalialı kardeşlerim! Beni dinleyin! Bu şerefsizin yaptıklarını size bir bir anlatacağım. Bizim seçilmiş kişiler olarak görevimiz her sabah demir kapıdan geçip diğer taraftaki altın kapıyı da açtıktan sonra efendilerimizi diyarına gitmek, onlara burada olup bitenler hakkında rapor verdikten sonra temizlik, yemek gibi günlük işlerini yapmaktır.” Kalabalıkta ufak bir küçümseme ve şaşkınlık belirmişti bu sözlerden sonra. Yıllarca saygı duydukları insanlar hizmetçiydi yani.

“Yıllar boyunca Geli ve Krol aileleri bu görevleri layıkıyla yerine getirmiştir. Aralarında yazılı olmayan bir anlaşma gereği demir kapının anahtarı Geliler’de, altın kapının anahtarı ise Kroller’de dururdu. Bizler de her sabah bu şekilde kapıları açıp işlerimiz yapar akşamları geri gelirdik. Bunun bunak dedesi altın anahtarı kaybedene kadar da bu böyle sürdü.” Altın anahtar kayıp mıydı? Halk içinde şaşkınlık giderek artıyordu. “Güya anahtar çalınmışmış da koyduğu yerde bulamıyormuş. 80 yaşındaki ihtiyara anahtar teslim edersen olacağı buydu işte. Oysa benim dedem babam 40 yaşına geldiğinde aile içinde küçük bir törenle anahtarı ona vermişti ve tabii ki babam da bana. Bu bizim gurur duyduğumuz bir aile geleneğimizdir. Her neyse; anahtar olmayınca bizler karşı tarafa gidemedik. Efendilerimizin bize gelip bulmasını beklemeye karar verdik. Her gün sabah demir kapıyı geçip efendilerimizin oraya gelmesini bekledik, akşam olunca da geri döndük. Tabi bu sırada görevlerimizi de aksatmadık. Sizlerin sorunlarınızla meşgul olduk, vergileri toplayıp demir kapının ardına yığdık.” Vergi konusuna gelince hiddetinden kıpkırmızı olan Nardin Krol bağırdı:

“O vergilerin ne kadarlık bir kısmını kendi evinize götürdüğünüzü de anlat, domuz herif! Evet, dedem anahtarı kaybetti. Günlerce evin altını üstüne getirdik fakat bulamadık. Vergileri de demir kapının arkasına götürüyorduk ama artık oraya sığmaz olmuştu çuvallar. Sonra bunun dedesi olacak alçak, ‘Bu yiyecekleri burada bırakırsak bozulacak, bence bunları evlerimize götürelim. Görünen o ki efendilerimizin de bunlara ve bize ihtiyacı yok. Hem isterlerse geri götürürüz’ dedi. Ve çuvalları evlerine taşımaya başladılar. Bizi de eğer bundan kimseye söz edersek anahtarı kaybettiğimizi herkese anlatacaklarını söyleyerek tehdit ettiler.”

“Kes sesini! İftira bunların hepsi, iftira! O da senin babanın başının altından çıktı. Biz sadece onlar alıyorsa biz neden almayalım diye düşünmüştük. Hem efendilerimizin de o yiyeceklere ihtiyacı yoktu. Olsa çıkıp gelirlerdi değil mi?”

Mahkeme ilerledikçe Nardin’in de Darn’ın da dili çözülüyor birbirlerinin yaptığı bütün suçları tek tek ortaya döküyorlardı. Saatler sonra ortadan kaybolan bazı Stalialı’ların aslında kaçmayıp seçilmiş kişiler tarafından öldürüldüğü, duvarın içerisinde kendilerine lüks bir hayat inşa edip günlerini eğlence içerisinde geçirdikleri gibi gerçeklerden mideleri bulanmıştı artık insanların. Sıkılan Malen Barloz basit bir soru sordu:

“Peki, ama cardonlar konusunda neden bir şey yapmadınız?”

“Kahrolasıca kemirgenler!” dedi ikisi aynı anda. Daha sonra Darn Geli devam etti: “Yıllarca efendilerimiz aklınıza bile gelmemişti. Günün birinde bize gelip efendilerimizle bir konuda görüşmek istediğinizi söylediniz. Hem de ne hakkında: Fareler! Hem vergileri azaltırsak biz neyle beslenecektik? Yıllardır hiçbir şey ekip biçmiyoruz!”

Halk bu iki haini yeterince dinlediğine kanaat getirince onları idam etti. Daha sonra efendileriyle görüşmek ümidiyle demir kapıyı açıp duvarın içine girdiler. Buradaki boşluk gerçekten de bir ev büyüklüğündeydi ve seçilmiş kişiler bu alana öylesine özen göstermiş, öylesine bakmışlardı ki, pahalı ceviz ağacından mobilyalar, gümüş şamdanlar ve yemek takımları, altın çerçeveli tablolar ne ararsanız en kalitelisini burada görebilirdiniz. Daha sonra bütün ihtişamıyla altın kapının önünde durdular. Altın anahtar aslında onların çok iyi bildiği bir yerdeydi. Vicdan azaplarının içerisinde saklıydı. Arnug’un hikâyesini dinleyen herkes onun son günlerinde bir altın anahtar karşılığı yemek istediğini bilirdi. Mezarını açınca bir çöp gibi oraya atılmış iskeletin yanında bulmuşlardı anahtarı.

Kapıyı açtıklarında ise görmeyi hiç umut etmedikleri bir manzarayla karşılaştılar. Altın kapının arkasında ilk karşılarına çıkan şey kapının önüne yığılmış altı adet insan iskeletiydi. Efendilerinin üç adam boyunda olduklarını düşündüklerinden önce inanmak istemediler ama üzerlerindeki pahalı giysiler ve mücevherlerden acı gerçeği kabullenmek zorunda kaldılar. Kapının dış tarafındaki kan ve tırnak izleri efendilerinin anahtara hiç sahip olmadıklarının göstergesiydi. İskeletlerin üzerinde birbirlerine ait diş izlerinin olması ise büsbütün alt üst etmişti Stalialı’ları. Zavallı insancıklar yıldızlardan gözükebilecek bir duvar yaptırmaya muktedirdi fakat açlıktan birbirlerinin cesetlerini kemirmişlerdi. Kapıdan geçip hiç görmedikleri Doğu Stalia’da yürüyüş yapınca tamamen bir harabe halini almış şehirde tek bir canlı olduğunu gördüler: Fareler… Her yerdeydiler ve her boydaydılar. Şehirlerine gelen yaratıkların kaynağını bulmuşlardı nihayet. Çözümün olduğunu sandıkları yer sorunun kaynağıydı aslında. Neyse ki aylar içerisinde besledikleri yılanlar öylesine büyümüş ve güçlenmişlerdi ki bu tarafı temizlemek zor olmayacaktı.

CARDON” için 4 Yorum Var

  1. Hikaye çok iyi işlenmiş ve günümüz Dünyasının (hatta Türkiye’sinin) aynası aktarılmış gibi öyküye. Bizi yönetenler de “Özgürlük; başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadığınız sürece özgürlüktür!” mottosunu kullanarak kendi seçmenlerinin özgürlüklerini genişletmeye çalışmazlar mı?

    Hikayeye gelince sonu çok iyi bağlanmış gerçekten ama bir mantık hatası var gibi geldi bana. Diyelim ki duvar yapıldıktan sonra Batı Stalia’da sadece bir tane aile kaldı. O zaman bunlar nasıl üreyecek, ensest bir geleneğe mi sahip bunlar? Ayrıca hikayenin geçmişi en az 100 yıl olmalı (duvarın yapımını anlatan duvar ustasından yola çıkarak). Yüz yıl içerisinden bile sadece 6 kişinin Batı Stalia’da kalması mantıksız geldi biraz. Onun dışında mükemmel kurgulanmış ve çok akıcı bir şekilde yazılmış bir hikaye.

    1. Bu kavramlar tabi ki herkese göre değişkenlik gösterir. Ben kavrayabildiğim kadar aktardım. Eleştirinizde de haklısınız. Aslında hikayeyi yeterince genişletmediğimden kaynaklı bir problem. Bunu 8 sayfaya indirene kadar canım çıktı 😀

  2. Selamlar Harun;

    “Ben fantastik hikayeleri o kadar da sevmem,” diyen bir insanın bu kadar başarılı hikayeler yazması ilginç doğrusu 🙂 Tıpkı Cüce temasında olduğu gibi çok başarılı bir kurguyla çıkmışsın karşımıza. İsimlerden tut da iki şehrin ibretlik tarihine kadar her şey dört dörtlüktü; uzunluğu da gayet iyiydi bence. Hatta kısaltmak için uğraşmasan da olurmuş, cidden. Çünkü böylesine iyi yazılmış bir kurgu biraz daha uzun olmak pahasına daha detaylı olmayı hakkediyor. Ben hiç üşenmeden birkaç sayfa daha okurdum en azından 🙂

    Ellerine, aklına ve kalemine sağlık.

    1. Söylediğim her şeyin arkasındayım sevgili İhsan 😀 Yazdıktan sonra “Acaba kısa tutmasa mıydım?” diye şüphelerim oldu aslında. Fakat ipin ucu kaçacaktı. Yani birkaç sayfa uzunluktan bahsetmiyorum. Teşekkür ederim, okuduğun ve gaz… yani yorumladığın için 😀

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *