Paltosunun yakasını kaldırdı ve dudaklarının kenarında kalan son bahar tanesini yağmurların temizlemesine izin verdi. Kahverengi şemsiyesini açıp göğe yükseltti. Şemsiyeyi münasebetsizce okşayan yağmurdan kurtulmak için adımlarını sıklaştırdı ve gördüğü ilk kapalı mekâna attı kendisini.
Şemsiyeyi kapatarak görevlinin işaret ettiği masaya yerleşti. Paltosunu çıkarmayı reddetti ve kırlaşmış kirli sakallarını yerli yersiz kaşıdı. Etrafa delici ve mütecaviz bakışlar atıyor, içinde küçük bir kıyamet yaşıyordu. Bu hırçınlığın ardındaki kabullenişi ve teslimiyeti o da biliyordu, onun gibiler de.
Yine bir yaprak dökümüydü. Yine bir ‘son’ idi. Artık terk etmesi gereken koca yaşlı bir vücut vardı. Ardında bırakması gereken aşklar, anılar; vazgeçmesi gereken bir bağımlılık vardı. Ve ilelebet yeniden alışması gerekecek bir noksanı… Yahut da bir eksikliği.
Geçirdiği hiçbir baharı unutamazdı. Çünkü bahar en sevdiği mevsimdi. Yeni bir bedene alışma ve sanki bir daha kayıp gitmeyecekmişçesine tutunduğunu zannetme mevsimiydi. Bu mevsimin geçişiyle anlardı ruhu yine yolun göründüğünü. Sonbaharın gelişiyle de ruhu acımasızca ağırlaşır, son yaprak tanesi düşmeden bedeninden ayrılırdı. Sonra latif bir boşluk… Bahar kadar severdi bu boşluğu, özgürlüğün boşluğuydu çünkü. Ancak fazla sürmezdi. Tadını damağında bırakıp gider, senelerce hasretini çektirirdi.
Merak ediyordu adam: acaba ne zaman ruhu özgürlüğe kavuşabilecekti ya da bir bedene tutunabilmeyi başarabilecek miydi. Meçhul… Şimdiki gibi her sonbahar zihni bunlarla meşgul olurdu.
Bu sırada garson sipariş edilmeyen bir maşrapa koydu adamın önüne. Yüzüne boş boş baktı. O da mahzun ve düşünceli duruyordu. Dudaklarına acı bir gülümseme takındı ve bu, kader ortaklığını temsil etti.
Adam yine kır sakallarını kaşıyarak önüne döndü. Ne olduğunu bilmediği ve bir o kadar da umursamadığı açık kırmızı içecekten kana kana içti ve bu acı tadın midesine doğru akışını hissetti.
İlk doğduğu günü anımsadı. Herkesinki gibi değildi o ve onun gibilerin doğumu. Onlar şanslılarsa hatırlarlardı her dakikasını. Orta yaşlı bir beden, karman çorman olmuş tek kişilik bir yatakta gözlerini açıyor ve bu bir ruhun doğumu oluyor. Allah aşkına, bunu birine anlatsanız size deli der ve arkasına bakmadan kaçar gider. Ama böyleydi gerçek. Ne zaman uzadığını bilmediği bir sakal, kalın kaşlar, yabancı bir çift göz ve alışılmak dudaklar. Hepsi birden bire onun oldu ve öyle öğrendi her şeyi. Ama bir sonraki bedeni olan iki aylık bir bebek iken neler yaptığını, yürümeyi nasıl öğrendiğini bilmez. Bu yüzden hayatı boşluklarla doluydu adamın.
Ne ara bitirdiğini fark edemediği içeceğin son damlalarını masaya döktü ve maşrapayı üç kere sertçe masaya vurdu. Birkaç saniye içinde garson maşrapayı almaya geldi ancak adama hiç göz atmadan gitti.
Bu ihtiyar bedeniyle geçireceği son sonbaharına elveda diyordu. Artık ruhu bedeninin kaldıramayacağı kadar ağırlaşmıştı. Şu durumda oturuyor olduğuna şükretti çünkü ilk defalarında ne olduğunu anlayamadan önce, onca insanın içinde yığılıp kalmıştı.
Oturduğu masanın sağında bulunan camekândan dışarıya baktı. Sarı ve kahverengi yapraklar acele etmeden seriliyorlardı yere. Bu sırada oradan geçen çiftin kendini bir aşk filminde hayal ettiğine emindi. Boşver.
Düşen yaprakları kimse kenarlara yığmaya uğraşmamıştı. Güzel bir örtü gibi, öylece doğal haline bırakılmıştı.
İlk defa sonbaharı hoş buldu adam ve ilk defa ruhunun ayrılışı hoşuna gitti. Nedenini bilmiyor. Yağmur dinmiş. Dallardan düşen yapraklara eşlik eden cılız damlalar… İlk defa bunlar hoş gelmişti adama.
Sonra, o daha önce değindiğim latif boğuşluğa düştü adam ve ilk defa doya doya yaşadı onu. Bedeni nemli paltonun içinde, başını masaya yaslamış, yeni sahibini beklerken, o süzülüyordu bir yerlerde.
Adamın nereye gittiğini siz tahmin ediyor olabilirsiniz. Garson merak ediyor olabilir. Ancak adam asla bilmeyecek.
Not: Bu öykü, bir çalışmanın kesitidir.
Elinize sağlık güzel bir çalışma.
Teşekkürlerr.
oldukça güzel (: elinize sağlık
Teşekkür ederim. ^^
Etkileyici. Keşke hiç bitmeseydi 🙂
Teşekkür ederim. ^^