Öykü

Kara Kutu

Günler kısaldı. Tıpkı gölgeler gibi. Binlerce metre yukarıda sayfalarının çoğunu doldurduğum günlüğümün siyah kapağına boş gözlerle bakıyorum. Her şey sona erdiğinde bütün gerçekleri ortaya çıkartacak bir kara kutu gibi duruyor karşımda. Sayıları azalan eşyalarımın arasında şüphesiz en kıymetlisi o artık. Yine de her şeyi yazıp yazmadığımdan emin değilim.

“İşte günlüğüm… Sokağın köşesindeki büfenin gazeteliğinde öylece duruyor. Manşetlerinden duyurdukları büyük uçak kazasından sadece bir kişinin mucize kurtuluşunu anlatan gazetelerin hemen yanında. Para vermenize gerek yok… Alıp hemen okuyabilir, geleceğimle şimdiden yüzleşebilirsiniz…”

Uçmazken de ara sıra derinlerde bir yerlerde duyduğum o ses eşlik ediyor kafamda dönüp duran bu cümlelere. Uzun uçak yolculuklarında loş kabini dolduran, biraz taş plak cızırtısına, en çok da satır aralarına odaklanmamı sağlayan beyaz gürültüye benzeyen o tuhaf ses… Beynimi didikleyerek yiyebilmek için düşmemi sabırla bekleyen akbabalara benziyor tekrar edildikçe anlamını yitiren kelimeler. Hangi kıtanın üzerinde, hangi zamandayız bilmiyorum. Gece ve gündüz de birbirine karışmış durumda. Sonsuz bir siyaha, çocukluğumdan bu yana karanlığından korktuğum gecenin kalbine doğru uçuyoruz sanki. Kim bilir, belki kâbus dolu gecelerde yatağımdan fırladığımda başucumda beni yeniden uykuya dalıncaya dek bekleyecek bir babam olsaydı farklı olurdu her şey. Yetimhane gecelerinde defalarca dayak yememe neden olan “En az bir ışığı açık bırakma” huyumdan halen vazgeçebilmiş değilim. Ölgün tondaki sarı yolcu ışıklarından sadece biri, benimkisi yanıyor başımın üzerinde. Gözlerimi sımsıkı kapatsam da yüzümü yakan eski bir yaz güneşinin ışığına benzer bir aydınlık vuruyor göz kapaklarıma. “Kapat!” emrini ve daha nicelerini almamakla yetinmeyip emir veren olmak için yürüdüğüm dikenli yolları düşünüyorum cama yansıyan suretime bakarken. Alnımın kenarlarından dökülmeye başlayan saçlarımı ve yediğim dayaklardan hatıra izleri daha iyi görebiliyorum ışığın da yardımıyla. Geçmişimi ne pahasına olursa olsun unutmamak için yüzümdeki izleri silmeyi öneren doktorları geri çevirişimi hatırlıyorum. Uzun uçak yolculuklarında mütemadiyen susuyor insanlar. Platin rengi saçlarıyla güzel kadınlar ve kendi solaryum makinelerinde bronzlaştırdıkları tenleriyle uyumlu kır saçlarıyla erkekler derin uykudalar. Artık birer ölü olduklarını bilmeden uyuyorlar. Uyurlarken dudaklarına yerleşen tebessümlerinden anlayabiliyorum rüyalarında bile zengin olduklarını. Oysa bizim gibi yokluk içinde büyüyen piçlere rüyalarımızda bile gülme hakkı tanımadı bu hayat.

Kafamdaki seslerin ve motor uğultusunun dışında çıt çıkmıyor kabinde. Belki de ayıp sayılıyor Business Class’ta konuşmak. Ancak binlerce dolar ödeyerek hak edebildiğim bu rahat koltuğa gelinceye kadar oturduğum yolcu koltuklarında çekildiğim onca bilinçsiz sosyalleşme sorgusu düşüyor nedense aklıma. Oysa yanımdaki koltuk bomboş şimdi. Ne memleketimi, ne hangi işle meşgul olduğumu, ne de nereden gelip nereye gittiğimi soran bir ihtiyar yok yanımda. Gerçekliği artık flu bir düş olan o yaşlı adamı anımsıyorum eski otobüs yolculuklarımı hatırladığımda. Tekerlekli sandalyesinin kolunu zorla ittirerek karşıdan karşıya geçerken ömrünün sonbaharında oluşunu bilmez bir özlemle bakıyor etrafta koşuşturan genç kızlara. Biriyle, belki de birkaçıyla başka bir diyara kaçmak olsa da tek hayali, kolundan hangisini tutsa “Sonbahar bitti…” diyeceklerini de biliyor sanki içten içe. En kötüsü de cümlelerinin sonuna ekleyecekleri muhtemel bir “Amca” ifadesi. Bakmaya devam ediyor yine de genç kızlara, biraz arzu biraz da kinle. “Yaş yetmiş iş bitmemiş!” ısrarında belli ki nefsi. Bir kaç kez daha görmüştüm o civarda onu. Daha gençti. Sokaklar alışveriş merkezlerinde bile şube açmaya tenezzül etmeyen lüks markaların ve zincir restoranların şubeleriyle dolmadan uzun zaman önce. Evlerin ve dükkanların fiyatları da bunca şişmemişti henüz. Nişantaşı ve Cihangir eskisi gibi çimento değil kahve kokuyor bugün. Kavrulmuş kahve çekirdeklerinin kokusu şehirli kadınların pahalı ve aynı kendi isimleri gibi telaffuzu zor parfümlerinin kokularına karışıyor. Bir yerlere yetişme telaşında olan çoğunluğun aksine ağır hareket ederken bakışlarını gözlerime diken biri çekiyor dikkatimi. Yıllar önce gördüğüm siyah beyaz bir düşten hatırladığıma eminim yüzünü. Ellili yıllarda, her şeyin dekor olduğu bir sokakta çekilen bir filmin içinde yürüyorum sanki. Siyah beyaz düşümün tek rengi olan delici yeşil gözlerini ve gülümsediğinde sol yanağında oluşan gamzeyi hatırlıyorum. Gözlerinin dışında gamzesinin tek yanağında olmasıydı belki onu bu kadar net hatırlamamın nedeni. Bana kalırsa stereo olmalıydı çünkü tüm gamzeler. Aynı düşün içinde bizi tepemizde dönüp durarak takip eden akbabaya da bir türlü anlam verememiş, küçük bir çocuk gibi korkarak fırlamıştım uyuya kaldığım yerden. Yeniden uyuduğumda kumu altın tozundan bir sahilin iskelesinde oturup suyun yüzeyinde küçük taşlar sektirirken gördüm onu tekrar. Aramızdaki mesafeye rağmen sol yanağındaki gamzeyi seçebiliyordum her gülümseyişinde. Uzun bir zaman sonra tanıştığımızda bana aynı anda aynı düşü gördüğümüzü söylemesine hiç şaşırmamıştım.

Babasıyla yetimhaneden ayrıldığım gün tanışmıştım. Benim gibi geçmişi olmayanları kirli işlerinde kullanmayı akıl edebilecek kadar parlak bir adamdı Akbaba. Yetiştirildiğim yetimhaneden yıllar önce çıkmış, dışarıda kendi düzenini kurmuştu. Böyle bir düzende güçsüzleri ortasına düşürmek için ağ germek ancak onun gibi uyanıkların işiydi. Devletimiz bizi kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmemiz için çeşitli işlere yerleştirir, işlerimizin devamlılığını sorgulamazdı. Yetimlik arkadan yetişenlerin gidenlerin yerini doldurduğu daimi bir haldi. Yeni gelenlerde de değişmezdi o alışıldık serzeniş:

“Babasız büyüdük biz. Elimizden bi tutan olsa biz de bilirdik bir yerlere gelmeyi!”

Birçokları gibi beni de kendi çocuğu gibi sevdiğini söylemişti. Yeraltında ona Akbaba isminin verilmesinin nedeninin ne soyadı ne de kolundaki akbaba dövmesi olmadığını sonradan öğrenecektim. Kısa sürede büyük işler başarmış, zehrini Avrupa’nın her köşesine dağıtmış ve tahsilatlarını da başarıyla tamamlamıştım. Her kurye gibi yaptığımın doğruluğuna inandırmıştım kendimi. Sayemde gençler bolca eğlenecek, sanatçılar üretkenliklerini artıracaktı. İlk ödülüm Amerika’da iyi bir Üniversite eğitimi oldu. Sonrakiyse hayallerimin ötesinde bir zenginlik. Bana da sahip çıkacak başka birinin babasıyla, Akbaba’yla karşılaşmış olmaktan ve onun için çalışmaktan şikayetçi değildim. Babasız büyümenin ne demek olduğunu bir tek kendimin bildiğini sanıyordum. Bana kuryelik yaptırsa da, bir çok cinayet işletse de onu hiç görmediğim babamın yerine koymuş, canımı feda edecek kadar çok sevmiştim. Yine de tek gamzeli kızını ondan daha çok sevmeme katlanamamış ve beni başkalarına, yerime geçirmeyi vaat ettiği yetimlerden birine öldürtmek istemişti. Neyse ki Akbaba’yı bu uçağa bindirdiğimi bilmiyordu hiç biri.

Tüm bunları kara kaplı günlüğüme yazdım usanmadan. Binlerce metre yükseklikteki karanlığın içinde bile. Bir yaştan sonra nedense hep birbirine benzediğini düşünmeye başladım karşılaştığım insanların. Daha dün, yürüyen bir merdivenle bekleme alanına doğru ilerlerken sol yanımdan aksi yönde hızla ilerleyişi dikkatimi çekmişti birinin. Her an öldürülebilecek olduğumu bilmenin paranoyasıydı belki içimde kök salan. Yüzünü tam olarak görememiştim. Sırt çantasının bir süredir kullandığımla aynı olduğunu kırmızı iplikle dikilerek şekillendirilmiş detaylarını gördüğümde fark ettim. Çantasının rengi atmış, ipliklerin canlı kırmızısı solmuştu. Bir gölge misali hızla ilerleyip loş koridorlarda kaybolmuştu. Henüz bir ilkokul öğrencisiyken okulun aşağısındaki ana caddede karşıdan karşıya geçerken beni takip ettiğini fark ettiğim o adamı yetimhane belletmenine ancak günler sonra anlatabildiğimi hatırladım onu dün gördüğümde. Aynı adamı okul çıkışında ikinci kez görünce bu kez onu yeniden gördüğümü yetimhane müdürüne hemen anlatmış, okul çevresinde gizli güvenlik önlemleri alınmasını sağlamıştım. Ne var ki ertesi gün gelmeyecek kadar akıllıydı. Yıllar sonra onu yeniden anımsadığımda yüz hatlarını düşümde karşıdan karşıya geçmeye çalışan o ihtiyara benzetmiştim. Yüzünde yapacağım hataların tümünü bilip beni uyaramayacak olmasının sıkıntısını gördüğümü de ancak dün fark edebildim. Onun kim olduğumu anlayabilmem için yeterince büyümem gerekiyordu. Zamanda kelebek etkisi oluşturabilecek bir temastan korksam da merakıma engel olamamıştım demek. Yine de kendimi bu uçağa binmemek için uyarabilseydim iyi olurdu. Kim bilir belki de uyarmıştım…

Tekerlekli bir sandalyede genç kızlara bakarken gördüm sonra kendimi uçağın dar tuvaletinin aynasında. Tek gamzelim ile ortak bir düşte gördüğümüz o altın tozu kumlu sahilde buluşmak için binlerce metre yukarıda son kez aştığımı sanıyordum korktuğum karanlığı. Artık “Seni bir yerlerden tanıyorum!” demekten vazgeçecektim aynalara. Hangi yaşımda olursam olayım her baktığımda kendi geleceğinin hırsızı olarak gelecekteki beni göreceğimi biliyordum aynalarda. Tepemde dönüp duran akbabaysa halen yaşadığımı bildiği için yanaşamıyordu bana.

İşte günlüğüm… Büfenin önündeki gazetelikte değil, bir uçak enkazının altında, yanık kabloların, deri kaplı Business Class koltuklarının ve etrafa saçılmış tonlarca ağırlıktaki metal yığınının arasında bir yerde…

Bulabilirseniz hemen okumaya başlayabilir, yaşamadığım geleceğimle şimdiden yüzleşebilirsiniz.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *