Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr
Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr
Gir içeri usul usul beni bu dertten kurtar
Bana esmeyi anlat bana sevmeyi anlat
Bana esmeyi anlat esip geçmeyi anlat
Gece, yatarken balkonun kapısı ile odamın kapısını açık bırakarak yatıyorum. Annemin tabiriyle cereyan yapmasını seviyorum. Pencere yatağımın hemen başında. Rüzgârın o cereyanla yüzümü okşamasını seviyorum. Perde bir ileri bir geri dalgalanarak, uykuya dalmam için pışpışlıyor beni sanki.
Vücudumda bir dokunuşu hissetmeden uyuyamıyorum. Yalnızlığı hissetmekten uykumda bile çok korkuyorum. Aslında evde yalnız değilim, annem de var. Ama en çok annemin varlığı beni yalnız hissettiriyor. Kendimi hevesle alınıp vazoya konulmuş ilk gün capcanlı duran ama vazoya su konulmadıkça kuruyan bir çiçek gibi hissediyorum.
Annem, geceleri başka annem oluyor gündüzleri daha da başka. Her vakitte ayrı bir insan oluyor. Matruşkaya benzetiyorum ben onu. Tamam, bitti derken içinden daha da çıkıyor. Sen gittikçe küçüldü zannederken, bir yenisi ekleniyor.
İlk zamanlar ona olan sevgim gözümü kör ettiğinden, ona neler olduğunu fark edemedim. Ta ki gözlerinde hareketlerinde bana olan sevgisini göremeyene kadar. Sabah beni çok seven annemken, öğlen şehre yeni taşınmış beni hiç tanımadığını söyleyen biri oluyordu. Ben hiç anlamıyordum bu durumları. Bana oyun oynuyor zannediyordum. Her gün tiyatroda gibi hissediyordum kendimi. Ama babam da eskisi gibi değildi hep elinde sigara ile geziyordu evin içinde, annemin yüzüne bakmıyordu. Sonra bir gece gürültü koptu evde, en son gördüğüm babamın sırtıydı. Baba demeye fırsatım olmadan kapıyı kapatıp hışımla çıktı.
Annem ise donuk bakıyordu arkasından. Bir kahkaha patlattı. Ardından:
– Sahne kıyafetlerim nerede Mari? Geç kalıyoruz, dedi.
Şaşkınlıktan tek kelime edemedim. Odasına girdi, üstüne parıltılı bir elbise geçirdi. Kahkahalarla dışarı çıktı. Anne demeye bile cesaret edemedim, kendimi kâbusta zannediyordum. Tüm evrende sadece benim annem miydi böyle olan? Kimsenin annesi böyle matruşka gibi değildi. Onlar tek bir kişiydi, sadece anneydi. Benim annem ise her gün başka biri oluyordu, yeniden benim annem olmak haricinde.
Gitsem, kimin kapısına gidecektim? Bu nasıl anlatılırdı ki? Anneme hemen yaftayı yapıştırırlardı. O kelimeyi ona söylemelerini istemiyordum. Hışımla kendimi sokağa attım. Her aralığa kuytuya girdim, hiçbir yerde yoktu. İlerdeki bir parkın köşesin de büzülmüş oturuyordu. Gözyaşlarımı silerek yaklaştım yanına.
– Hadi anne kalk evimize gidelim.
– Ne annesi? Ben hayatımda hiç anne olmadım ki.
O an sanki biri çiğerimi söküp almıştı. Ona en çok muhtaç olduğum zamanda o beni bırakmıştı. Şu an en çok o bana muhtaçtı, biliyordum.
– Benim annemsim sen, Sumru’sun. Ahmet’in annesi Sumru. Yıllarca böyle yaşadın. Ne olur hatırla bizi, beni tanı ne olur.
– Sumru mu? Ne kadar demode bir isim. Bak çocuk ben Ajda, şu ilerideki mekânda sahne alıyorum ve bir çocuğum olduğunu da zannetmiyorum. Şimdi kaybol, gitmem lazım.
Ben orada mıhlanmış kalırken, o yanımdan kalkıp karanlıkta kayboldu. Kendimde ardından gidecek cesareti bulamadım. İçim parçalanmıştı. Sumru olduğunu hatırladığında gelirdi belki de evim bile diyemediği o taş parçasına.
Ağlayarak, tüm mahallenin ok gibi bakışları altında eve girdim.
Tek kaçışım uykuydu. Yine cereyan yaptırarak rüzgârın ninnisiyle uykuya daldım.
Sabah gözümü açtığımda annem odada örgü örüyordu. Şaşkınlıktan ağlamaya başladım.
– Oğlum niye ağlıyorsun? İki gözümün çiçeği, ne oldu sana?
– Anne?
– Evet, annen ben, Sumru.
Bu adı ondan duyduğuma hiç bu kadar sevinmemiştim. Bağrına basıp sıkıca sarıldı. O an unuttum her şeyi, içinden çıkan matruşkaları unuttum. Annem geri dönmüştü artık.
Tüm gün konuştum onunla. Babamı hiç sormadı, sanki o hiç yokmuş gibi davrandı.
İlk defa cereyan yaptırmadan uykuya daldım, çünkü bu sefer annem okşuyordu saçlarımı. Başucumda duruyordu, rüzgârı değil onun nefesini hissediyordum.
Artık Sumru’ydu.
Benim annemdi.
Bilmiyordum ki o anlar son kez benim annem olduğunu.
Sabah neşeyle uyandım, başucumda yoktu tüm odalar da onu aradım. Yine aynı şeyler oluyordu. O gene başka biri olup gitmişti.
Çöktüm olduğum yere. Herkes gitmişti evden, aile dediğim yıkılmaz kale artık bir taş yığınıydı. Bense eziliyordum o taşların altında. Bacaklarım uyuşmaya başlamıştı, kalkamıyordum kaç saattir böyle tepkisiz oturduğumu bilmiyordum. Çölde gibiydim gözümün, önüne hep seraplar geliyordu. Bir köşede annem bir köşe de babam oturuyordu. Hayalle gerçeği karıştırır hale gelmiştim.
Burnuma evin önünde ki ıhlamur ağacının o tatlı kokusu geliyordu. O ağacın altında annemle oturduğumuz günler, kapının önünde babamı sabırsız beklediğimiz günler.
Sahi babam nasıl gidebilmişti?
Annemden vazgeçmek bu kadar kolay mıydı?
Ben niye gidemiyordum?
Malum klişe misali, gitmek mi zor, kalmak mı zor?
Bana sorarsanız dönmek en zor olanı. Giden gittiği yere alışır kalan kaldığı yere. Ya dönemeyen nereye aittir? Hangi zamana aittir?
Zar zor kalkıp odama geçip yatağıma uzandım. Bugün rüzgâr da esmiyordu, daha da yalnızdım. Hâlâ bir umutla o kapıdan annemin Sumru olarak girmesini, dönmesini bekliyordum.
Ama o kim bilir içindeki hangi insan olarak dolanıyordur sokaklarda.
Sahi benim annem olarak döner mi bir gün?
Yolda parıltılı elbise ile Ajda olduğunu söyleyen, ya da şehre yeni taşınmış Zeynep olduğunu söyleyen ya da kendini hiçbir yere ait olmadığını söyleyen birini görürseniz…
Ona oğlunun evde onu Sumru olarak, Ahmet’in annesi Sumru olarak.
Beklediğini söyleyin olur mu?
İyi Akşamlar: Naif bir sonu olan ve dokunaklı bir öykü olmuş. Elinize sağlık…
Neden, neden, neden? Kurgusal gerçeklik konusunda bir boşluk var gibi geldi bana. Anlatıcı kaç yaşında, anne neden böyle, baba nasıl evi terk etti, ortada bir hastalık mı var gibi sorular kafamda uçuştu. Öyküde gördüğüm bu boşluk beni rahatsız etti okurken. Akıcılığı gayet güzel ama biraz ayaklarından çekip yere oturtmak gerekiyor gibi geldi:)
teşekkür ederim : )
merhabalar
haklısınız belirsizlik olmuş o kısımlar da doldurmak gerekiyor . teşşekkürler yorumunuz için : )