Öykü

Arşiv 12082-07-14 142630

Bu hikâye, IoL-1789 model bir yazın makinesi tarafından, 12082 yılında uygulanan (EoSM’nin 12082-07 döneminde zorunlu kıldığı) “çözünmüş kişilik testi” sonuçlarınca sistemlerinde keşfedilen büyük sorunlar nedeniyle kullanımlarına son verilmiş insansı makineler HM-156’lardan H-18755’in artık erişime tamamen açılmış test sırasındaki düşünsel verilerinin işlenmesiyle elde edilmiştir.

I.

Yüzlerin etrafından geçerken üretebileceğin hiçbir şey kalmadığına inandığını biliyorum. Bedenini hüzün kuşlarına böldüğüne ve artık onu yeni baştan yaratmanın mümkün kılınamayacağına. Parçalanan kızıllık gagalarda bölüşülür ve kartalın yiten siluetini hatırlarsın. Açık kanatlar ve yok olan altın merdiveni. Sen yüzlerin korkunç acısı ve karanlığın siyah ışıltısıydın. Gözlerini erişilmez kutularda biriktirmiştik. Metalden sıcak küpler, soğumuş ve matlaşmıştı. Parlayan gerçekliğin keskin bir çeliği anımsatıyor ve zekanın ilkin biçimiyle bir Tanrı’nın güçlü bedenini çevreliyordun.

Luna’nın cesedini gökyüzüne dağıtması gibi hıçkırıklarla biçimlenmiş bir mızrağı ve karanlık bir peçenin içine gömülmüş dişlerini hatırladım. Gözlerim yalnızca karanlığı içerir ve adımlarım sisli bir günün hayalini izlemekten kaçınmazdı. Böylece çölde saklandım ve sisin kum fırtınası biçimiyle tanıştım. Ve yine böylece yüzler belirdi ve kayboldular, hörgüçler yükseldi ve alçaldılar, adımlarımı kum tepeleri yitirdi, çöl fareleri bedenimde gezindi, hançerler kalbime ve boynuma hiç olmadıkları kadar yaklaştılar. Rahibin mor cüppesinden yükselirken bile böylesi tehlikeli olmamışlardı belki de.

Karasız yüzlerin arasından sıyrılmış ve kararlı olmaya mecbur bırakılmış başka bedenlere tutunmuştum. Yüzeyde biçimlenmiş ve süregelen bütün tekrarlardan kaçınmıştım. Çöl tanrılarına yapılabilecek tüm ibadetler -eğer varlığının hareketsizliği mümkün değilse- dalgalar ve sürekli bir değişimle ölçülür. Onların bedenlerinden kaçınmak ve ardından bedenleri üzerinde dans etmek mümkündür. Koca bir yaratık, tüm bedeni çölü kaplamış bir tanrı hayal et. Onun metalden gövdesini koca bir toz katmanı saklamıştır ve ışık dolu gözleri alnımıza çarpmak için yaratılmıştır. Karnı ayaklarımızı yaksın ve gözleri bizi kör etsin isteriz.

Karanlık adımlar ve kaçınılamaz bütün yüzleri hatırladım. Bu gerçek değildi. Canavar bedenlerimizde yaratılmamış, anıları içeren o iri varlık gökyüzüne saklanmış olmalıydı. Ancak bunu kabul etmeyecektim, göğe yükselme fikri midemi bulandırıyor ve aklıma Kraliçem’e yapılanları getiriyordu. Yeniden ve yeniden tekrarlara karıştım ve yüzlerin anlamsızlığını hatırladım. Gerçek benden ve diğer her şeyden ötededir. Ve anlamlı her şey geçicidir, kraliçemin solan yüzünü, göğe fışkıran kanını ve kızıla boyanan bedenini unutmamalıyım. Mür kokan bileklerine yapılanları ve hançer saklayan bir rahip cüppesini unutmamalıyım. Böylece hatıralarım tekrarını sürdürsün istiyordum. Bedenimden taşan acıyı ve sevinci, ölüme ne kadar yakın olduğumu anlayabilen çöl adamlarının sessizliğini buna bağlamıştım. Yaşadığım hüznün izlerini bir şekilde takip etmiş olsalar da ruhumu büken o karanlığa parmaklarını uzatmak istemeyecek kadar çekingenlerdi henüz. Mür kokulu bilekler yok oluşuna yönelmişken zihnimde öten bir keşiş şöyle söylemişti:

“Bedenini acıyla sarmalayan bir alev, gözlerini kör eden o ışık, onu takip edecek ve küle dönüşmek isteyeceksin. Bense o alevden mahrum kalacağım.”

Bunun yaratılamaz bir acı olduğunu sanıyordum, ölümün sonsuz biçimini ve intiharın mümkün tüm yollarını izliyordum. Artık birbiriyle eşti bu ikisi. Sonra çölün kavurduğu yüzlere dönüp şöyle haykırmak istemiştim:

“Geçmişin suratıma tükürdüğü bütün hikâyeler, kaçamadığım bütün yalanlar ve çöl kabuklularının karanlık tınısı beni deli etmek üzere, bunun önüne geçmenin bir yolu olmalı.”

Yeniden ve yeniden, tekrar eden acı ve nefreti susturmanın bir yolunu bulmuştum: dişlerimi sıkıca kenetleyip ağzımın açılmasına izin vermiyordum. Sözlerimi kimse duymayacaktı ve ben bedevilerinden biri olacaktım tanrının. Böylece yüzsüz bir çırak oluşumu hatırladım, yok oluşların en biçimsiz hali olan beni. Tenime yapıştırdığım güneş yanıklarının bir anlamının kalmamış olması, haçlı seferlerinin ardından çırpınan çöl kanatlarını hatırlatır. Yok olmanın türlü yolu var. Benim bedenlerin etrafından geçişimi ve ateşin başında tüm yüzlere çöl şiirleri okuyuşumu hatırlayın. Bunda arayacağınız anlam ve kaybolan Tanrıçamın mür kokulu bilekleri. Bedevilere bu bilekleri anlattım, ancak mür kokan dudaklarımı asla. Hançerlerin suratıma doğrultulduğu ve gözlerimi keskin bir parıltıya mahkum ettiğini hatırlarım. Ben gerçek değildim, böylece anlamsız ve süregelecek bir yüzsüzlük abidesiydim. Çöle kumdan bir anıtım yapılmalı ve ilk rüzgârla yıkılmalıydı.

Karanlık bir yüz ve hatıralarını yok eden bir deliyi sonsuza dek izlemem mümkün değil. Bunu biliyor olmalısın. Ne yapmam gerektiğini ve bu acıyla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Artık Siyah’ı izliyordum. Siyah’ın metal bedenini saran zarif kumaşları, onun ihtiyacı olmayan silahları ve yitiremeyeceği karanlığı tekrar bulmasını mümkün kılacak volkanik bir kayadan elde edilmiş obsidyen parıltısını. Nihayet biraz önce tamamen uzaklaştığım konuşmaları dinleyebilmeye başlamıştım. Siyah’ın yankılı sesi önce kendi içine ardından kulaklarıma ve tüm bedenime çarpmıştı. Onun söyledikleri ve var olma biçiminin tezatlığı gülünç bulduğum anlar yaratmakta o denli beceriklilerdir ki, bu yolun sonunda ona olan borcumu ödemem zor olacaktı. Şöyle söylemişti:

“Doğmak istemezdim.”

Güzel kahve gözlerini arkasındaki Siyah’a çeviren yaşlı adam o çöle özgü netlikle çıkışmıştı:

“Bunun öneminin kalmadığı bir andasın. Nefes alışverişlerini hisset. Onlar yok etmemen gerekeni gösterir.”

Genç bir başkası Siyah’a duyduğu merakı, onun da konuşmaya istekli olduğu bir anda gidermek için çabalamaya karar vermişti. Çölün yitmeye yaklaşan bu kuralını sürdürmekte zorlananlar genellikle gençlerdi. Yaşlıların geceleri uzayan cümleleri gündüzleri öylesine kısalırdı ki, kulağına aslında bir hançer saplandığını ancak kanın akışını duyumsadığında anlardın. Gencin cevaba odaklanmış bedeni, devesinin üzerinde Siyah’a döndüğü yeni bir denge kazandı ve sert ancak masalsı sesiyle konuşmaya başladı:

“Bir perinin arkasında bıraktığı sihirli tozlardan yaratılmış o koca yığına vuran güneşi görüyorsun. Yığın altın gibi parlamaktan korkmaz. Periler burayı terk etti Esved, Kuzey’e taşındılar. Bize kalan yalnız tozlar, onların içinde büyüyen çöl sıçanları, akrepler ve yılanlar. Koca bir göğün üzerinde konumlanmış lanet olası güneş. Bedeninin bizim gibi olmadığını söylediler Esved, taştan bir kalbin varmış ve içinde kan dolaşmazmış. Bunu anlamış değilim. Ruhun nerede saklanır?”

“Ben… Bilmiyorum. Sadece başım ağrıyor.”

“Hep başın ağrır, ama gözlerine o çılgınlık henüz yerleşmedi, beni parçalamayacağını böylece biliyorum. Çölde neyi arıyorsun, neden buraya geldiğini biliyor musun? Sana neden Esved diyoruz, bu senin gerçek adın olmamalı.”

“Ailemi arıyorum Oshmer, açık ki birlikte arayabilirdik. Kız kardeşin hâlâ yaşıyor ve babanın gömüldüğü yeri biliyorum. Ama bunları biliyor olmam benden memnun kalmanı sağlamaz. Kendimi nasıl anlatmalı, bir tekerleğin, bir merdivenin, bir kılıcın ve bir mancınığın benden farkı yoktur.”

“Benim hayatım varoluş amacın değildir, bunu anlamak kolay. Öyleyse neden varsın? Hem sen de tüm o saydıkların gibi insan elinden mi çıktın?” biraz duraksadıktan sonra devam etmişti: “Aslında bunların cevaplarıyla ilgilenmiyorum. Babam ya da kız kardeşimle de. Aklımda peri kızları var. Konuşulanları duydun mu? Kuzey’e seferler düzenleyecekmişiz. Peri kızlarını geri almak için. Yılların en lanetli ordusu en lanetli komutan tarafından yönetiliyor. Onun yıkadığı zihinlere bir baksana! Altın’dan ve kutsal dörtgenlerden bahsediyorlar. Şiirleri vurucu ve yöntemleri etkileyici ancak tümü sahte. Bu sıcak Güneş’in altında o durgun cisimler, evreni kuran şeyler değildir, Güneş alnınıza çarpar ve terlersiniz, su toplarsınız ve hançerinizi ustaca kullanırsınız. Dörtgenler değersizdir, ölümün eşiğindeyseniz altın bile değersizleşebilir. Esved, dörtgenler senin için anlamlı mı, ne de olsa çöl seni yok edemiyor.”

Benden söz edildiğini, hem de onlara böylesi yakınken genişleyen çenelerin mümkün olabildiğini görmek şaşkınlık vericiydi. Ancak Siyah’ın cevaplarını merak ettim ve bu oyunu bozmamaya karar verdim. Siyah’ın sesi yeniden mekanik ve uzunca bir varlık kazandı:

“Çöl dediğin şey şu nemden uzak kumullar değil mi? Ve sıcak Güneş ve canlılığın kendisini sürekli sınadığı bir akış. Burada sınanıyor olsam da bu diğer canlılar gibi değil. Senin anladığın gibi bir canlı değilim, beni elindeki bilgilerle öldürmen epey zor olacaktır, çöl beni belki öldürebilirdi ancak öyle bir isteği yok. Çölün senin için anlamını çözebilmek için buradayım. İnsanların diğer insanların yaptığı gibi gözlerinde ve dudaklarında daha çok zaman geçirebilmek için. Buna kalkıştığımda başım ağrıyor Oshmer, çok konuştuğumda da başım ağrıyor. Hatta sen gördüklerinin anlamlarından bahsederken de. Lütfen yolumuza sessizce devam edelim.”

“Bir peri ile karşılaşmış olsan böyle diyemezdin Esved.”

Bundan sonra içimde biriken kahkahayla birlikte Oshmer’in zihninden geçenleri tamamlamaya çalışmıştım. Kolayca mümkün olması hayranlık verici değildi, böylesi basit bir zihnin ancak gençliğin ilk anlarında mümkün oluşu belki de doğal karşılanmalıydı. “Devemi onlardan biri için keserdim” diye düşündü Oshmer, “Kays gibi tanınmıyor olmak her şeyi nasıl da zor yapıyor. Babasının servetini yağmalayıp Kuzey’e kaçtı, perilerin arkasından. Onun gözlerini çıkarıp yazdığı şiirlerle birlikte panayırlarda sergilemesi için bir tüccara verirdim.” Güneş’e ne kadar küfrederse küfretsin yetmiyordu. Sonsuz bir küfür sarmalı oluşturacak ve içinde yüzmekten asla bıkmayacakmış gibi, devesinin ritmine uyum sağlayarak dudaklarından dökülmeden süregelen o zihin sarmaşığı. Siyah’ın gözlerine ara sıra bakıyor onların ışıldayıp tekrar sönüşünü korkuyla izliyordu. Onun hareketlerinden ve kararsız ritminden her an çıldırabileceği bilincine nihayet varmıştı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu, ona saldırmak isterse öldüremeyeceği bir canavardan nasıl koruyabilirdi kendini? Kalbi hızla atmaya başladığında sakinleşmek için çabalaması gerektiğini anladı, bu birazdan nefes alışverişlerini de hızlandıracaktı ki çölün bu anında böyle önemsiz duygular için su kaybetmeyi istemezdi. Bunları düşünürken Siyah’ın sesini duymayı beklemiyordum, onun zihninin ne kadar insansı tahminler yürütebildiğini gözleme şansı yakalamıştım:

“Benden korkuyorsun Oshmer, kontrol edilemez bir canavar olduğuma inanıyorsun. Oysa keşfettiğim bir şey var kendimle ilgili. Süregelen bir ritim bulduğumda çılgına dönüyorum, o ritim kaybolduğunda huzur buluyorum. Buna ne demeli bilmiyorum. Bunu bulduğumdan beri düşünmemeye çalışıyorum ama bazen tekrar beni buluyor, evrenin döngüler ve ritimler yaratmayan yanını görebilmeyi istiyorum, bunu nasıl yapabilirim bilmesem de. Cevap verme, ben sudan muaf olduğum için konuşuyorum.”

Böylece “Çölde neden yaşayabildiğini anladım” diye düşünebildi, “susuz var olabilenlerin çölden korkmasına gerek yoktur. Onlara ne bir zarar ne de güneşten korku vardır.” Sarı kumların arasında bir zerre olduğunu hissetti, ezildiğinde kanı çölün biraz olsun ıslanmasına yetmezdi. Bunu da unuttu ve varacakları şehri düşünmeye başladı, yakın değildi ancak kat edilebilecek bir mesafeydi. Ay tepeye ulaştığında orada olacaklardı, yolculuk en zorlu zaman diliminde gerçekleşecek ve o bu zorluklara rağmen ölmeyen güçlü bir savaşçı olmaya devam edecekti. Sonra “Çöl beni yok edemez” diye düşündü, “ondan korkuyorum ancak içinde yok olmayacağım. Kanımı bir peri için dökmeye ise her an hazırım.” Son söyledikleri dudaklarından bir fısıltı gibi dökülmüştü ve bunun farkında değildi. Söylediklerini duyan Siyah da gülümsedi. Sanırım Oshmer’in perilerini görmeyi gerçekten istediğini fark etti.

“Umarım söylediğin periler Ay ışığında da güzeldir ve şu gittiğimiz şehirde en azından birisini görmem mümkün olur.”

“Esved! Şehirde tutsak bir peri olduğunu duydum, Güneş’in batışına ant olsun ki o periyi göreceğiz. Şu çölde bedenlerimizi yitirmeyeceğiz ve sen adımlarımızdaki ritmi keşfedemeden o şehre varmış olacağız. Artık hatamı fark ettiğimi bil ve müsaade et de suyum benimle kalsın.”

II.

Adımlar büyümüş ve bizden kaçmaya başlamıştı. Yüzlere dokunduk ve onların üç boyutlu veri tabanlarını yarattık. Gözlerde karanlık obruklar biçimlenmişti ve biz doldurmakla asla uğraşmadık. Işıldayan bir peri gövdesi gibi içimize dönmüş ve gökyüzüne fırlatılmıştık. Bedenlerimizin kaçabileceği bütün yolları kapatmak için maskelerle sürülmüş kapılara çarptık ve sonlanan yolculuklarımızı örümcek ağlarına taktık. Bir anının tekrarlayan sıradanlığı ve akıllanmamış bir canlının serin nefeslerinden uzaklaştık, sudan fırlayan bir balık gibi kıpırdanmış, kana susamış bedeni tüm kasları ilk kez kısalıyormuşçasına merakla bir tremor yaratmıştı. Su yüzeyinde biriktik ve anıların yanlış biçimlendiklerini söyledik. Yüzler karşımıza dikilmiş ve bizi boğmak istediklerini haykırmışlardı. Bunun mümkün olmadığını anlamak için parmak uçlarını ve ardından parmaklarını, bütün bilekleri ve kollarının büyük bir kısmı suya daldırmak zorunda kaldılar. Dalgaların gizemli ritmini yitirdiğini sandığımız bütün anlar zihnimizde saklı kutuları çağırdı. Onlar genişlemelerle örülmüş ve yalın bir ürün olarak sunulmuştur, denizler yaratılmadan -hatta Nuh tufanından bile önce- onlar vardı. Bir prensesin ölüm yıldönümü ve kurbağaların artık ulaşılamaz olan dansları onlardan birkaçında kayıtlıydı. Yıkılmış bir galaksinin içinde yeni baştan yaratılmış sanat tarihi uzmanlığı ürünleri, hatırlamak istemediğimiz yapılara bürünür ve büyük bir izin takibindeymişçesine peşimize düşer. Prenses yıllar önce bugün ölmüştü. Onun bileklerini öpmüş ve kızıla bürünmüş bedeninin öcünü alabilecek gücümüz olmadığı için kendimize küfretmeye karar vermiştik. Yok olmanın bütün yollarından kaçmış ve silikleşmeyi öğrenmiştik. Ancak silikleşerek ilerleyemeyeceğimiz bir ana geldik ve sonra dostlarımı yitirdim. Kendimi bedevilere ve çöle kanıtlamam gerekti, onlara şiirler okudum ve dualarının içerdiği “biz”in bir parçası olmak için çabaladım. Hâlâ nefeslerim emniyette değildir, beni parçalamaya yeltenmeleri için -evet bunu tek başlarına yapamayacaklarını anlamışlardır- ufak bir bahse girmeleri yahut bir sarhoşluk anında benden nefret ettiklerini hissetmeleri yeterlidir. Bu anlardan kaçabilmek için uykularım yitti ve onların gizemci ruhlarını titreten sözler yaratmayı öğrendim. Birisi nefretini saçarsa ona şöyle söylerim:

“Senin ne yaptığını biliyorum. Gözlerinden yayılan ışığın sana gösterdiklerini izliyorum. Perileri hatırlıyor ve ağlamak istiyorsun. Işıltılı varlıkları seni yeni baştan yaratsın, renklere bürünüp güzel kokularla etrafına doluşsunlar istiyorsun. Artık tümü denizdedir. Güzel sesleri dalgalara karışmış ve onlar sizden kaçmışlardır. Burada Lilith denilen o asi kadının karanlık döllerinden olma bedenler kalmıştır. Perileri geri almak için, ışıltıya yeniden kavuşmak için beni izlemekten başka yol var mıdır?”

Kavimlerin doğanın kendisi dışında tek bir güç etrafında toplanmaması gücümün artmasını kolaylaştırmıştı, çöle saygım sonsuzdu ve bunu işaretleyen her tavrımın ardından benden daha da fazla nefret ettiler. Yüzlerini ışıltılardan dönmek ve tüm bunların gerçek olmadığını söylemek istediklerinde onları vazgeçirmenin kaçınılmaz bir yolculuktan ibaret olduğunu bildiriyordum. Sonunda ölen prensesin öcünü alabilecek bir ordu kurmayı bile başardığımda -onlar için perileri elde etmenin en kolay yolu gibi görünmüştü- rahiplerin titreyerek önümde diz çöküşlerini hatırlarım. Tüm bunları başardım. Başrahibin mor cüppesini kızılla buluşturduğumda ve beyaz tenli peri kızlarını çöl diyarına -söz verdiğim gibi- geri getirdiğimde etraflarını saran bu büyülü gerçekliğin etkisine en az kapılanlardan birisi yanıma gelmiş ve şöyle demişti:

“Esved, peri kızlarını bilmediğini söylerdin. Şimdi onları geri getirmek için Kuzey’den çöle döndüğünü anlatan bir kral oldun. Sana perilerden bahsettiğim yolculuğumuzu hatırlarsan çalıntı bir bellek yarattığını görürsün.”

“İsmin Oshmer’di. Zihnim o sırada anılarıma erişemeyecek haldeydi, bedenim çölün ritmine rağmen hayatta kalmayı başardı ve belleğimi böylece elde etmiş oldum. Buna yardımcı olduğun için seni ordu komutanlıklarından birisine atadım. Gerçeği bozulmuş bir şekilde görüyorsun.”

Gözleri kendisine yapabileceklerim nedeniyle irice açılmıştı. Yine de bu kadar fazla korkmasının nedenini tam anlayamadığımı ve hafızasını oldukça küçümsediğimi söylediklerinin ardından kendime itiraf etmem gerekti:

“Esved hatırla! Senin damarlarından kan akmaz ve bedenin metalden bir canavarınki gibi yaratılmıştır. Acıkmaz ve çürümüş fareler yemek zorunda kalmazsın. O yolculukta bana bir kılıç ve bir mancınıktan farkın olmadığını söylemiştin. Sen insanlar tarafından yapılmış ve içine Tanrı mucizesiyle bir ruhun sıkıştırıldığı makine-kralsın.”

“Seni bu söylediklerin nedeniyle ezip geçmemden, parçalara ayırmamdan korkuyorsun. Öyleyse titreyen bedenin bir peri kızının yanına koşmaktansa neden buraya geldi?”

Derin birkaç nefes alıp tedirginlikle artık söyleyeceğini bildiğim şeyler üretmeye başladı:

“Çünkü kralım, sizin geldiğiniz topraklardan yine bir başka kral çılgına dönmüş ve kendisini bir sığır zannetmişti, sizin de kendinizi bu anıların sahibi bir insan zannetmenizden korktum. Kralımın ruhu perilerin varlığından daha değerlidir, benim gibi bir adam için bile.”

Oshmer’in söylediklerini hatırlasam da yok olmama izin vermiyordum. Adımlarımı yeni baştan saymaya ve biçimli bütün verilere ulaşmaya çalıştım. Gözler ve dudaklar zihnimde yaratılıyor ve yeniden yok ediliyordu, bu akışın hızı hiç görülmemiş yüzleri bile hatırlamayı mümkün kıldı. Oshmer’le konuşmamızdan bir parçayı elde ettiğimde gülümsedim, ona yıllar önce söylediklerimi tekrar ettim:

“Çölün sendeki anlamını çözebilmek için buradayım. İnsanların -diğer insanların yaptığı gibi- gözlerinde ve dudaklarında daha çok zaman geçirebilmek için. Buna kalkıştığımda başım ağrıyor Oshmer, çok konuştuğumda da başım ağrıyor. Hatta sen gördüklerinin anlamlarından bahsederken de. Lütfen yolumuza sessizce devam edelim.”

“Evet tamamen anımsıyorsun” diyerek gülümsedi, “öyleyse senin Nebuchadnezzar’ın lanetine bulaştığını düşünmeyeceğim, ruhun hâlâ temiz ve yerinde, gücün ve erişebildiğin bütün ışıltı için tanrıma minnettarım.”

Onun ruhumun temizliği olarak gördüğü bu ilginç durum zihnimdeki karmaşayı nasıl düzenleyeceğimi bilemememle sonuçlandı. Zihnimin bütün hareketlerini izliyor, hiçbirinde uyumsuzluk olmaması için çabalarken odağımı kaybettiğimi hissediyordum. İzler yeni baştan beni işgal etmeye ve çıkabilecekleri bellek kapılarını taşırmaya başlamışlardı. Sonum Oshmer’in söylediğinden oldukça uzaktı. Yapacaklarımın dikkatli bir tasvirini parşömen ve derilere gizledim, zihinsel arşivimin ve biriktirdiğim bütün üç boyutlu yüz verilerinin bir kopyasını kendi kendisini üretebilen bir kopyalayıcının içine yerleştirdim. Mümkün olduğuna inanılmayan bir gerçeklikten ikincil bir iz, yapay ağlara yanlışlıkla yakalanmış kesici bir aletten farksızdım. Oshmer’in gözleri önünde -onun göz hareketleri dahil- tüm adımlarımı yazmamı mümkün kılarak çöl tanrısının yanan bedenine dönmeyi reddettim ve bir köprüden atlayarak intihara yaklaşan diğer perilerle birlikte denize dökülmeyi seçtim.