Öykü

Avare Günlükleri: Bir Siperköy Gecesi Kabusu

NOT: Bu başlık altında yayımlanacak bu ve daha sonraki öykülerin daha iyi anlaşılabilmesi için Avare Günlükleri: Misial’in Döngüsü isimli Mart ayında yayımlanan başlangıç niteliğindeki öykünün öncelikle okunması önem teşkil etmektedir.


(Karakter okunuşlarına dair notlar: Tearyd Y’Oiapn: Terid İoyap, C’Teann: Kıtean, Y’Kaus: İkaus, Cyb: Kib, Yafu: İafu)

 
Çok sevdiği, üç kişinin sığabileceği kadar geniş, yumuşacık ve dört köşesinden yükselen ahşap dikmelerinin üzerinde, işlemeli, mükemmel bir cibinlik gerili yatağına yatalı neredeyse üç saat olmuştu. Yatma sireninin çalınması emrini vereliyse tam tamına dört saat… Nedense uyumayı bir türlü beceremiyordu. Bu tür uyku problemlerine hiç alışık değildi Başkan Tearyd. Bu akşam yemeği gerçekten çok fazla kaçırmış olmalıydı.

Kocaman, yağlı vücudunu; kendisine çok uzun gelen ama aslında çok kısa olan zaman aralıklarıyla, bir sağa bir sola döndürmeye uğraşıyordu. Hayatı boyunca, her zaman rahatlığıyla övündüğü yatağında, bu gece rahat edebileceği bir pozisyonu bulması imkânsızmış gibi hissetmeye başlamıştı. Siperinin, diğer her siper gibi, üst üste yığılmış kum torbalarından oluşan iç duvarının çirkin görüntüsünü mükemmel bir şekilde örten; karman çorman desenli, pahalı duvar kâğıtlarına saatlerdir bakıyor olmak artık canını fazlasıyla sıkar olmuştu. O gece hava oldukça serin olmasına rağmen; değil yorgan, üzerindeki kaliteli pijamaları bile fazla gelir olmuştu. Zaten, aptal pijama takımının yine aptal bir parçası olan, uçuk mavi renkteki uyku beresini, çoktan dairesinin şu an göremediği bir köşesine fırlatmıştı bile. Hafif uzun ve genelde düzgünce arkaya taradığı saçları, uyuyamamanın verdiği gerginlikten ötürü döktüğü soğuk terlerle sırılsıklam olmuştu.

Son iki saattir, birkaç dakikada bir yapıyor olduğu gibi, başucundaki komodininde duran şarap sürahisinden, üzerinde baş harfleri yazılı (T.Y.), ince işlenmiş kristal bardağına, ağır bedenini çok da kıpırdatmadan, bir miktar şarap doldurup kafasına dikiverdi. Ardından, ıslanan bıyıklarını, kolunun genişçe bir hareketiyle pijamasına sildi. Geniş suratının bir yanından ötekine gururluca uzanan, gür ve yağlı bıyıklarıyla hayatı boyunca övünmüştü. Islak kalmalarına müsaade edilemezdi. Şarap ise elbette mükemmeldi. Lakin Makine, başkanlık hanelerine hep en iyi şaraplardan bahşettiğinden, kötü bir tanesini hayatı boyunca hiç tatmamış olan Tearyd için, bu içtiği oldukça normal hatta tatsız bile sayılabilirdi. Hele ki bu geceki, kafasını iyi etmek şöyle dursun, uyumasına zerre kadar yardımı dokunmamış, rezil bir tanesiydi. Sabah ilk işi tüm şişelerin haneden toplatılıp imha edilmesini emretmek olacaktı.

İnsanın uyumaya çalışırken bir düşünceden başka bir düşünceye bu kadar hızlı geçebilmesinin ne kadar tuhaf olduğunu düşündü hemen sonra. Hatta böyle felsefi olmaya yakın bir şeyi düşünebilmesine de şaşırmıştı biraz. Hiç böyle anlamlı şeyler gelmezdi aklına. Zaten istese de bunu yapabilecek bir zekâya, ne yazık ki, sahip değildi. İhtiyacı da yoktu. Tek yapması gereken, Makine’nin, uygun gördüğünde, küçük sarı zarflar içinde gönderdiği emirleri, harfi harfine uygulamaya çalışmaktı. Kendinden katması gereken tek çaba ise; kalabalık nüfuslu köyünün halkı emirlere uymayacak gibi gözüktüğünde, gözlerini birazcık korkutmaya uğraşmak oluyordu. Nitekim büyük cüssesi ve kaba bıyıkları bu iş için oldukça yeterliydi.

Zaten emirler de genelde çok basit olurdu. Yatma sireni duyulduğunda herkesin uyuduğundan emin ol, siren çalma saatinin on dakika ileri alınmasını sağla, bu haftanın makine kol çevrim toplamı bilmem kaç milyon turdan aşağı inmesin, falanca siperin haftalardır onarılmamış gediklerinin onarılmasına ön ayak ol, birtakım sıkıcı siper birleşim nam-ı diğer düğün etkinliklerine başkanlık et, köyde bir haydut saldırısı veya asit yağmuru beklendiği izlenimini yaratarak halkı korkuya sürükle ve benzeri bir sürü angarya… Babasından kalan, dertsiz, kolay bir iş… Ama gecenin uyunamamış bu saatinde düşünmek için fazlasıyla yersiz…

Dairesinin hemen dışında, görevi gereği bütün gece nöbet tutmak zorunda olan genç hane muhafızının ismi neydi sahi? Onu çağırırken sadece ‘muhafız!’ diye bağırması yeterli oluyordu. Kumral, kısa saçlı, pembemsi bir ten rengine sahip ve yüzünde yer yer sivilce kümeleri bulunan gençten bir çocuktu. Her daim taşıması gereken ve neredeyse kendi boyuna yaklaşan, uzun namlulu tüfeğini ateş tozuyla doldurduktan sonra; harbisiyle sıkıştırmaya çalışması, kısacık boyu nedeniyle oldukça gülünç sahnelerin yaşanmasına sebep oluyordu. Fakat işinde yeterince başarılıydı. Muhafız bir ailenin soyundan geliyordu. Zaten pek siper dışı görevlerine de gitmezdi. İşi, genelde neredeyse hiç sorun çıkmayan başkanlık hanesinin içinde bekleyip durmaktı işte sadece. Belki de kovmalıydı onu, nasıl olsa pek bir işe yaradığı yoktu.

Adını hatta doğum numarasını bile bilmediği bu gençle ilgili gereksiz düşünceleri aklından uzaklaştırmak ve uyku denemelerine yeni bir tanesini eklemek amacıyla, yüzüstü yatar hale geçti ve yumuşak yastığına sarılıp yüzünü içine olabildiğince gömmeye çalıştı. Hayatı boyunca yumuşak yastıklardan hoşlanmamıştı fakat bir başkan olarak, Makine ona bu yastığı uygun görmüştü. Eğer önemli bir mevkiiye sahipseniz, örneğin bir siperköyün başkanıysanız, bir başkan gibi davranmalısınızdır. Makine’nin size giymeniz için verdiği kıyafetleri giymeli, içmeniz için verdiği şarapları içmeli ve hatta nefret bile etseniz yatmanız için verdiği yastıklarda yatmalısınızdır. Bu ayrıntılardan yoksun bir başkanın halkının gözünde en ufak bir değeri kalmayacaktır. Fakat eğer gecenin köründe nereden çıktıkları bilinmeyen saçma sapan düşünceler tarafından uyuması engellenen bir başkansanız; tıpkı Tearyd Y’Oiapn gibi, hayatınızda bir kez isyan edip, sizi zorla kendisiyle ilgili fikirler üretmeye sevk eden o terbiyesiz yastığı, raflarınızda duran pahalı (gereksiz) biblolara zarar verme pahasına, duvarınıza fırlatabilirsiniz. Ancak daha sonra uyumak için yeni bir pozisyon bulmaya çalışırken yastığı attığınız için çok geçmeden kendinize küfürler etmeye başlayacaksınızdır.

İnsanın uyuma hakkını gasp eden, onu gecenin bir körü yatağında bir sağa bir sola dönüp durmaya zorlayan ve sinirlerini bu denli bozabilen tek şey genelde sadece huzursuzluktur ki kalbinde aslen kaygı yatar. Yalnız başınıza kaldığınız en savunmasız anınızda: uyumak için yatağınıza yattığınızda yakalar sizi. Zihniniz, esas sebebin etrafını saran lüzumsuz düşünceler buluntunun içinde amaçsız ve son sürat dolanıp dururken, merkeze dalıp onunla yüzleşmeyi daima reddeder. O ise, bir yandan güzelce yerleştiği mekânında vurdumduymazca yatıp sizi rahatsız etmeye devam ederken bir yandan da, zihninizin kendisini nasıl görmezden geldiğine, yattığı yerden kahkahalarla güler durur. Boş gezen zihin birkaç saat süren koşuşturmasından sonra nihayet, rahat yerinden kalkmaya hiç de niyeti olmayan huzursuzlukla karşılaştığında ise esas büyük problem ortaya çıkar. Artık onu ne görmezden gelebilir ne de ondan kaçabilir, zaten yerinden edebilmesi de genelde pek mümkün değildir. Sabaha kadar ne yapacağını düşünür durur ve sonunda sabah olduğundaysa bu zor uğraşı bir sonraki geceye ertelemeyi uygun görür. Tabii her şeye baştan başlayacağını, maalesef, bilmiyordur…

Ne yazık ki, Tearyd’in zayıf zihni henüz huzursuzluğunu görecek seviyeye bile ulaşamamıştı ve ulaşamayacaktı da. Hatta bu geceden sonra, dertsiz hayatında, sıkıntısından yarattığı yersiz dertlerinin yerini gerçek ve canlı bir tanesi alacaktı. Uyumaya oldukça niyetsiz olan zihninin gözlerini biraz daha kapayabilme umuduyla, sürahinin dibinde kalan azıcık şarabı da bardağa hiç lüzum görmeden direkt olarak kafasına dikti. İçiyor olsaydı şimdi bir sarım tütün çekmenin tam da vakti olurdu işte.

Biraz da sırt üstü yatmayı denedi. Kalbi çok hızlı atar olmuştu. Hayatı boyunca böyle yorulmamıştı. Ne Makine’nin kolunu çevirmek zorundaydı, ne siperini onarmak, ne de yemek bulmak için endişelenmek. Bu nasıl bir illeti ki, birkaç saat içerisinde bütün bedenini güçsüz bırakmıştı. Bir yandan zihni hala o düşünceden bu düşünceye atlayıp duruyordu. Kalbi daha da hızlı çarpmaya başladı. Gözlerini kapatmasının hiçbir yararı yoktu. Yorganı alnına kadar çekti. Öyle daralmıştı ki çıkıp saatlerce koşabilirdi. Yorganı tekrar beline kadar indirdi. Kalbinin atışını duymayacağı bir şekilde yatmaya çalışıyordu ama faydasızdı. Daha seyrek nefes almak işe yaramıyordu. Kafası da kalbi de patlayacak gibiydi. Yorganı yataktan aşağı tekmeledi. Terden sırılsıklam olmuş alnını elinin tersiyle kurulmaya çalıştı. Kalbini yavaşlatamıyordu. Düşüncelerini durduramıyordu. Neredeyse çığlık atacaktı. Uyumasının hiçbir yolu yoktu!

Bir anda gözleri yatağının tam karşısında duran büyük aynaya takıldı. Yanlış olan bir şeyler vardı. Sanki karanlık yavaşça kımıldıyor gibiydi. Fena halde dağılmış zihni çok kısa bir sürede tüm duyularını önündeki küçücük alana odaklamayı başarmıştı. Karşısında gölgemsi bir siluet olduğunu fark ettiğinde kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Yakınlaştıkça hatları daha da belirgin hale geliyordu. Başı olduğunu tahmin ettiği yerden yukarı doğru uzanan sivri boynuzlara, pürüzsüzmüş gibi gözüken ifadesiz bir surata, boynundan yerlere kadar dökülen kalın bir pelerine sahipti! Kapkaranlık odasında, aynanın içinden çıkıp ona doğru yavaşça ilerleyen bu şeyin karşısında tarifsiz bir korkuya kapıldı. Bir kâbus olsaydı şimdiye çoktan uyanmalıydı. Bu, ya onu cezalandırmak için gelen bir ruh ya da özünü ele geçirmek isteyen bir şeytandı. Az önceki kalp atış hızı, şimdikinin yanında siperköy cenaze marşı kadar yavaş kalırdı. Haykırmak istemesine rağmen sesini çıkartamadı. Bağırışı boğazında düğümlendi ve daha ileri gidemedi. Delicesine koşmak istedi fakat kasları onu dinlemeyi reddetti. Yatağının ayakucuna kadar gelmiş korkunç gölgenin ona doğru uzanan koluna karşı verebildiği tek tepki; tüm kilosuna rağmen ağır bedenini yatağının başlığına doğru yaslamaya çalışmak oldu.

* * *

Son birkaç dakikadır taşıdığı, içi hınca hınç dolu, ağır çuvala rağmen, çamurdan yürünmez hale gelmiş, dar arka sokaklarda, elinden geldiğince hızlı bir şekilde koşmaya çalışıyordu. Yerde, koştuğu süre boyunca gördüğü, gün içerisinde geçmiş olan kolluk kuvveti taşıma araçlarının çamurda açtığı, sürüp giden derin tekerlek izleri, yürüyüşü daha da çekilmez kılıyordu. Yağmur yağacağını önceden tahmin etmiş olsaydı, çamurda ilerlemeyi bu kadar zor hale getiren topuklu çizmelerini giymezdi. Aylardır, her ayrıntısını dikkatlice planladığı ve defalarca üzerinden geçtiği vurgun girişiminin tek eksik noktası bu olmuştu. Neyse ki yağmur kısa süre sonra dinmiş ve başına daha fazla bela olmaktan vazgeçmişti. Bu elbette yaptığı ilk iş değildi, aksilikler her zaman çıkardı. Aslına bakılırsa her şey oldukça iyi bile gidiyordu.

Neredeyse topuklarına kadar uzanan ve vücudunun önünü dâhi kapatan, koyu bordo, kalın pelerininin; altın işlemeli etek kısımlarının fena halde çamura bulandığını fark ettiğinde okkalı bir küfür savurdu. Siperine döndüğünde bu lekeleri çıkartmak için saatlerini harcayacağı düşüncesi canını çok sıkıyordu fakat şimdi konsantrasyonunu kaybetmemeliydi. Kostümüne çok özen göstermesine rağmen şu an bunu düşünmek için hiç ama hiç uygun değildi.

Gökyüzü elbette her gece olduğu gibi kapkaraydı. Gündüzleri sarı tonlarının mükemmel uyumdaki dans gösterilerine sahne olan kalın, geçit vermez bulutlar geceleri izleyicilerine perdelerini kapatırdı. Bu müthiş dans gösterisini izlemekten hoşlanmayan onun yerine siperlerinin sıkıcı çatılarını tercih eden diğer insanları hiç anlamıyordu. Küçük kubbecikler halinde sıralanmış ve üst üste yığılmış kum torbalarından ibaret siperlerin arasında bulunan bu arka sokaktaki tek ışık kaynağı, kimi köy sakinlerinin kapılarının yanına asmış olduğu gemici fenerlerinin zayıf ateşleriydi. Yağmur sonrası sisinden ve küçük alevlerin renginden olacak, ortama sarı puslu bir görüntü hâkimdi. Eğer bir ana caddede olsaydı, düzgün aralıklarla dikilmiş sokak fenerleri, etrafın çok daha aydınlık olmasını sağlıyor olurdu. Fakat ani bir haydut akınını, bir nebze olsun karşılayabilmek için görevlendirilmiş kolluk kuvvetleri de orada devriye geziyor olacağından, ana cadde fikri genellikle plan dışı kalırdı. Gaz maskesinin üzerine takmış olduğu, kâğıt hamurundan imal edilmiş, yer yer işlemeli, etkileyici maskesinin, dar göz aralıkları da bu loş ışıkta görmeyi iyice zorlaştırıyordu. Lakin bir de meşale taşıması demek, kendini savunmak için kullandığı tek şey olan uzun sopasını taşıyamayacağı anlamına geliyordu. Doğduğundan beri hiç ayrılmadığı ve hepsi birbiriyle hemen hemen aynı olan siper köylerine tabii ki çok aşinaydı fakat; geceleri değişen yüzlerini henüz son birkaç senedir tanıma fırsatı bulmuştu.

Nöbetçilerin olayı kavrayacakları ve organize olup peşine düşmeye başlayacaklarını düşündüğü vakte çok kalmamıştı. Tüm zorluklara rağmen koşmaya devam etmeli ve bu işten başarıyla sıyrılmalıydı. Nefes nefese kalmıştı ve kaçmanın verdiği heyecandan dolayı kalbi deli gibi çarpıyordu. Her saniye, çamura batıp çıkmaktan yorgun düşen bacaklarını devam etmeye ikna etmek için yoğun bir çaba harcamak zorunda kalıyordu.

Bu sokağın sonundaki, ana caddeye bağlanan kavşağı da geçtikten sonra endişe edecek bir şey kalmayacaktı. Kalan son ara sokağı da hızlı bir şekilde arkasında bırakacak ve sonunda köyün sınırına varacaktı. Nöbetçilerin sınırı geçmeye genelde teşebbüs etmeyeceğini bildiğinden, istasyona kadar kalan bir buçuk kilometrelik yolu biraz daha rahat yürüyebileceğini düşünüyordu.

Elbette sokakta kimsecikler yoktu. İnsanların dışarıya daha sık çıktıkları bir iç siper köyünde olmasına rağmen; gecenin bu saatinde sokakta kolluk kuvvetleri haricinde birini görmek oldukça sıra dışı olurdu. Zaten karşısına biri çıksa bile, maskesi ve peleriniyle onu görenlerin bir hayalet veya iblis gördüklerini düşünüp anında kaçmaya başlayacaklarından son derece emindi. Bunu defalarca yaşamıştı. Planını bozacak tek şey, tesadüfen onu hedefleyecek bir bomba olabilirdi ki, bu ihtimal zaten hep vardı.

Çamura bata çıka koşmaya devam etti. Sis, kıyafetlerinde hafif bir ıslaklık olarak yoğunlaşmıştı. Elindeki çuval sanki gittikçe daha da ağırlaşıyordu. Kavşağa varmadan önce sadece iki siperlik mesafe kalmıştı fakat ikinci siper hemen solundakine göre üç kat daha büyüktü. Stratejik bir düğün sonucu siperlerin birleştirilmesi şeklinde bu denli genişlemiş olmalıydı. Şiddetle atan kalbini tüm vücuduyla duyar olmuştu. Olağanın aksine, bu kaçışında biraz daha dikkatsiz davrandığını hissetti ve uzun zamandır yerde olan gözlerini ileriye bakmak için kaldırdı.

Tam karşısında bulunan kavşağın ortasında duran yüksek yapıyı fark ettiğinde içinde büyük bir saygı hissi uyandı. Bu, şu meşhur antik kuleydi. Köy haritasını defalarca incelemiş olmasına rağmen onun bulunduğu kavşaktan geçeceğini heyecanından dolayı unutmuştu. Öncekilerin zamanından kaldığı tahmin edilen, şimdilerde üzerlerini kalın bir pas örtüsü kaplamış metal çubukların kafes şeklinde birleştirilmesiyle inşa edilmiş bu yüksek binayı, köye batıdan giriş yaptığı için gelirken görememişti. Ona bakmak güzeldi. Bu dünyaya ait değilmiş gibi duran şeyleri görmek onda hep saygı ve mutluluk hislerini tetiklerdi. Kim bilir ne amaçla yapılmıştı? Yanından geçerken birkaç dakikasını ayırabileceğini düşündü. Hem yapıyı destekleyen taş zeminin çamursuz misafirperverliğinde birazcık dinlenme şansı bulabilecekti. Tek sıkıntısı başkanlık tarafından tarihi anıt olarak kabul edilen kulenin çok iyi bir şekilde ışıklandırılmış olmasıydı. Hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Aynı anda, yanındaki büyük siperin üzerinde kendisiyle aynı yöne doğru hızla ilerleyen karaltıyı yol boyunca hiç fark etmemişti.

* * *

Henüz on yaşındaydı Hmad. Köyün oldukça dışlarında, istasyona doğru, küçük, yoksul bir siperde, yaşlı annesi ve üç ağabeyiyle beraber yaşıyordu. Makine yoksul siperlere hiçbir şeyin iyisini ve fazlasını bahşetmediğinden her gün, sabahın erken saatlerinde (belki sizin için gecenin geç saatleridir) buraya, Üçüncü İç Doğu Siper Köyü’nün merkezine, köy sakinlerinden fazladan yiyecek dilenmeye gelirdi. Genelde edinebildiği miktar ancak kendi karnını doyurmaya yetiyordu. Bazen eve de fazladan iki üç lokma bir şeyler götürebiliyordu. Lakin tabaklar dolusu yemek de hiçbir zaman süslememişti hayallerini.

Diğer çocukların henüz oyunlar oynadığı bu genç yaşında Makine’nin hiç de adil olmadığını öğrenmek zorunda kalmıştı. Babası kalbindeki bir hastalıktan dolayı terk etmişti dünyayı. Annesi tüm gün hatta bazen tüm gece kolu çevirip duruyordu ama bu, değil fazladan güzel bir kıyafet veya oyuncak, hepsinin karnını doyuracak miktarda yemek bile kazanmalarını sağlamıyordu. Elbette ne köy başkanlarının ne de zengin siperlerde yaşayanların bir yardımı dokunmuyordu. Neydi şu atasözü: “Herkes çevirdiği kadar yer” ha bir de “Kol her zaman adildir”…

Evin en küçüğü olduğu için ağabeyleri genelde en kolay dilenme yerini ona bırakırlardı. Bu yer elbette, köyün merkezine yakın bir kavşağın ortasında duran meşhur antik kuleydi. Ne olduğu ve kimden kaldığı tam olarak bilinmediğinden, komik bir şekilde, halk tarafında kutsal kabul ediliyordu. Çok sayıda ziyaretçiye durak noktası olduğundan, diğer yerlere nazaran çok daha fazla insanın size yiyecek verme ihtimalini doğuruyordu. Bildiğiniz üzere geziye çıkan siper köylüler, çantalarında her zaman çok miktarda erzak bulundururlar. Ayrıca yağmur yağmış olsa bile, iyi bakılan kulenin dibi hep çamursuz ve temizdi. Bunlara, bir de buraya gelmeyi bir nevi ibadet olarak gören insanların acıma duygularının tavan yaptığı gerçeği eklendiğinde, bu stratejik noktada giysilerinizin temiz ve karnınızın tok olma şansı oldukça artmaktaydı.

Üzerine, başka bir kıyafeti olmadığından hep giydiği, kendisine oldukça bol gelen, yamalı ve kirden rengi artık belli olmayan sarı tulumunu giymiş ve başına her zamanki gibi, filtresi uzun zamandır değiştirilmediğinden havayı pek de iyi süzmeyen, eskiden babasına ait olan, yıpranmış gaz maskesini geçirmişti. Her tarafına gaz lambaları asılmış kulenin dibinde, en aydınlık noktalardan birine önce örtüsünü serdi ardından bağdaş kurarak oturdu. Çantasından yiyeceklerin bağışlanması için kullandığı karton kutuyu çıkartıp, altına serdiği sarı örtünün önünden taşan kısmına yerleştirdi. Çantasında; babasından miras, küçük, silindir şeklindeki basit bir Cadıişi taşınabilir aydınlatıcı cihaz dışında kalan tek şey olan küçük bir parça peksimeti çıkarttı. Bu kahvaltısı olacaktı. Yanına yiyecek olarak tüm gün için almış olduğu tek şey… Tam kocaman bir ısırıkla yemeğinin yarısını midesine indirecekti ki gördüğü şey onu bunu yapmaktan alıkoydu. Uğradığı şok nedeniyle bedeni kaskatı kesilivermişti.

Bir hayalet, karanlığın içinden, ağır adımlarla ona doğru yaklaşmaktaydı. Başta sadece bir karaltıydı, karaltı olmasına rağmen çok etkileyiciydi. Işığa çıktıkça gücüne güç katan iddialı renkleri de gözükmeye başlamıştı. Üzerinde oldukça dik yakaları olan ve tüm bedenini örterek yere kadar uzanan kalın bordo bir pelerin vardı. Etek kısmındaki altın işlemeler, çamur tarafından çok kötü kirletilmiş olmasına rağmen güzelliklerinden çok az şey kaybetmişlerdi. Ağır adımları ve dik duruşuyla ilerleyen bu figürün en can alıcı noktası hiç kuşkusuz suratıydı. Mermer benzeri mat beyaz ve pürüzsüz bir teni vardı. Gözleri, gerçek olamayacak kadar güzel bir kadının şeytani bakışlarına sahip fakat bir kaya kadar hareketsizdi. Çevrelerinde pelerinin bordosundan ve altın renginden etkileyici işlemeler vardı. Başında, yukarı ve yanlara doğru, bir soytarı şapkasını andıran fakat çok daha ciddi duran bordo ve koyu yeşil renkte şeritler yer almaktaydı. Suratının en şaşırtıcı ve aynı zamanda en çok korku uyandıran kısmı ise burnu ve dudaklarıydı. Hayır, korkunç değillerdi, aksine hayatında hiç bu kadar güzellerini görmemişti. Bu kadar mükemmel şekle sahip kıpkırmızı dudakların eşine dünyada zor rastlanırdı. Ancak siperinin dışında, başında bir gaz maskesi olmadan, ağzı ve burnu açıkta gezebilecek bir varlık sadece ama sadece bir hayalet olabilirdi.

Yerinden kıpırdayamayacak hatta ses bile çıkartamayacak kadar korkmuştu belki Hmad, ama bu güzel ve etkileyici varlık karşısında duyduğu saygı da korkusu kadar kuvvetliydi. Görünüşünden çok duruşu ya da kendine güveninden dolayı yaydığı güçlü enerji bu kadar çok etkilemesine neden olmuştu belki de.

Aralarında sadece birkaç metrelik mesafe kalmıştı ve kapanması çok vakit almayacaktı. Belki de bu kadar yaklaşmaları nedeniyle, varlığın onu etkilemek için yaptığı büyüden (bu olayı daha sonra böyle anlatacaktı fakat ortada elbette büyü falan yoktu) kurtulduğunda, geride bırakacağı çantasını, örtüsünü hatta yemeğini bile düşünmeden kaçmak için bir anda ayağa fırladı. Bırakacağı için üzüldüğü tek şey babasından kalan aydınlatıcı cadıişi cihaz olmuştu. Karnı aç, enerjisi tükenmişti fakat şuan yaşamı için hiç durmadan kilometrelerce koşabilirdi. Ancak onu durduran bir şey oldu. Bunu hiç beklemiyordu. Tüm kasları arkasına bakmadan koşması için iradesini zorlarken gözlerini hayaletten ayıramadı. Kanında dolaşan korku bağırması için ses tellerini delicesine dürterken gördüğü şey yüzünden kalbi sevgiyle dolup taştı. Az sonra kaçma düşüncesini aklından tamamen atıp, küçük bacaklarıyla ileriye doğru ufak adımlar atmaya başlayacaktı.

* * *

Biraz evvel yaşadığı saçma sapan olayları aklında tekrar döndürdüğünde, oldukça hızlı bir şekilde, ardı ardına ağza alınmayacak sözcükler sarf etti Başkan Tearyd. Etrafındaki üç muhafız, ki onlar aralarında en tecrübeli olanlarıydı, bile ondan böyle şeyler duymaya alışık değillerdi. Lakin edilen bu küfürler hayatının şokunu yaşamış bir adam için az bile sayılırdı. Bir daha yaşamayı asla istemeyeceği uykusuz, çirkin bir gecenin tam ortasında, odasına korkunç bir iblis girmiş ve ruhunu ele geçirmeye çalışmıştı.

Yaratık uzun sopasını gırtlağına dayadığında ve onu zorla yatağına bağladığında ise onun komik bir maske takmış soysuz bir hırsızdan başka bir şey olmadığını anlamıştı. Varlık gerçekten bir iblis olsaydı şimdi kendisini bu kadar kötü hissediyor olmayacaktı. Kandırılmıştı! Duyduğu tarifsiz ama yersiz korkuyu kendine yediremiyordu bir türlü. Hırsızı, halkın gözleri önünde, meydandaki kavşakta dikilip duran kulenin tepesinden aşağı fırlatmak istiyordu. Bunu yapamadığı takdirde içindeki hırs gittikçe büyüyecekti. Olayı her hatırladığında, duyduğu utancı tekrar ve tekrar bütün hücrelerinde hissedecek, dişlerini kafasını patlatmak istercesine olağanca gücüyle sıkacaktı. İşte bu yüzden bu soytarıyı yakalamak için bizzat kendisi, nöbetçilerinden en beceriklilerini de yanına alıp, başkanlık siperinden dışarı hiç vakit kaybetmeden atılmıştı.

Olan, odanın kapısında vazife aşkıyla bekleyip duran zavallı genç muhafıza olmuştu. Becerikli hırsız içeriye girmek için hane kapılarından hiçbirisini kullanmamasına rağmen, başkanın, iplerinden kurtulup, yatağından kalkıp, odasından çıktıktan sonra, yaptığı ilk iş çocukcağızı kovmaktı. Ne gidecek bir siperi vardı ne yapmayı bildiği başka bir iş. Ya köylerin dışındaki yaban topraklarda açlıktan kuruyup gidecek ya da bir haydut olarak yağmalamak için geri gelecekti. Tearyd için tüm bunların elbette hiçbir önemi yoktu. Şuan yapmak istediği tek şey o soysuzu yakalamaktı.

Olayı sindirmesi, paniği atlatması, muhafızlarını organize etmesi ve giyinip dışarı çıkması çokça vakit kaybetmesine neden olmuştu. Ama sonunda koşuyorlardı işte! Başkanlık hanesinin kapısından kavşağa kadar uzanan geniş ana caddenin nispeten temiz zemininde, fener alevlerinin ışıkları altında, hırsızı yakalamak için var güçleriyle koşuyorlardı. Hiçbir başkan, hanesinden bir çuval yiyecek çalınmasına müsaade edemezdi. Onları hiç kimseye yedirtmeyecekti! Mesele itibarıydı, aç kalması değil! Yoksa mahzenlerde tüm haneyi aylarca idare edecek kadar yemek depolanmış haldeydi.

Caddenin sonuna doğru yaklaşırlarken gördüğü şey bu gece ikinci kez şaşırmasına neden olacaktı. Aradığı kişi az ilerideki siperin tepesinden caddeye atlamış ve yolun tam ortasında yakalanmayı bekler gibi kıpırdamadan öylece durmaktaydı. Sisten dolayı o olup olmadığına tam emin olamıyordu ve kulenin ışığının hırsıza arkadan vuruyor olması renklerinin iyi seçilememesine neden oluyordu. Fakat bu gece, bu saatte dışarıda başka kimsenin olmayacağına oldukça emindi.

Henüz hırsızı görmemiş muhafızlara hedeflerini göstermek için bir anlığına duraksadı. Üçü de tüfeklerini daha siperden çıkmadan doldurmuşlardı. Az daha ilerleyip menzile girdikten sonra nişan alıp başkanlarından atış emrini bekleyeceklerdi. Kendisi de çok sevdiği, sedef kakmalı kısa namlulu tüfeğinin çakmak mekanizmasını hazır hale getirdi. Mekanizmadan çıkan bu ufak tıkırtı sesine bayılıyordu. Sırf bu sesi duyabilmek için köyde bir olay çıkmasını istediği zamanlar olmuştu. Durup dururken silahla oynamanın hiç bir keyfi yoktu. Kabzayı hırsından deli gibi sıkmaktaydı. Bu halk düşmanını kuleden sallandırmayı beklemeden alnının ortasından vurma fikri şimdi daha çekici gelmeye başlamıştı.

* * *

Onca çamurun içinden bata çıka uzun bir yol koştuktan sonra sonunda büyük antik kulenin kuru taş zeminine yaklaştığı için son derece sevinçliydi. Ortalık sakin görünüyordu, çuvalı o kadar ağır gelmeye başlamıştı ki muhakkak bir süre dinlenmeliydi. Kısa bir molayı kesinlikle hak etmişti.

Kuleye doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Koşmak için hiç hali kalmamıştı. Ortalık oldukça aydınlıktı. Yapıya büyük bir hayranlıkla bakıyordu, bu nasıl güçlü bir etkileyicilikti böyle! Metal çubuklar ne kadar da doğru bir geometriyle birleştirilmişti. Bu kadar yüksek olup da aynı zamanda nasıl bunca zamandır ayakta kalabilmişti? ‘Bunca zaman’ acaba ne kadar uzun bir süreyi temsil ediyordu? Kendilerinin yaptıkları yapılar niçin bu antik yapı kadar güzel ve sağlam olamıyordu? Bakışlarını binanın temeline çevirdiğinde daha önce fark edemediği bir şeyi gördü, kısa bir süre için güçlü bir endişe hissi hâkim oldu yüreğine. Hemen sonra anladığı üzere korkulacak bir şey yoktu, bu sadece ufak bir çocuktu. Hem de görünüşünden anlaşıldığı kadarıyla, yardıma muhtaç bir çocuk…

Bu çocukları iyi biliyordu. Zaten amacı o ve onun gibilere yardım edebilmekti. Gencecik yaşlarında, gecenin körlerinde, fazladan yemek kazanabilmek için yollara düşüp dilenilecek iyi noktaları kapmaya çalışırlardı. “Kol her zaman adildir” sözünün yalan olduğunun belki de en büyük kanıtı… Zaten kendisi de bu yüzden bırakmıştı Makine’nin kölesi olmayı. Onun adil olmadığının farkındalığına eriştiğinde artık onun için çalışmamaya karar vermişti. Evet, toplum onu bir suçlu olarak yargılayacaktı. Evet, Makine onun sistemden atılması için elinden geleni ardına koymayacaktı. Fakat o, yaşadığı hayatın, ürettiği fikirlerin, diğer herkesinkinden çok daha etik olduğuna inanıyordu. İnandığı gibi yaşamasa, yaşamak denir miydi buna?

Çocuğa doğru yaklaşmaya başladı. Artık kulenin ışıklarının aydınlığında çok net gözüküyor olmalıydı. Çocuğun bir süre donakalıp daha sonra kaçmaya yelteneceğini biliyordu, her zaman böyle olurdu. Fakat; korkunç görünüşünü muhafaza etmezse yaptığı işin daha zor olan kısmını asla başaramayacağını iyi biliyordu. Bu ödemesi gereken küçük bir bedeldi belki de.

Tam da düşündüğü gibi çocuk birkaç saniyeliğine korkudan felç olmuş ve işte şimdi, tam da çok yaklaştıkları şu an, her şeyini geride bırakmak pahasına kaçmak için ayağa fırlamıştı. Üzerindeki giysiler ne kadar da eskiydi. Kirli sarı tulumu ne kadar da bol gelmişti çelimsiz bedenine. Çocuğun, kendisinin ona bir zararı dokunmayacağını kavrayabilmesi için dizlerini üzerine çöktü ve kollarını iki yana açtı. Tahmin ettiği üzere bu duruşu çocuğu kaçmaktan vazgeçirdi. Belki bir yetişkin olsaydı hiç durmadan kaçmaya devam edebilirdi fakat çocuklar sanki insanın içindeki iyi (veya kötü) niyeti sezebiliyorlardı.

Çocuk artık durduğuna göre esas yapmak istediği şeyi yapabilirdi. Çuvalını hemen yanına bıraktığı yerden aldı ve içini pek de incelemeden en üstünden bir kucak dolusu yiyeceği çıkartıp yere önüne bıraktı. Ardından yerden kalkmadan birkaç adım geri çekildi. Yiyecekleri gören çocuk belli ki çok sevinmişti. Bu, belki de bir hafta boyunca dilenmesi gerekmeyeceği anlamına geliyordu. Hepsini hiç vakit kaybetmeden toplamak için tam hızlıca ileri atılıyordu ki bir anda durdu ve çömelip elini küçük çantasının içine soktu. Çıkarttığı parlak metalden, küçük, silindirik cadıişi bir cihazı yiyeceklerin yanına bırakıverdi ve hafifçe eğilerek selam verdikten sonra hediyelerini hızlıca toplayıp çantasına doldurdu. Bu kesinlikle beklenmedik bir şeydi. Çocuk, belki de en değerli varlığını, ona hediye olarak bırakmıştı. Hayır, bunun karşılık için olmadığını çok iyi biliyordu. Bu, bir daha hiç görüşmeyecek olsalar bile, yeni ve sonsuz dostluklarının bir çeşit mührüydü. Cadıişi cihazlara pek aşina değildi, ne işe yaradığını çözmesi uzun bir müddet alacaktı ancak ileride işine o kadar çok yarayacaktı ki yanından hiç ayırmayacaktı.

Yiyecekleri tıkıştırdığı çantasını sırtına alan ve halinden oldukça memnun görünen ufaklık teşekkür maiyetinde tekrardan selam verdi ve evinin yolunu tutmak için arkasını döndü. İşte küçük adımlarıyla yürümeye başlamıştı. Tüm o koşuşturmaya tüm o tehlikeye değerdi bu an. Makine’nin haksızlık ettiği, üzdüğü bir çocuk, bir birey, daha en azından bir süreliğine mutluluğa kavuşmuştu. Ve belki de daha önemlisi işlerin başka şekillerde de yürüyebileceğinin inancına erişmişti. Belki bu sayede o da bir şeylerin değişebilmesi için önemli bir role sahip olacaktı. Yaşadığı duygusal tatmini hiçbir şeye değişmezdi.

Çuvalının ağzını büzüp yoluna devam etmek için ayağa kalktığında huzur dolu sarhoşluğundan ayılmasına sebep olan bir şey gördü. Bir grup başkanlık muhafızı ve ortalarında koca cüssesiyle çok net ayırt edilebilen Başkan Tearyd ana caddeden buraya doğru hızlıca koşarak gelmekteydi. Ellerindeki tüfekler şakalarının olmadığının en büyük göstergesiydi. Sis nedeniyle henüz görülmemiş olmalıydı. Çok fazla vakit harcamıştı. Yaptığı hata için kendisine küfür etti. Artık yapabileceği pek bir şey yoktu. Ara sokağa kadar koşmaya çalışsa kesinlikle görülür ve açık bir hedef haline gelirdi. Aklına gelen tek fikir kuleye tırmanmak oldu. Hem çuvalı da bir nebze hafiflemişti. Tek eliyle onu taşıyabilirdi. Üstündeki tonla çamura bir de pas lekeleri eklenecekti ancak başka bir seçeneği ,ne yazık ki, kalmamıştı. Hızlıca yapıya doğru ilerledi ve en alttaki paslı demir profile ayağını koyarak tırmanmaya başladı. Tüm bu olanlar boyunca arkasında kalan büyükçe siperin tepesinde beklemiş ve az önce sessizce aşağı atlamış karaltıyı yine gözden kaçırmıştı.

* * *

Oldukça zengin ve büyük bir siperde yaşayan, hatta kendine özel bir odası bile bulunan Yafu çok sevdiği mükemmel oyuncaklarının keyfini çıkartıyordu. Fakir siper çocuklarının oynadığı, sokaktan toplanmış kirli taşları üst üste dizip oyuncak siperler inşa etmek gibi basit oyunlardan hiç hoşlanmazdı. Şuan yeni gözdesi olan, gerçeğine çok benzeyen oyuncak tüfeğiyle, ki minik boncuklar fırlatabiliyordu, yatağının üzerine dizdiği ve hiç sevmediği bezden bebeklerine ateş ediyordu. Bazı çocukların bir tanesine sahip olmak için bir haftalık yemeklerini dahi feda edebileceği bu bez oyuncakları o çoktan paramparça etmişti bile. Nişan alıp ateşlediği son boncuk, nasıl bir varlıktan ilham alınarak dikildiğini kimsenin bilmediği oyuncak bebeğin karnında kocaman bir delik açılmasına neden olmuştu. İçindeki dolgu malzemesi karnından dökülen iç organlarıymışçasına dışarı sarkıyordu.

Yaşadıkları büyük siperlerde üç adet Makine’ye sahiplerdi ve aileleri için çalışan hizmetçiler nöbetleşe bir şekilde kolları durmamacasına çeviriyordu. Dolayısıyla yiyecekleri asla eksik olmaz, hemen hemen her gün farklı kıyafetler giyebilirler ve evlerini dolduracak ve sürekli yenilenen tonlarca lüzumsuz eşyaya sahip olurlardı. Bildiğiniz üzere, Makine onu daha çok sevenlere hep daha iyi şeyler bahşettiğinden, ellerinde her şeyin en iyisi bulunmaktaydı. Yafu’nun o kadar çok oyuncağı vardı ki odasının bir köşesinde yerden tavana kadar uzanan büyük bir tepe oluşmasına sebep olmuşlardı. Her gün yeni bir tanesini edindiğinden bunların çoğuna en fazla iki kere dokunmuştu. Dışarıya neredeyse hiç çıkmazdı hatta yaşadığı Üçüncü İç Doğu Siper Köyü’nün merkezindeki tarihsel anıtı gören penceresinden bile çok az bakardı. Yapıyla aralarında sadece yüz metrelik mesafe olmasına rağmen gidip görmeyi bir kere bile istememişti.

Odanın tavanından (odası ikinci katta olduğundan aynı zamanda siperin çatısından) gelen hiç alışık olmadığı bir patırtı bir anlık korkuyla oyuncak tüfeğini elinden bırakmasına neden oldu. Bu ses de neydi? Düşünmeye vakit ayırmaya pek meyilli olmayan beyni mecburen çalışmaya başlamıştı. Hayır, bu bir bombanın gürültüsü olamazdı, bomba olsa anlardı. Zaten Makine sevdiklerini bombalardan mümkün olduğunca korurdu. Makine’nin onları sevdiğini biliyordu bunu babası defalarca söylemişti. Bu patırtı çok daha farklıydı. Neredeyse gecenin bu vakti çatıda birinin yürüdüğünü hatta bazen tökezlediğini düşünecekti. Son zamanlarda duyduğu kara paltolu tuhaf bir yabancıyla ilgili söylentiler yüreğine, korku ve biraz da bir kanun kaçağını görecek olmanın verdiği tuhaf bir heyecan duygusu düşürmüştü. Yanında duran süslü gaz lambasını aldı ve penceresine doğru yöneldi. Pencerenin önünde bulunan, sedef kakmalı küçük sehpayı kenara çekti ve yanağını cama yapıştırarak, elinde lambayla yukarı doğru bakmaya çalıştı. Tıkırtı gittikçe yaklaşıyordu. Heyecanı doruk noktasına ulaştı. İlerleyen ses bir anda kesiliverdi. Bir şey şu an kesinlikle tam da üzerinde duruyordu.

Yukarıyı görmeye çalışarak kafasını cama iyice yasladığı an pencerenin önünden aşağı doğru düşen karaltı, korkuyla geriye doğru sıçrayıp düşmesine neden oldu. Yere çarptığı için acıyan başını eliyle ovuşturdu. Elinden fırlayan fener duvara çarptığında sönmüştü. Artık karanlıktaydı. Aniden doğrulup hiç vakit kaybetmeden pencereye doğru fırladı. Meydan düzgünce sıralanmış sokak fenerleri sayesinde oldukça aydınlıktı. Dışarı bakıp, hemen bir kat aşağıda, sokakta, penceresinin hizasında duran adamı gördüğünde korkudan ve heyecandan çok, şaşkınlıktan muzdaripti. Demek ki söylentiler gerçekti. Eğer öyleyse Büyük Avare tarafında ayartılmaktan kıl payı kurtulmuş olmalıydı.

Adam; üzerinde rengi oldukça solmuş ve yırtıklar içindeki siyah uzun paltosu, ellerinde parmak uçları kesik örgü eldivenleri, sırtında kocaman, haki yeşili ve fena halde eski çantası ve kafasında deforme olmuş, filtresi göğsüne kadar sarkan gaz maskesi ile sağ kenarı kıvrılıp tepesine tutturulmuş, geniş deri şapkasıyla, biraz kambur da olsa dimdikmiş gibi hissettiren bir şekilde bekliyordu. Bakışları ilk önce antik kuleye doğru odaklanmıştı fakat bir süre sonra bir anda caddenin geldiği noktaya doğru döndü. Bir ses duymuş ya da bir şeyler hissetmiş olmalıydı. Yan döndüğünde elinde tuttuğu eski tüfek çok net bir şekilde gözükmeye başlamıştı. Uzun tüfeğin ateşlenmeye hazır çakmak mekanizmasından yansıyan ışık tam da penceresine parlayıvermişti. Belli ki Büyük Avare birisine doğru dikkatlice nişan almıştı. Yafu’nun izlediği sahne gittikçe daha heyecanlı bir hale geleceğe benziyordu. Gözlerini hiç ayırmadan izlemeye devam etti. Bu anı hayatı boyunca unutmayacaktı.

* * *

Uzun zamandır yollardaydı C’Teann. Kimi zaman yaban topraklarda çok uzak yerlere gitmiş, kimi zaman çeşitli siper köylerine girip çıkmış ama çantasını sırtından neredeyse hiç indirmemişti. Gezilerini hiçbir zaman önceden planlamazdı. Kafası nereye eserse oraya gider, bazen yeni yerlerde yeni şeyler keşfeder bazen de bomboş düzlüklerde günlerce hiçbir şeyle karşılaşmadığından başka yerlere doğru yollara düşmek üzere oralardan ayrılırdı. Avarelik yılları boyunca bir sürü yeni insanla tanışmış, bir sürü yeni şey öğrenmiş ve sayamayacağı kadar çok macera yaşamıştı. Tanıştığı insanların çoğu düşmanı, kalanların yarısından azı ise dostu olmuştu.

İsminden kim olduğunu çıkaramadıysanız kendisi buralarda Büyük Avare ya da Kara Palto olarak bilinmektedir, eminim kulağınıza hakkında birçok söylenti çalınmıştır. Fakat tüm bunlar başka öykülerin konularıdır, başka yazılarda veya şarkılarda anlatılmış ya da anlatılacaktır. Önemli olan kendisinin bu hikâyede nasıl rol aldığıdır.

Uzun zamandır yollardaydı Kara Palto. Uzun zamandır yollardaydı ve bu gece yolu buraya: Üçüncü İç Doğu Siper Köyü’ne düşmüştü. Belki buraya sadece rastgele gelmiş ve bir iki siperköylüyü sistemin yanlışlarına karşı bilgilendirmeyi (ayartmayı(!)) amaçlamıştı, belki de bu gece olacaklarla ilgili bir şeyler biliyordu, bunu asla bilemeyiz. Ancak bir süre sonra her ne iş yapıyorsa bırakmış, maskeli ve pelerinli tuhaf bir siperköylüyü gizlice takip etmeye başlamıştı. Ona köyün tam merkezinde bulunan büyük başkanlık hanesinden çıkarken rastlamış ve koştuğu çamurlu ara sokak boyunca çatılardan fark ettirmeden izlemeye çalışmıştı. Başarmıştı da. Göremeyecek duruma geldiğinde açısını değiştirmek için bir sonraki siperin çatısına gürültülü bir şekilde atladığında bile fark edilmemişti. Belli ki, bu oldukça profesyonel gözüken hırsız, bugün biraz dikkatsizdi. Belki de boyundan büyük bir işe bulaşmıştı kim bilir.

Ara sokağın kavşakla birleştiği köşedeki büyükçe bir siperin üzerine geldiğinde, durup beklemeye ve olacakları izlemeye karar verdi. Meydanı rahat görebileceği bir köşede sessizce beklemeye başladı. Tecrübeleri ona muhafızların veya kolluk kuvvetlerinin gelmesinin çok uzun sürmeyeceğini söylüyordu. Hırsız kavşağın ortasındaki antik kuleye doğru gitmeye başlamıştı. Oysa bu kadar aydınlık bir yere çıkmanın son derece büyük bir hata olduğunu biliyor olmalıydı. Bunun üstüne ikinci büyük bir hata daha yaparak kulenin dibine geldiğinde ilerlemeyi bırakmıştı. Şimdi dinlenmenin değil kaçmanın vaktiydi. Gaz maskesinin hafif kirli göz camlarını eldivenleriyle silerek hırsızın ne yaptığını daha iyi görmeye çalıştı. Dizlerinin üzerine çökmüş, taşıdığı çuvalı açmıştı. Anladığın kadarıyla orada oturan dilenci bir çocuğa, çaldığı bir şeyleri vermeye çalışıyordu. Durum şimdi daha anlaşılır bir hale gelmişti. Gaz maskesinin üzerine tuhaf ama güzel ikinci bir maske takmış bu hırsız duygularıyla hareket ediyordu. Yaptığı son derece amatör fakat kesinlikle takdir edilesi bir davranıştı.

Tam olarak olmasa da bir nebze kendine benzeyen birinin varlığını hissetmek C’Teann’ı çok mutlu etmişti. Bu, her şeyin kötü gitmediğine, başkalarının da yanlış giden bir şeyleri fark ettiğine dair sevindirici bir işaretti. Başka birileri de Makine’nin, siperlerin anlamsızlığının bilincindeydi! Herhalde bundan olacak, hırsızın henüz fark etmediği fakat soldaki ana caddeden ona doğru koşan muhafızların onu yakalamasına izin vermek istemedi. Eğer yakalansaydı halkın gözü önünde idam edileceğini çok iyi biliyordu. Çatıdan atlamak için biraz daha bekleseydi her şey için çok geç olacağını da biliyordu. Şimdi vakit hareket vaktiydi, saatlerdir izlediği yetmişti. Önce yavaşça çömeldi ve sonra hızla aşağı doğru atıldı.

Yere inişi biraz sert oldu ama hala ayakları üzerinde ve sağlamdı. Kendini toparlayıp kuleye doğru baktığında hırsız da çocuk da artık orada değillerdi. Bunu beklemiyordu fakat ona ayak bağı olmayarak işini kolaylaştırmışlardı. Artık tüm dikkatini muhafızlara verebilirdi. Usulca soluna, caddenin olduğu tarafa doğru döndü. Hava hala oldukça sisliydi. Fenerlerin ışıkları havada asılı kesif pusu titrek sarı bir renge boyuyordu. Görülür olan tek yer iyi aydınlatılmış caddeydi, kenarına dizili siper evler tamamen karanlıkta kalıyordu. Muhafızlar karşısından siluetler halinde yaklaşıyorlardı. Uzun namlulu eski püskü tüfeğini yavaşça ileri doğrulttu ve nişan aldı. Artık zaman onun için çok yavaş akmaktaydı. Sağ bacağı önde gergin bir şekilde sol bacağıysa arkada hafif bükük halde, son derece sağlam bir şekilde, nefesini tutarak, hiç titremeden doğru anı bekliyordu. Dikkatini dağıtacak tek bir ses, tek bir çıtırtı yoktu. Önünü iliklemediği dik yakalı, yırtıklarla dolu, solmuş siyah renkteki uzun paltosunun etekleri rüzgârla geriye doğru uçuşuyordu. Sol koluyla tüfeğin altını desteklemişti. Sağ elinin başparmağıyla çakmak mekanizmasını hafif bir tıkırtıyla geriye çekerek kurulu hale getirdi. Kuleden gelen ışıklar tüfeğin parlak kısımlarına çarparak çevre evlerin pencerelerine yansıyordu. İşaret parmağı tetiğe dokunmak için hazırdı. Nişan almak için, hafifçe sola doğru yatırdığı başı, geniş deri şapkasının boynunun sol yanını kapatmasına neden oluyordu. Gaz maskesinin göz camları sisin yoğunlaşmasıyla su damlaları içinde kalmıştı fakat hala net bir şekilde görebiliyordu. Gelen dört kişiye karşı atabileceği sadece tek bir kurşun vardı. Tüfeği tekrar doldurmak için vakti olmayacaktı. Ortadan gelen en geniş hedefi seçecek ve sonra hızlıca koşmaya başlayacaktı. Bu vurulmamak için tek şansıydı. Hiç kıpırdamadan bekledi, kendi menzili adamlarınkinden uzundu. Bekledi, bekledi, derin bir nefes aldı, parmağını bırakmak için sadece birkaç saniye daha beklemeliydi…

Ve işte tam o anda arkasındaki kuleden ardı ardına iki kere gök gürültüsü benzeri bir ses duyuldu. Etrafa sisin daha da koyulaşmasına neden olan bir duman yayılmıştı, ateş tozu kokusu her yanı kaplamıştı. Hedeflerinden gözünü çok ayırmak istemediği için arkasına doğru hızlı bir bakış attı. Maskeli hırsız, kulenin ortalarında, vücudu bir akrobat gibi gergin ve düzgün şekilde, tek eliyle yapının demirlerine tutunmuş ve diğer elinde ucundan dumanı tüten çift namlulu tabancasıyla ileri doğru uzanmış bekliyordu. Adamları fark edip iki el ateş etmiş ve iki mermisini de harcamıştı. Kısa sürede olayı kavradıktan sonra, son derece soğukkanlı bir şekilde kafasını tekrar önüne çevirdi, adamlar koşmayı bırakmış ve soldaki iki tanesi de yere yığılmıştı. Tekrar tüfeğine konsantre oldu ve şişman olanı değil kalan son ince adamı hedefleyerek tetiği çekti.

Gürültü şimşek çakarcasına şiddetliydi. Arkada duran sağ ayağı tüfeğin tepmesiyle toprakta küçük bir iz oluşturarak hafifçe geriye doğru kaydı. Etrafını kaplamış duman rüzgâr nedeniyle çok uzun süre havada asılı kalmayacaktı. Tüfeğin burnu yukarı doğru kalkarken misket mermi de hedefine doğru olan yolunu çoktan yarılamıştı.

Muhafızlarından ikisinin aniden yere yığılışıyla şaşkınlıktan ne yapacağını şaşıran başkan Tearyd yanında kalan son adamının da gaz maskesinin camından giren mermiyi gördüğünde kaçmamak için kendini zor tuttu. Düşmanını geçen bu birkaç saniye içinde dikkatle incelediğinde artık karşısında kimin olduğunu çok iyi biliyordu. Suratında maskesi yoktu, üzerindeki abartılı pelerini çıkartmıştı. Hanesine giren soysuz bir hırsız falan değildi. O solmuş kara paltosu ve kıvrık deri şapkasıyla, Büyük Avare’nin ta kendisiydi. Zayıf zihni olayı ancak bu şekilde kavrayabilmişti. Kulede asılı duran hırsızı görmediğinden ve köyünde bir gecede birden fazla kanun kaçağı bulunabileceğini aklı almadığından, bu geceki tüm problemlerin tek bir adamın başının altından çıktığına hükmetti.

O halde derdi sandığından çok daha büyüktü. Demek buralara kadar gelmişti! Köyündeki insanların ayartılmasına izin veremezdi! Makine’nin saygısını kaybedemezdi! Kısa namlulu tüfeğini ileri doğru çevirdi. Uzun boyu, göbeğinden dolayı düğmeleri zor iliklenen, geniş erkek yakalı, yepyeni siyah paltosu ve sağlam kısa filtreli siyah gaz maskesi ve yine siyah, parlak fötr şapkasıyla son derece kararlı ve korkutucu gözüküyordu. Tek eliyle kaldırdığı tüfeğini ateşledi ve neredeyse aynı anda arkasını dönüp kaçmaya başladı. Ne yazık ki, pek de iyi nişan alamadan sıktığı mermi, biraz da şans eseri, C’Teann’ın sol omzuna yakın bir yerlere isabet etmişti.

Hırsızın gözleri önünde az önce ona yardım eden adam omzundan kanlar fışkırarak geriye doğru savruldu. Yere düşerken geçen, birkaç saniyelik derin bir sessizliğin hâkim olduğu o kısa anın sükûtunu bozan tek şey, bedeninin zemine çarptığında çıkarttığı kısa ve tok ses oldu.

Penceresinden olanları izleyen Yafu sevinç çığlıkları içinde zıplamaya başladı, arkalarda bir yerde bir siperin yanına sinmiş ve ona yardım eden hayalete zarar gelmemesi için kendi kendine yalvaran Hmad ise bir anda gözyaşlarına boğulmuştu. Hanesine doğru ardına bakmadan kaçmakta olan Tearyd ise, öldüremediğini çok iyi bildiği adamı hayatı boyunca düşmanı olarak belleyecekti.

* * *

Gözlerini açtığında nerde olduğunu bilmiyordu. Etraf neredeyse zifiri karanlıktı. Uzaklarda, muhtemelen başka bir odanın içinde yanan bir mumun ışığı, kapının tahtaları arasından sadece çok ince huzmeler halinde kaçabiliyordu. Uzun zamandır yalnız başına gezmenin sebep olduğu ve artık refleks haline gelmiş bilmediği yerlerde uyandığında aniden ayağa kalkıp hazırlanma dürtüsünü, birkaç santim doğrulduktan sonra, omzundaki şiddetli sancı yüzünden bastırmak zorunda kaldı. Acının büyüklüğü yüzünden atacağı çığlık, tecrübesi nedeniyle, ağzından sadece ufak bir inleme halinde çıkabilmişti. Gaz maskesi kafasında değildi kapalı bir yerde hatta bir siperin içinde olmalıydı. Lakin bir yatakta değil de yerde yattığına oldukça emindi. Hatırladığı son şey ise ateşlenen bir silahın gürültüsüydü.

Yaban topraklarda keskinleşmiş kulakları hafif bir tıkırtı algılamıştı. Biri uyandığını fark etmiş ve ona doğru yürüyordu. Ya yakalanmıştı ya da yardımsever biri tarafından kurtarılmıştı. İki halde de elinden pek bir şey gelmeyecekti. Sadece yatıp bekledi.

Sadece birkaç dakika içinde karşısında gördüğü kişi onu hiç de şaşırtmamıştı. Kurtarmak için çatıdan atlayıp kendisini onun yerine muhafızlara hedef gösterdiği maskeli hırsız, ayaklarının dibinde dikilmiş aşağı, ona doğru, bakıyordu. Ağzından dökülen kelimeler son derece tahmin edilebilir birkaçıydı fakat esas beklemediği şey sesinin bir erkeğe ait olmamasıydı. Kadın suratı görünümlü bir maske takmasına rağmen bir siper kadınının böyle maceralara atılabileceği fikri hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Bunu şimdiye kadar, sadece saklanmak için alışılmadık bir yöntem veya bulduğu ilk şeyi suratına takmış olması şeklinde yorumlamıştı fakat yanılmış olduğu açıktı.

“Yaran nasıl? Kendini daha iyi hissediyor musun?”

“Hala hayatta olduğuma göre endişelenecek bir şey yoktur. Teşekkür ederim”

“Ben teşekkür ederim, sen olmasaydın esas ben sabaha hayatta olmayacaktım”

“Peki ya kimsin sen?! Neden böyle bir işe kalkıştın? Yüzün de masken kadar güzel mi?”

Kız sol eliyle, yaparken her noktasına saatlerce vakit harcadığı, çok sevdiği maskesini hafifçe tuttu, başının arkasına götürdüğü sağ eliyle ise maskeyi tutan kordonları gevşetti. Elleri çok güzeldi. Yapay suratını aşağı indirdikçe gerçek suratı yavaşça açığa çıkmaya başlamıştı. Bu tehlikeli güzellik illüzyonunun altından çıkacak gerçeği ölesiye merak ediyordu. Lakin merakı yerini hayatının en büyük şaşkınlığına bırakacaktı. Çok hafif dalgalı koyu renk saçları, oldukça doğal görünen ince kaşları, minik çenesi, gülümsediğinde çıkık elmacık kemiklerinin altından göz kırpan tatlı gamzeleri ve parıl parıl bakan gözleriyle bu şirin çehre, geçmişe dair unutması çok zor olan bir hatıraydı. Başka bir yerde uyanmasına şaşırmamıştı, hırsızın bir erkek değil bir kız olmasını da kabul edebilirdi ama bu… Bu hoş anıyı, geçmişindeki bu masum tatlı kızı, karşısında capcanlı hem de bu kılıkta tekrar görmeyi hiç ama hiç beklemiyordu. İşte şimdi çok fena dağılmıştı.

“Cyb! Seni tekrar görmek ne kadar güzel! Ama şaşkınlığımı kelimelerle anlatamam! Ne diyeceğimi bilemiyorum… En önemli siper köylerinin birinin başkanının hanesinden bir çuval yemek çaldın, sonrasında iki muhafızı alaşağı ettin, kıyafetlerinle muhteşem gözüküyorsun ve hayatımı kurtardın! Böyle şeyler yapacağını ölsem tahmin edemezdim”

Kızın, bu sözleri duyduğunda büründüğü, gözüne normalden de güzel gözüken gülümsemesi duygularının muzip bir oyunu olmalıydı. Hissettiklerini çaktırmamaya çalışmalıydı, hep böyle yapmıştı, fakat yorgunluğu ve yarası (belki de sadece öyle istediği için) nedeniyle bu sefer başarılı olamayacağını biliyor gibiydi.

“Ah C’Teann! Sen olduğunu fark ettiğimde neye uğradığımı şaşırdım. İsabet aldığındaysa kendimi tutamadım. Ben de bunları yapabileceğimi hiç düşünmezdim. Ama bana anlattığın (beraber anlattığımız) o masallar: şans getiren yeşil giyinmiş cinler, sadece çocukları mutlu etmek için savaşan yaşlı ve göbekli dedeler, kumdan kalelerinin yıkılmaması için uğraşıp duran koca koca adamlar… Sen gittikten sonra bunlar üzerine uzun uzun düşünme fırsatım oldu. Ve işte buradayım, iyi yürekli bir masal kahramanı olma yolunda! Ha bir de seni görmek gerçekten çok güzel, hala bıraktığım gibisin, sadece sakalların biraz daha uzamış.”

Bu sözler uzun süreli yalnızlık ve yaban hayatının sertleştirdiği yüreğinin sağlam kabuğunu, serseri bir mermi gibi deşivermişti. Nasıl bu çirkin dünyada böylesine neşeli kalabilmişti? Seneler önce anlattıklarından ilham almış olması ne kadar da hoştu! Onu gördüğüne sevinmiş olması niçin bu kadar mutlu olmasına sebep olmuştu? Yaralı yattığı, neresi olduğuna dair en ufak fikri olmadığı, bu sert topraktan zemini olan karanlık siperde değil de sanki yıllar öncesinde yollara ilk düştüğü zamanlardaydı şuan. İçinde çok yüksek bir yoğunluğa ulaşan duygularını oldukları yerde tutmayı başaramadan, haykırırcasına:

‘Seninle tanıştığım gün hayatımın en güzel günlerinden biriydi Cyb! Biliyorsun, kendi köyümden yaban hayata karışmak için yola çıkmıştım ve seninle karşılaştığımda neredeyse yolumdan cayma noktasına geldim. Beraber geçirdiğimiz günler bir haftadan fazla değildi fakat… Fakat, paylaştıklarımız, o masallar, her şey mükemmeldi biliyorum. Ama… Benimle yaban topraklara gelmek isteyip istemeyeceğini sana sormaktan hep çekindim. Bir türlü soramadım… Zengin bir siperin tek kızının elindeki tüm fırsatları, ailesini, alışkanlıklarını bırakamayacağını düşündüm. Ve sonunda yoluma yalnız devam etmeyi seçtim. Hep bunu sana bir gün açıklamayı istedim, kısmet bu güneymiş… Şimdi o zengin kızın haline bak, inanamıyorum!’

Demeyi çok isterdi. Ama tüm bu sözcükleri aklından uzun uzun geçirirken yapabildiği tek şey kıza doğru gülümseyerek bakabilmek oldu. Kız da gülümsemeye başlamıştı. Sanki ne demek istediğini anlıyor gibiydi. Daha sonra kahkahalarına hâkim olamadı. Uzun zamandır aklını kemiren bu sözcükleri içinden bile olsa sarf edebilmek ruhunu nasıl da hafifletmişti. Kızın onu anlıyor gibi olduğu düşüncesi, yavaş yavaş anlaşıldığına dair bir eminliğe bıraktı yerini. Bazen anlaşmak için kelimelere ihtiyaç duymamak, bunu yaşayabileceği birileriyle karşılaşmak ne kadar da güzeldi! Bu kısa suskunluğun ardından Cyb’in dudaklarından dökülen kelimeler işte bu yüzden hiç şaşırtmamıştı C’Teann’ı.

“Biliyor musun C’Teann? Çok güzel olabilirdi…”

“Biliyorum Cyb… Eğer çekinmeseydim ve buralardan ayrılmayı bu kadar çok istemeseydim… Daha doğrusu aklıma bir kere düşmüş ve kovamayacağım bu düşünceler doğrultusunda sana sunacağım hayatın seni mutlu etmeyeceği korkusunu yüreğimde yenebilmiş olsaydım… Biliyorum, her şey çok güzel olabilirdi.

Ama seninle gurur duyuyorum. Ve tam olarak olmasa da benim gibi düşünen başka biriyle daha karşılaştığım içinse delicesine mutluyum. Fakat şunu da bilmeni isterim sistemin kurallarıyla sisteme karşı duramazsın”

“Birisi sisteme karşı dururken bir başkasının da onun yüzünden acı çekenlerin yaralarını sarmaya çalışması lazımdır C’Teann”

“İşte bunu daha önce hiç düşünmemiştim! Bence bir ara buluşup uzun uzun sohbet etmeliyiz ne dersin? Bir de merak ediyorum, tekrardan keman çalmaya başlayacağını söylemiştin?”

“Önce omzundaki yaranın iyileşmesi lazım Kara Palto! Kemanı soruyorsan geçenl…

* * *

Kömürden yontulmuş ince bir kalemle sararmış kâğıtların üzerine hızlı hızlı yazıyordu İbmâl. Aklına gelen fikirleri anında en hızlı şekilde kaleme almayı sevdiğinden yazısı pek güzel sayılmazdı. Çalıştığı pejmürde masada, kimisi buruşturulmuş kimisi özenle sıraya dizilmiş kâğıtların haricinde var olan tek şey geniş büyük bir mumdu ki kendisini kaptırmış yazar tarafından hiç kontrol edilmemesi sonucu fena halde eğilip bükülmüştü. Hemen yanındaki küçük sehpada duran kül tablasındaki bir süre yandıktan sonra kendi kendine sönmüş olan unutulmuş sarma sigara da mumla aynı dertten muzdaripti. Öyküsünün neredeyse sonuna gelmişti, hangi sözcükleri kullanacağına karar veremediğinde oynadığı koyu renk uzun saçları ve eliyle azıcık yukarı kaldırıp ısırdığı sakalları darmadağın haldeydi. Yaptığı finalin muhteşem olduğunu düşünüyordu, her sözcük özenle seçilmeliydi. Tam cümleyi kafasında oturtup yazıya geçirmeye başlayacaktı ki, kapının aniden açılmasıyla kelimesini hiç olmaması gereken bir yerde yarım bırakmak zorunda kaldı. Gelen uzun zamandır siperinde kaldığı dostuydu. Onu bu halde gördüğünde her zaman söylediği şeyleri yine söyleyecekti…

“Bırak artık şu yazma işlerini İbmâl! Şu başkanlık hanesindeki muhafızlık görevinden kovulduğundan beri kafayı iyice yedin, şu eski masanın başından hiç ayrılmıyorsun. Saçın sakalın korkunç görünüyor, git bir tıraş ol! Ne kendine faydan var ne de bana. İki yıldır evimde kalmana rağmen Makine’nin kolunu bir kez bile döndürmedin. Yanlış anlama burada kalmandan şikâyetçi değilim fakat tüm işlere kendi başıma yetişemiyorum. Ayrıca senin için çok endişeleniyorum.”,

Adamın söylediklerini sanki hiç duymamış gibiydi, gözlerinde deliliğin parlaklığı vardı.

“Bu sefer oldu sevgili dostum! Bu sefer istediğim her şeyi anlatabildiğim heyecanlı bir tane yazmayı başardım! Hem Büyük Avare’den ve Maskeli Hırsız’dan da bahsettim. Cyb’i de bir şekilde olayların içine dâhil edebildim!”

“Sen hiç akıllanmayacaksın İbmâl… Büyük Avare sadece bir efsane, Maskeli Hırsız ise delice düşüncelerin nedeniyle işten kovulmana uydurduğun hayali bir sebep! Sadece bir kere karşılaştığın ve nasıl biri bile olduğunu bilmediğin, adı ne demiştin, şu Cyb isimli kıza duyduğun karşılıksız aşk ise saçmalığın daniskası! Onu aptal yazılarına yoktan yere alet etmenin büyük bir bencillik olduğunu söylemiyorum bile. Ayrıca bizi koruyup gözeten başkanlarımız, bizi aç bırakmayan Makine ve hayatını borçlu olduğun siperlerimiz hakkında yalan yanlış şeyler söylemeye devam edersen seni kovmakla kalmayacak kafanı uçuracaklar haberin olsun! Nankörlük etme! Böyle giderse aç kalacağız!”

“Bunlar yalan değil! Büyük Avare gerçek! Başkan Tearyd beni işten o Maskeli Hırsız yüzünden kovdu! Cyb’e de laf etme! Sevdiğim insanlara masallarımda yer verip vermeyeceğime karışamazsın, bir tanesine seni de yazacağım görürsün! Eğer bir gün okuyacak olursan, bu kafayla kendinin kim olduğunu bile anlayamayacaksın! Varsın karnım aç kalsın benim ruhum tok…

Hem geçen gün buraya gelen şu arkadaşından uzak bir köyde benim gibi düşünen çılgın (!) bir akrabası olduğunu öğrendim. Ondan bu hikâyemi ona postalamasını rica edeceğim, düşüncelerime değer verecek biri olduğuna eminim, adı Y’Kaus’muymuş neymiş…”

“Sen hiç akıllanmayacaksın İbmâl! Ne yaparsan yap! Ruhu tokmuş peh, hayaller karın doyurmaz İbm âl!”

Adam bir yandan bağırırken öte yandan çıkmak için arkasını dönerken İbmâl çoktan kâğıtlarına eğilmiş ve yarım kalan kelimesini tamamlamak için işe koyulmuştu. Kapının sinirle çarpıldığını duymamıştı bile. Birkaç dakika öylece durduktan sonra ne yazacağını tamamen unuttuğunu fark etti ve öylece bırakmaya karar verdi. Zarflama işini sabaha bırakacaktı. Gidip odanın köşesindeki dar yatağına kıvrıldı ve anında uykuya daldı. Söndürmeyi unuttuğu mum zaten son nefesini bir iki dakika içinde verecekti.

Avare Günlükleri: Bir Siperköy Gecesi Kabusu” için 6 Yorum Var

  1. Selamlar;

    Aynı evrende geçen güzel bir bölümdü. Tasarladığınız evren çekiciliğini ve gizemini halen koruyor. İnsanların siperlerde yaşaması, sürekli – bilinmeyen – bir düşman tarafından bombardımana tutulması, gizemli makinenin fonksiyonu gibi unsurlar okuyucuyu sürekli düşünmeye itiyor.

    C’Teann’ı da bir şekilde hikayenin içine dahil etmeniz, kapı muhafızını ise önemsiz bir yan karakter olarak sunup daha sonra baş role oturtmanız diğer güzellikleriydi öykünüzün.

    Üç-dört farklı karakter kullanmanız ve bunların arasında geçiş yapmanız ilginç olmuş. Geçişlerinizde biraz sorun olsa da bu şekilde yazılan öykülerin ayrı bir tadı olduğu yadsınamaz bir gerçek.

    Kaleminize sağlık…

    1. Merhabalar;

      Çok teşekkür ederim. Biraz fazla uzun oldu bu ay o yüzden pek okuyan olmadı sanırım, okuduğunuz için ayrıca teşekkür ederim. Lakin hiç kısaltmak istemedim, hiç bir bölümü çıkartasım gelmedi 🙂

      Bahsettiğiniz gizemlerin bir süre daha böyle kalmasını istiyorum. Aslen bu dünyada geçen yazmakta olduğum başka, uzun bir hikaye -belki roman- var, dolayısıyla bu kısa öyküleri dünyamı daha çok tanımak -tanıtmak- ve büyük bir alt yapı oluşturmak için yazıyorum. Karakterlerimle de bir bağ oluşturdum o yüzden hiç bırakasım gelmiyor. Bu şekilde birbirinden tarihsel anlamda bağımsız fakat bazı öğeleriyle bağımlı bir dizi olacak gibi Avare Günlükleri.

      Bu sefer biraz karışık bir kurgu kullanmak istedim, olayı bölüp farklı bakış açılarıyla verip sonradan tek bir yerde tepe noktasıyla kopartmaya çalıştım. Biraz problemli olduğunun ben de farkındayım ama biraz daha uğraşacak zamanım olsaydı daha güzel olurdu eminim, aceleye geldi biraz 🙂

      Beğendiğinize gerçekten çok sevindim, yorumunuz biraz -tabiri caizse- spoiler içermiş, umarım okuyacak olanlar ilk başta yoruma takılmazlar 🙂

      Vakit ayırdığınız, takip ettiğiniz ve görüşlerinizi bildirdiğiniz için tekrardan çok teşekkür ederim

      İyi akşamlar dilerim

  2. Merhaba Avare !
    Yine müthiş bir öykü olmuş ellerinize sağlık.
    Ama ne yalan söyleyeyim bu kadar uzun bir öyküyü bilgisayardan okumak biraz sıkıyor insanı ekranana bakma zorunluluğu, 🙂
    ben bunu bir kitapta okumak isterdim . Çünkü hikaye, siper köy, karakterler , adalet ve adaletsizlik vs. bunların hepsi bir kitap okuyormuşum ve kitabın girişi gibi geldi bana , ve öyle de olmasını isterdim. Evet bir kitap halinde olsaydı para verip bu kitabı satın alırdım 🙂
    Şimdi öyküye gelince 🙂
    Başkan Tearyd ‘ ın uykuyla cebelleştiği anlar çok hoşuma gitti , çirkin bir karakteri bana sevdirdi bu anlatılar , ve Cyb’in “Birisi sisteme karşı dururken bir başkasının da onun yüzünden acı çekenlerin yaralarını sarmaya çalışması lazımdır C’Teann” açıklaması benim için en can alıcı noktalarıdan biri oldu benim için. İbmâl ve arkadaşının tatlı sert atışmalarıyla son bulan hikaye sanki devam öykünün kapısınıda aralamış gibi oldu. (Ki devamının gelmesini isterim)
    İlk öyküne yaptığım yorumdaki gibi bundan hiçbir esinlenme bulmadım yani sadece tanımadığım ve okuru olmak istediğim bir Avare’nin öyküsünü okudum 🙂
    Çok yazdım yine , ellerine sağlık , anlatımın, benzetmelerin, karakterlerin ve isimleri çok güzeldi
    ve devamını lütfen yaz bizde okuyalım.
    Kalemin güçlü 🙂 Ellerine sağlık !

  3. Çilem merhabalar;

    Öncelikle çok teşekkür ederim bu güzel yorum için. Çok uzun olduğunun farkındayım bir internet yazısı için, fakat içimden gelen şeyi kısaltmayı hiç istemiyorum zaten bir kitapmış romanmış gibi yazıyorum, aklımda büyük bir bütünlük var onun parçaları gibi. Dolayısıyla yine uzun bir yazı çıkarsa yine kısaltmayı düşünmem, ama kısa olursa da uzatmayı düşünmem, okunmaz kaygım da yok 🙂

    Hikayenin içindeki cümlelerden alıntılık veya nasıl desem hoşuna giden parçalar bulman beni ne kadar çok mutlu etti anlatamam! 🙂

    Elimden geldiğince fırsat buldukça devam etmeye çalışıyorum, arada aksamalar olur belki ama asla bırakmayacağım bitene kadar merak etme. Birileri takip ettikçe okudukça içimdeki heves büyüyor. bu yüzden ayrıca teşekkür ederim.

    bir sonraki avare günlüğünde görüşmek üzere 🙂

  4. Sanki satırlarda sadece gözlerim değil baştan aşağı tüm bedenim dolaşıyordu. Yaşlının rüyasında fark edilmeden süzülen C’Teann gibi hissettim. Bunu bir kitap yardımıyla okurunla temas kurmadan, yalnız bilgisayar ekranından sağlayabilmen takdir edilesi… Aynı şekilde diğer arkadaşların dediği gibi, üslubunun ve karakterlerin dolaysızlığı sayesinde sıcak bir dünya sunuyorsun.
    Belki de böyle bir dünya en çok bizim ülkemiz okurlarına lazım. Çünkü bizim yazdıklarımız yıkıcıdır ve çözüm arayışından yoksundur; bir fikre karşı insanlarımız kalemi silah gibi kullanır, fikre saygımız yoktur maalesef. Yıkmak yerine şekil vermek herkesin harcı olamıyor. Sen burada batmakta olan bir gemideki çocukları alıp feribotlara dolduruyorsun ve ellerine daha iyi bir dünyanın anahtarını tutuşturuyorsun. Haberin çocuklardan alındığı toplumumuzda yumuşak bir başkaldırı sergiliyorsun. Bu bağlamda teşekkür ediyorum sana, cesaretini de takdir ediyorum. Misal, Olric hakkında fikri olmayan beyinlerin ağzından adapsızca cümlelerin döküldüğü bir Türkiye’ye, herhangi bir şey yazma cesaretini göstererek “O kadar da kötü değil be, var bir umut.” dedirttin bana.
    İlerde yaşlı bir kadınken ben, bir gencin elinde, kapağında Avare Günlükleri yazan bir kitap görmem ve şu günlerimi hatırlayıp tebessüm etmem umuduyla.
    Ellerine ve birikimine sağlık. : )

    1. Yonca merhaba;

      Çok çok teşekkür ediyorum! Yazmasam mı, beğenilmiyor mu gibi bunalımlara kapılabiliyorum bazen, eminim hepimiz kapılıyoruzdur, tam da böyle bir dönemdeydim ve tam da bir sonraki seçki için yeni bir bölüm yazma girişimindeydim, çok büyük bir teşvik oldu bana yorumun 🙂 Her ne kadar, kaç kişinin okuduğu önemli değil diye düşünsem de birazcık teşviğe ihtiyaç duyuyor insan, tekrar çok teşekkür ederim güzel yorumun için.

      Tam da söylediğin gibi bir dünya kurmaktı niyetim, tıpkı günümüzdeki gibi neredeyse sonu gelmiş, tükenmiş, insanların köleliklerinin farkında olmadığı… Lakin kendi karakterimden dolayı her zaman da bir umudun olduğu. Saldırmak hiç bir zaman çözüm değildir, anlatmak, öğretmek, göstermek çözer. Her zaman yeni güzel bir dünya kurulması ihtimali vardır, gerek aynı yerde, gerek orayı istemeyenlerle beraber başka bir yerde. Ama evet, hep bir umut var 🙂

      Çok da önemli değil ama, belki bir gün biriktiklerinde kitap olurlarsa, ben de çok mutlu olurum tabii ki 🙂 Nitekim kitap olmasa dahi böyle güzel yorumlar aynı mutluluğu dolduruyor içime!

      Anlatacak şeyler sığmaz bir yoruma, dolayısıyla tekrar teşekkür ediyorum ve iyi akşamlar diliyorum

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *