Öykü

Avcı

Her geçen saniye bir ton daha koyulaşıyor, destansı bir karanlığın ellerinde büyüyordu gece. Kasvet, uzunca zaman iltihaplı kalmış bir yaranın içini dolduran irin gibi dolduruyordu zamanın içini. Dolunay, güneşli bir gündeki güneş gibi asılıyordu gökyüzünde olabildiğince. Gecenin zifiri ile mücadele etmesi zordu ama. Tabiri caizse boğuluyordu; tıpkı ayaklarında ağırlıklar, bağlı elleri ile engin denizlerin ortasına atılmış bir çocuk gibi; yukarının denizinde batıyor, kayboluyordu anbean. En küçük bir ışık demeti dahi ulaştırmaktan aciz bir taş parçasından fazlası değildi durduğu yerde.

Benim ise giderek bir uzvum haline geliyordu karanlık. Ağzıma, gözlerime ve kalbimin derinliklerine doluyor, fakat Ay’ın aksine beni boğmuyor, boğamıyordu. Işık ellerime vurulan bir kelepçeyse, karanlık o kelepçenin anahtarıydı. Işık yok oluşuma giden yolsa, karanlık beni o yoldan kurtaran rehberimdi ve ışık gözlerime vurulan milse, karanlık yağmurun ardından kendini gösteren görkemli bir gökkuşağıydı. Ben ışıkta var olur ve ancak karanlıkta özgür kalabilirdim. Ben ışıkta yok olur ve sadece karanlıkta yaşayabilirdim. Ancak bilirsiniz; genellikle yaşadığın yer neresi ise, öldüğün yer de orası olurdu. Biliyordum, birilerini taklit etmeden nefes alabildiğim tek yer olan karanlık, bir gün beni yok edecekti.

Bilinmeyen Topraklarda, Gecenin Hükmünde

Taş binanın ikinci katından atladım, düşüşümü yavaşlatmak için yer ile temas ettiğim noktada momentumumu ileriye doğru yönlendirerek küçük bir takla atıp ayağa kalktım, omzumun üzerinde dönen pelerinimi düzelttim ve bir nefeslik bu sürenin sonrasında koşmaya başladım. Giderek daha da hızlandım. Öylesine hızlı koşmaya başladım ki,  kendim bile inanamadım. Yakalanırsam ne olacağını az çok kestirebiliyordum, fakat peşimdeki yaratığın ne amaçla beni kovaladığı hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Tek bildiğim bir yardım gelene kadar kaçmam gerektiğiydi. Her seferinde bir daha buraya gelmem gerekmesin diye almam gereken önlemler ile ilgili kendime sözler verip durmuştum; ama işte, yine de buradaydım; Koca Gölün üzerinden doğan Gündüz ve Gece Dağlarının arasında, Ayna Vadisi düzlüklerinde yükselen bu yedi katlı taş binada.

Buraya her geldiğimde engellenemeyen ve giderek büyüyen bir korku oluşuyordu içimde. Gri renkli, büyük kesme mermer bloklardan örülü duvarları ile bu devasa kütle sanki bir hiçlikten var oluyor gibiydi. Duvarları öylesine titriyordu ki karanlığın hakimiyeti ile, pencerelerinden sızmaya çalışan zayıf mum ışıkları olmasa, binayı görebilmek bile mümkün olmayabilirdi.  Etrafında, sur demenin daha makul olacağı yüksek ve kalın duvarları ile devasa bir hapishane gibiydi. Ancak hapishanelerin bile kapıları olurdu. Duvarlar ne bir kapı ne de kapıya benzer bir geçit barındırıyordu üzerinde. Buradan akla yatkın, bilindik yöntemlerle çıkmak mümkün değildi. Tüm bunlara rağmen, nasıl olduğunu bilemesem de birçok defa kurtulmayı başarmıştım buradan. Bazı şeyler benim dışımda gelişiyordu. Geçen onca zamandan sonra artık kurtulabilir miyim ya da kurtulamaz mıyım diye düşünmeyi bırakmıştım ancak bu kez içten içe başaramayacağımı düşünüyordum. Galiba dedim kendi kendime, galiba yolun sonuna geldim. Bunları düşünmek faydasızdı. Bunu biliyordum. Kafamdaki endişe yığınından çabucak sıyrıldım ve koşmaya devam ettim. Son nefesime kadar umudumu taze tutup, şansımı denemek zorundaydım. Hemen solumdaki ardıç ağacından tutunarak keskin bir manevra yaptım ama bunun çok bir önemi yoktu. Ağzı kapalı bir kavonoza bir kurbağa ve bir sinek koyarsanız, sineğin uzun süre hayatta kalmasını bekleyemezsiniz. İşte şu anda o sinek bendim. Kaçınılmaz sonu ertelemek üzere durmadan koşuyor, anlamsız manevralar yapıyordum. Taş binanın bahçesindeki her bir detayı ezberleyecek kadar çok bulunmuştum burada. Kaçış yoktu, bunu görebiliyor, anlayabiliyordum. Yalnızca bir mucize kurtarabilirdi beni. Kendimi kötü sona da hazırlamıştım epeydir zaten. Bu ihtimal ile barışıktım fakat yine de o an gelip çattığında hazır olmak bir işe yaramıyordu. İyiden iyiye umudum tükendiyse de, vazgeçmedim. Kaçtım, durmadan koştum…

Şimdi siz bir şekilde kurtulduğumu düşünüyorsunuz değil mi? Hayır, kurtulamadım. Yapılacak tek bir doğru hareket olduğunu düşündüm; binanın içerisine girecek ve orada en kötü ihtimalle sabah olmasını bekleyecektim. Ancak sağ ayağımı kapının eşiğinden atmama paralel bir zamanlama ile yaratığın elleri pelerinimin şapkasını yakaladı. Sıcak nefesi ensemdeydi. Önce büyük kıllı elleri ile buluştu gözlerim. Sonra da çirkin suratı ile. Daha da sonrası malumunuz.

* * *

Bu hikaye; karanlığın bana ihanetinin, bir çocukluk macerasının diyetinin, istemeden de olsa bulaşılan bir lanetin hikayesidir. Bu hikaye benim nasıl öldüğümün hikayesidir.

Bilinen Topraklarda, Gündüzün Hükmünde

“Yaz,” dedi kadın, “Ankara ili, Keçiören ilçesi, Adnan Menderes Mahallesi, Güneşli Sokak,” dedi ve duraksadı.

“Neden durdun? Devam etsene!”

“Bizim apartmanın numarası kaçtı, gelmiyor aklıma iyi mi?”

“Hay Allah! Emniyet Sitesi yazsak? Ben de hatırlayamadım. Dokuz muydu? Yok ya, o işyerinin numarası.”

“Ay yok, Emniyet Sitesi olmaz. Biz kendi kendimize koyduk o adı buraya. Tapuda öyle geçmiyor ki.”

“Haklısın, Cengiz’e sorsana hemen. O biliyordur belki.”

“Uyuyor çocuk, uyandırmasaydık…”

“Dilekçeyi yazıp, işe giderken teslim etmem lazım hanım. Bugün de erken uyanıversin beyefendi!”

Kadın oflaya puflaya Cengiz’in odasına doğru yürümeye başladı. Bir yandan da hâlâ apartmanın numarasını düşünüyordu. Kapıyı tıklattı, ses gelmedi. Belli ki uyuyor diye düşündü. Bir kez daha çaldı kapıyı, ses gelmeyince içeri girdi. Yüzükoyun yatmakta olan oğlunun baş ucuna ilişiverdi. “Oğlum, Cengiz kalk hadi. Sana bir şey soracağım, sonra uyu yine olur mu?” Bunu derken bir yandan da oğlunun saçlarını okşuyordu. Çocuk ses vermedi. Annesi bu kez daha sevecen ama daha yüksek bir sesle “Cengiz, tosun oğlum, uyan hadi. Bizim apartmanın numarası kaçtı, hatırlayamadık da. Söyle de uyu hemen geri.” Çocuk ses vermedi. “Eşek sıpası seni, kalk diyorum sana,” dedi annesi bu sefer sesi daha yüksekti ve sevecen de sayılmazdı. Uyansın diye hafifçe tartaklamaya, gıdıklamaya başladı Cengiz’i. Cengiz gıdıklanmaktan nefret ederdi ama ses vermedi. Annesinin içi cız etti bir anda. Bir yerden koptu bir şey. Yandı, kavruldu ruhu. Öyle tarifsiz bir duygu oturdu ki göğsüne, öyle bir korku doldu ki tüm benliğine “Oğlum,” dedi neredeyse duyulmayacak bir ses tonunda. Gözleri yaşardı hemen. Çocukluğu geldi gözünün önüne. Bebeklik halleri, okula başladığı ilk gün, ilk aşık olduğunu koşa koşa gelip anlattığı o bayram sabahı… Oğlunu tuttu ve yavaşça çevirdi kendisine doğru. Kolları buz gibiydi, yüzü bembeyazdı. Ağzı kapalıydı. Nefes almıyordu. “Oğlum,” dedi tekrar annesi. Çocuk ses vermedi. “Oğlum!” diye bağırdı annesi. Çocuk ses vermedi. “Oğluum!” diye figan etti annesi. Çocuk ses vermedi. Koştu geldi babası, göz göze geldi karısı ile, yıkıldı kapı eşiğine, yaslandı söveye ve “Benim…” diyebildi sadece ağlamaklı bir ses tonuyla. Devam etti sonrasında bir şeyler daha geveledi ağzında ama söylediklerini ne karısı anlayabildi, ne de kendisi duydu. Bundan sonrası sessizliğin hırıltılı haliydi.

* * *

Bu hikaye de cansız bedenimin bulunuş hikayesidir. Cenazemde konuşulanlardan anladığım kadarı ile hikaye aşağı yukarı böyle bir şey daha doğrusu. Doktorlar kalp krizi geçirdiğimi söylemiş aileme. Bu kadar erken yaşta pek rastlanılan bir durum değil diye de eklemişler. Keçiören Kuyubaşı Camisinden kaldırdılar cenazemi. Bir cenaze nakil aracı ile Karşıyaka Mezarlığına götürüldüm. Son yolculuğuma uğurlanırken epey kalabalıktı mezarımın başı. Sevenlerim sağ olsun, çabucak gömdüler beni. Ve ilk toprağı üzerime, bu dünyada beni en çok seven kişi attı.

Neyse, bunlar fazladan ve gereksiz ayrıntılar. Adım Cengiz. En azından ölmeden önce öyleydi. Babam Cengiz Han hakkında okuduğu bir kitaptan çok etkilenmiş ve oğlum olursa adını Cengiz koyacağım demiş. Öyle orijinal bir hikayesi yok anlayacağınız. Yaşımı sorarsanız, şu anda bilmiyorum ama öldüğümde yirmi birdi. Size nasıl öldüğümü anlattım az önce. Peki neden öldüğümü biliyor musunuz? Sanırım asıl hikaye de burada gizli. Yalnız bunun için zamanda biraz geriye gitmemiz gerekecek.

Bir akşam üzeri mahalleden çocuklar ile yine her zaman olduğu gibi misket oynuyorduk. Sıra, müthiş avantajlı bir anda bana gelmişti ve tam turnayı on ikiden vuracaktım ki, Berkay’ın abisi Burak bir anda peyda oldu oyun alanımızda. “Bana da bir misket verin de ben de katılayım oyuna,” dedi. İki yaş büyüktü bizden. Gıcık olurdum ite. Serserinin, gevşeğin tekiydi. Zorbaydı, ağzı bozuktu. Ama o zamanlar mevzu küfür oldu mu ben de fena sayılmazdım. “Siktir lan! Tapduk Emre’nin Dergahı mı burası? Hem misketin olsa bile oynatmam seni,” diye çıkışıverdim. O Tapduk Emre lafını da babamdan duymuştum o zamanlar. Her gelene istediğini verecek halimiz yok ya gibi bir anlamı varmış. Herkes bana bakıyordu. İyi piyasa yaptım ha! diye geçirdim içimden. Hem afilli bir laf etmiş, hem de benden büyük birine posta koymuştum. Küçük bir mahallede küçük bir çocuksanız, biraz ün yapmak işleri fena halde kolaylaştırırdı. Sonra birden aklım başıma geldi. Yirmili yaşlarda çok önemli olmasa da bizim yaşlarda iki yaş önemli bir farktı. Bir yandan battı balık yan gider diyerek az önce içime bir güneş gibi doğan korkuyu dışarı bırakmıyor, bir yandan da tokat nereden gelecek onu hesaplamaya çalışıyordum. İlginç bir şekilde sessiz kaldı Burak. Güldü geçti. Kale alınmadığım için içim içime sığmıyordu. “Peki,” dedi, “Ya tepedeki sarı evin gerçek hikayesini anlatırsam, o zaman bir misket verir misiniz bana?” Birden hepimiz olduğumuz yere çivilenmiş gibi kalakaldık. Bir yandan da bu hırbo niye böyle rica minnet konuşuyor onu çözmeye çalışıyorduk. İstese elimizdeki tüm misketleri döve döve alırdı. Belli ki anlattıklarından korkacağımızı düşünüyordu. Sonra da o korkmuş halimizi mahalle mahalle yayacak, rezil edecekti bizi. Yani uyanmıştım mevzuya ama sarı ev dedin mi bizim oralarda, akan sular dururdu. Tepedeki sarı ev bizim mahallenin mitiydi resmen. Yılın 365 günü sisli olurdu etrafı. Hava güneşli imiş, karlı imiş hiç fark etmez, hep bi rutubet kokardı etrafı. Bahçesini sınırlayan kalınca duvarları ve her daim büyükçe birkaç kilitle kilitlenmiş ve kapalı olan bir dış kapısı vardı. Evin kendisi zaten kale gibi bir şeydi. Bu babamın zamanında da öyleymiş, dedemin zamanında da, onun dedesinin zamanında da… Yüzyıllar önce terk edilmiş ama ihtişamından bir şey kaybetmemişti. Bu evle ilgili öyle şeyler söylenir, insanlar öyle korkutulurdu ki, içine girmeye cesaret edenin peygamberliğe kadar uzanabilecek şanlı bir geleceği olabilirdi. Ne yazık ki buna cesaret edebilenini ne görmüş, ne de duymuştuk. Her şey hikayelerden ibaretti. Hal böyle olunca gizem gizemi doğuruyor, korkudan beslenen korku akıl almaz suretlere bürünüyordu. Orada yaşandığı söylenen beş yüz farklı hikayeyi bir oturuşta anlatabilirdim.

Burak’ın teklifi sonrası birbirimizle bakıştığımız kısa bir anın arkasından, Burak sessizliğimizi kabule yormuş olacak ki, konuşmaya devam etti.

“Az önce kahveye acayip bir adam geldi. Üstü başı da bir garipti ya, neyse! Sarı evden açtı lafı, sonra ‘Son yirmi yıl içerisinde oraya giren oldu mu?’ diye sorup durdu sürekli. Kahveci Yaşar da anasının gözü tabii, ‘Ne yapacaksın sen sarı evi, anlat hele derdin ne? Sonra cevaplarım sorunu.’ dedi. Adam da başladı anlatmaya. Çok etkileyiciydi vallahi. Orada olmalıydınız! Elimden geldiğince deneyeyim ama onun gibi anlatmam imkansız.“

“Hikayeye göre kocaayaklar binlerce yıl önce halkın arasında rahatça dolaşır, ne bir garip bakışa, ne de dışlayan, hor gören en ufak bir harekete maruz kalırlarmış. Ancak dünyada hiçbir şey olduğu gibi kalmazmış ya. Elbette bu durum da böyle sürüp gitmemiş. Günün birinde adamın biri bir olaya şahit olmuş. Tepenin üzerinde iki karartı görmüş. Karartılardan birinin bir kocaayağa, diğerinin de bir çocuğa ait olduğunu anlamak güç değilmiş. Merak edip izlemeye devam etmiş ve gördüklerinden sonra olduğu yerde adeta donmuş kalmış. Çünkü kocaayak çocuğu ağzına atmış ve sonrasında iki karaltının tek bir karaltı halini alması da pek uzun sürmemiş. Şok olan adam kendisini toplar toplamaz hemen çocuğun ailesine koşmuş. O ana kadar fark etmemiş ama meğerse adamın ağzı dili tutulmuş. Kaldıramamış gördüklerini. Bir şey diyememiş diyememesine ama el kol hareketleri ile öyle böyle derken nihayetinde babaya çocuğunu bir kocaayağın öldürdüğünü söyleyebilmiş. Evladının ölümü ile yanıp tutuşmakta olan baba, öğrendiklerinden sonra sakinliğini koruyamamış ve intikam ateşinin yarattığı izansızlık ile gördüğü ilk kocaayağın kafasını patlatıvermiş. O günün sonrasında gelişen olaylar ve ekilen düşmanlık tohumları sonucu da kocaayaklar ve insanların arası açılmış, ölümler her geçen gün artmış; adeta kan davasına dönüşmüş. Zaten sayıca az olan kocaayaklar bu mücadele sonrası yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelince, insanlardan çok uzaklara kaçmakta bulmuş çareyi. İnsanoğlu zamanla kocaayakların varlığını unutmuş. Ortak anılar silinmiş, kocaayak, bir annenin çocuğuna uslu dursun diye anlattığı korku hikayelerinde bahsi geçen hayali bir yaratık halini almış çıkmış.

“MS 1100’lü yıllarda, Bizanslı bir tarihçi yazdıkları ile dünya literatüründe kocaayaklardan bahseden ilk yazılı kaynağın sahibi olmuş. Adamın söylediğine bakılırsa bu kocaayaklar lanetli yaratıklarmış. Neden olduğu bilinmez, kısır döngüde sonsuz bir hayat ile cezalandırılmışlar. Bir söylenceye göre de bu ceza tanrıların işiymiş. Hikaye kocaayakların karanlık taraflarını anlatır; gecenin hükmünde gölge avladıklarından, gölgeler ile beslendiklerinden ve gölgesini avladıkları insanların iyi talihlerini kendi ömürlerine aktardıklarından bahsedermiş. Yine bu hikayeye göre kocaayaklar, sırlarına vakıf olan ve türlerinin karanlık taraflarından haberdar olan kadim tanrılar tarafından lanetlenmişler.

“Lanete göre, bundan sonra kocaayaklar senede yalnızca bir gün gölge avlayabilecek ve gölge avlayan her kocaayak bir insan olarak dünyaya gelip, gölgesinin er ya da geç bir diğer kocaayak tarafından avlanacağı zamana kadar  yaşayacakmış. Avlanan gölge avcı olacak, tekrar doğacağı zamanı bekleyecekmiş ve bu böyle sonsuza kadar sürüp gidecekmiş. İnsan olan beden bunu bilemeyecek ama kocaayak olan gölge her şeyin farkında olacakmış. Tüm bunların ‘Tepedeki Sarı Ev’ ile ilgisi ne diyecek olursanız da, cevap gayet basitmiş. Bu sarı evlerden dünyada on yedi tane varmış. Her kim ki, o sarı evlerden birinin eşiğinden bir adım atarsa, sahip olduğu ya da olacağı evlatlarının gölgeleri avlanılacağı günü beklemeliymiş. Kocaayaklar avlarını böyle seçerlermiş.

“Adam hikayesini bitirdiğini ifade eden bir surat ifadesine bürünür bürünmez, Yaşar Abi ‘Çay vereyim mi? Sen onu söyle. Mahallenin çocukları sokağın aşağısında oynar. Sen git onlara anlat bunları! Daha çok dinleyen bulursun.’ deyince adamın tepesi atıverdi.  ‘Cevap ver bana, söz verdin! Oraya son yirmi senede giren oldu mu?’ dedi elini masaya sertçe indirerek. Sonra zaten iyiden iyiye hiddetlendi, bağırıp çağırmaya başladı etrafa. Bu böyle sesini yükseltip, ağzını bozmaya başlayınca kahve karıştı birden. Bir kavga koptu ki, kim kime vuruyor belli değil. Adamın amacı neydi, deli miydi akıllı mıydı bilmem ama az önce temiz bir dayak yedi. Neyse, hikaye buydu işte. Şimdi verin bakalım misketimi. Hatta bu iki misketlik bir hikaye bile olabilir doğrusu.”

Burak’a misketini verdik. O tek misket ile hiçbirimizde bir misket dahi bırakmadı o akşam. Fena ütüldük. Anlattığına gelirsek, hikaye arşivime yeni bir tanesini daha eklediğimi düşünmüş, mutlu olmuştum o zamanlar. Hikayede anlatılanların bir gün benim kaderim olacağından habersizdim. Aslında serbest kalan bir kocaayak olduğum ve bir gün gölgemin avlanması sonucu öleceğim ise tamamen delilik olarak adlandırabileceğim bir şey olurdu.

Adamın bu hikayeyi anlattığı o gece benim Peder bey de kahvedeymiş. Adamın söylediklerine önce inanmamış ama, sonra içine esaslı bir kuşku yerleşmiş. Öyle ki, “Ben girdim sarı eve, ne olmuş yani!” diyecek olmuş ama diyememiş. Sanki söylerse daha bir gerçek olacak gibi hissetmiş, susmuş. Sonraki zamanlarda da hep korkmuş içten içe, bir gün ansızın ölürse ya evladım düşüncesi ile. Ve, biliyorsunuz işte, öldüm de. Hem de epey ansızın. O gece taş binanın avlusunda yakayı ele verdim. Çünkü o gece odama kimse gelmedi, tuvalete kalkmadım ya da tüm gece odama hiç ışık süzülmedi. Anlıyacağınız o gece uyanmadığım için öldüm. O gece ışıksızlıktan öldüm. Artık tekrar bir kocaayağım. Az önce sizlere bir hikaye anlattım. Evet belki biraz dağınıktı anlattıklarım ancak ben ne bir yazar ne de bir hikaye anlatıcısıyım. Ben bir gölge avcısıyım ve bu gece aranızdan birinin gölgesini içmek niyetindeyim.

Şimdi, belki bu gece uyumadan önce aileniz ile küçük bir sohbet gerçekleştirmek isteyebilirsiniz. Öyle değil mi?

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Selamlar.
    Öncelikle şunu söylemem gerek, öykünün giriş cümlesinden çok etkilendim; bir öykü bu kadar mı şiirsel başlar, gece bu kadar mı içi dolu tarif edilir? Bunun için tebrik ederim öncelikle.
    Sonra öykünün bizden olması da sevindirdi beni, ilk paragraftan sonra bayağı bayağı epik fantastik tadında bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. :slight_smile:
    Anlatım tarzıyla, uzunluğuyla, betimlemeleri ve geçişleriyle gerçekten beğenerek okuduğum bir öykü oldu, ellerinize sağlık…

  2. Merhaba,

    Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Okuduğunuz ve yorumunuzla da katkıda bulunduğunuz için sağ olun. Mutlu ettiniz.

    Gelecek seçkilerde de görüşürüz umuyorum ki! :slight_smile:

  3. Ben cümlelerinizi, üslubunuzu çok beğeniyorum, isminizi görünce özellikle seçkiye girip öykünüzü okuma ihtiyacı hissettim. Tamamen bir korku öyküsü olmamasına rağmen bu türde çok başarılı olduğunuzu ve kaleminizin korkuya epey bir yatkın olduğunu söylemeliyim. Sizi tebrik ediyor ve öykülerinizi merakla bekliyorum.
    Ve şimdi yorumumu yazar yazmaz menhus kaderimi bekleyerek uykuya dalmaya çalışacağım. :slight_smile:
    Sevgiler…

  4. Ne hoşsunuz gerçekten, sağ olun. İleride sizden bir eleştiri alırsam, bunu kaldıramayacağım sanırım. :slight_smile: Öykülerinizi okuyan biri olarak benden daha yetkin olduğunuzu düşünüyorum aslında. Bu sebeple de yorumlarınız daha bir anlamlı oluyor. Özellikle “Şapka” teması ile yayınlanan “Kara Nemrut’un Hikayesi” öykünüz enfesti mesela. Az önce bir kez daha okudum. Keşke bu ay da bir şeyler okuyabilseydik sizden…

    Gelelim öyküye. Doğrusunu söylemek gerekirse öyküyü “Kocaayak” teması için hazırlamıyordum ve eğilimim de korkunçlu :smile: olması yönünde değildi. Ancak daha evvelden başladığım bu öykünün temaya oldukça uyarlanabilir bir halde olduğunu fark edince, kurgudaki birkaç değişiklik ve ufak korku unsurları ile hikaye okumuş olduğunuz haline evrilebildi. Daha önce esaslı bir korku hikayesi yazmadım, yazmaya da çalışmadım. Yeteneğim olmayabilir o konuda. Yeterli altyapım olmayabilir. Yine de belki yorumunuza yaslayarak sırtımı ileride küçük bir hadsizlik yapabilirim.

    Gölgenize ve size ayrı ayrı selamlar, sevgiler. :smiling_imp:

  5. Merhabalar Cem.

    İlk iki paragrafı buraya tamamen kopyalamayayım; her kelimesiyle çok güzel bir giriş.

    ‘‘Ağzı kapalı bir kavonoza bir kurbağa ve bir sinek koyarsanız, sineğin uzun süre hayatta kalmasını bekleyemezsiniz. İşte şu anda o sinek bendim.’’

    Tabii tercih meselesi ama söylemeden geçmemek adına: İşte şu anda o sinek bendim demek yerine bunu okuyucunun anlamasını sağlama taraftarıyım ben. Ki zaten anlamasını sağlamışsın, kendine daha fazla güvenebilirsin :slight_smile: ( Ve ufak bir düzeltme kavonoz değil kavanoz sanırım.)

    "Cengiz gıdıklanmaktan nefret ederdi ama ses vermedi. Annesinin içi cız etti bir anda. Bir yerden koptu bir şey. Yandı, kavruldu ruhu. Öyle tarifsiz bir duygu oturdu ki göğsüne, öyle bir korku doldu ki tüm benliğine “Oğlum,” dedi neredeyse duyulmayacak bir ses tonunda.‘’

    Buradaki anlatımın gücü harika.

    ‘‘Bu hikaye de cansız bedenimin bulunuş hikayesidir. Cenazemde konuşulanlardan anladığım kadarı ile hikaye aşağı yukarı böyle bir şey daha doğrusu.’’

    Yukarıda söylediğim gibi anlatımı harika olsa da eğer anlatıcı tekil bunu görmemişse bu şekilde anlatılması birazcık zorlama gibi ve bu da tercih meselesi olabilir.

    Bir de burası;

    ‘‘Elimden geldiğince deneyeyim ama onun gibi anlatmam imkansız.’’

    Keşke anlatılan hikaye birebir değil de diyaloglar şeklinde, hatta araya bazen çocuklar da girebilir, Siktir lan, atma be, fazla sallamış gibi küçük cümleler bile olabilir, çocukların korkusunu da sonlara doğru biraz daha hissettirebilirdin.

    Güzel bir öykü okuyacağımdan emindim ve güzeldi de. Genel eleştiri olarak kendine yaptığın eleştiriyi tekrar edebilirim sanırım: Evet, belki biraz dağınıktı.
    Öykü üç ortamda geçiyor ve üçü de ayrı bir öykü olabilir kendi içinde; ki öyle olsa her biri de güzel öyküler. Ama bu üçü tek bir metinde buluşunca okuyucu olarak dağıldım ben. İlk hikayenin o gerilimi, ikincisinin duygusallığı ve üçüncüsünün biraz muzip, eğlenceli yanı bütünlük açısından sorun benim açımdan. Ama bu söylediklerimin hepsi şahsi, hepsi farklı yorumlanabilir tabii. Fikir çatışması adına söylüyorum.

    Ben yazsam bu öyküyü kolaya kaçar ve babanın gözünden yazardım, ama sen bunu yapmamış zoru seçmişsin ve bunu takdir ettim.

    Bu güzel öykü için teşekkür ediyorum. Daha sık katılmanı umuyorum :slight_smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

14 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for MuratBarisSari Avatar for Tugrul_Sultanzade Avatar for valarrr Avatar for cankutpotter Avatar for Umut Avatar for maviadige Avatar for aurienne Avatar for C.Paladros Avatar for KorkutHatun Avatar for Osman_Eliuz Avatar for Gizem_ltn

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *