Aslı’ya
Kimileri ona “serap” diyor, anlaşmanın imkansız olduğunu ve yaptığı tek şeyin insanı seraba hapsetmek olduğunu söylüyordu. Kimileri de ona “ayna” diyordu, anlaşmak için karşındakinde kendini görmen ya da karşındakine onu göstermen gerektiğini söylüyordu. Kahramanımız bir şifacı, bir büyücü ya da bir peygamber değil. O sadece bir eczacı. Ona farmakolog da diyebilirsiniz. Size tamamen kahramanımızın akıl ettiği bir ilacın hikayesini anlatacağım ama sanmayın ki eczacı kahramanımız bu hikayede önemsiz bir karakter. O olmasaydı bu hikaye de olmazdı. Hikayeyi bugüne taşıyan notlarını kaleme aldığı küçük kağıt parçaları dolu turkuaz kutusunu bana verdiğinde fildişi saplı siyah bastonuna dayanmış, yüzme öğrenen torunlarını seyrediyordu. Gözleri adeta parlıyordu ve gülüyordu. “Lütfen…” demişti uzaklara, torunlarına gülümseyerek bakarken. “Lütfen, ben öldükten sonra açın.” Bir sonbahar sabahı, üşüyen ayaklarımı içinde sıcacık yattığım battaniyemin içine alıp gözlüğüme bakınıyordum ki komşum eczacının ölüm haberini getirdi. Onu daima güçlü ve zeki bir adam olarak hatırlayacağım. Ufak kağıtlara yazdığı notlarını, anılarını o karmakarışıklıktan kurtarmak için Kıbrıs’lı bir düşünürden yardım aldım. O düşünür olmasa bu işin altından kalkamazdım çünkü defalarca umutsuzluğa kapılmama rağmen o bir şekilde tekrar gereken azmi yakalamamı sağladı. Bir gece, ağzındaki sigaradan düşen küllerden bembeyaz olmuş daktilosundan kafasını kaldırdı, gülümsüyordu: “Başardık.” Notlar kahramanımızın hikayesini anlatmaya hazırdı. Hikayede bahsi geçen haritayı görmek isteyenler beni bulabilirler.
Elindeki haritaya bakınırken başladığını düşünüyoruz hikayenin. Çizgileri parmağıyla takip ediyordu. “Pemberton’ı hatırlar mısınız? Kolanın yaratıcısı olan eczacı. 150 Sovyet tankını yok eden Otto’nun aslında bir eczacı olduğunu biliyor musunuz? O bir Nazi’ydi ama 150 tankı yok ettikten sonra neden ilaç üretmeyi uygun buldu? Günah çıkarmaktı galiba amacı. Zaten ilaçlar günah çıkarmaktan başka ne işine yarıyor ki modern dünyanın? Savaşlar çıkar, bombalar patlar, insanların psikolojileri mahvedilir. Yediğimiz her şey katkı maddelerine, hormona boğulur. Ardından bir ilaç veririz, her şeyin halledildiğini düşünürüz. Tıpkı Otto’nun 150 tankı yok ettikten sonra eczacı olması gibi.” şeklinde kağıda döktüğü düşünceleri akıp gitmişti zihninde. Derken elindeki krokiyle bir kapıya gelir, evin numarasını kontrol eder. Eve girer. Elindeki çantaları masaya koyar. Çantaları masaya boşaltmaya başlar, bir sürü şişe koyar masaya. Şişelerin üstünde serotonin, asetil kolin, noradrenalin, GABA, glutamat gibi şeyler yazmaktadır. Krokiyi koyar masaya, elinin tersiyle boşalttığı yere.
Tekrar haritaya döner ya da kroki mi demeliyiz? Bulması gereken bir kutu vardır, kim bilir onu kutuda neler beklemektedir. Krokide çizilenleri parmağıyla takip ederken kendinden bahsetmeye karar verir: “Neyse biraz kendimden bahsedeyim. Ben işimin, eczacılığın vardığı son noktayım. Matrix’teki mavi ve kırmızı hapları hatırlar mısınız? O hapları yapan eczacı benim. Ben olmasaydım neler olacağını bir düşünün.” Krokiyi izleyerek vardığı yerde durur. Kafasını kaldırır, tavanda bir çarpı işareti vardır. Önündeki kutuları karıştırmaya başlar.
“Peki, Babil Kulesi hikayesini bilir misiniz? Nuh’un oğulları Tanrı’ya ulaşmak için bir kule inşa etmeye başladılar. O kadar yükselttiler ki kuleyi, Tanrı tedirgin oldu ve işçilerin her birine ayrı bir dil verdi. Hiç biri birbirini anlamadı, kule yarım kaldı.”
Bir kutu çıkarır vardığı yerdeki çekmecelerin birinde bulduğu kutuların içinden. Kutuyu açar, içinden bir madde çıkar. Masaya döner. Havanda bu maddeyi dövmeye başlar. Masadaki şişeleri de kullanarak bir karışım hazırlar. O sırada, işine ciddi bir ifadeyle yoğunlaşmışken şöyle dert yanar: “Şimdi Nuh’un oğullarından da Otto’dan da binlerce yıl uzaktayım. Babil kulemiz olan bilim o kadar ilerledi ki… İnsanlar birbirinden hiç olmadığı kadar uzak, herkes evine kapandı. Doğduğumdan beri kimseyle konuşmadım mesela ben, annemle bile. Yani Tanrı yine yaptı yapacağını, aynı ceza, kimse birbirini anlamıyor.” Karışımı şişeye döker. Havaya kaldırıp şöyle bir sallar. “Yazdığımız şiirleri okuyabileceğiz, söylediğimiz şarkıları duyurabileceğiz. Bu sefer olacak.” diye geçirir içinden ve eldivenlerini çıkarıp, alnını ovuşturur. İçinde tarif edilemez bir neşe vardır.
Notların bu kısmında bir kadından bahsetmektedir. Anlaşılan, o kadına abayı yakmıştır kahramanımız. Romeo ve Juliet’teki eczacıdan da bahsediyor notlarında. Şöyle demiş: “Romeo ve Juliet’i ayırmak değildi eczacının niyeti. O, bu güzel aşk hikayesinin en mutlu nihayete ulaşması için gayret ediyordu. Fakat işler umulduğu gibi yürümedi. Bu sefer ben, bütün gücümle işi şansa bırakmayacağım. Bu sefer en mutlu nihayete ulaşacağız…” Simsiyah betondan bir binaya girmiş, merdivenlerden çıkıp (az önce bahsi geçen kadın olduğunu düşündüğümüz) kadının kapısına gelmişti. Kapıyı çalarken, bilirsiniz, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Karışımı kapıya bıraktı ve merdivenlerden yukarıya kaçtı, biraz eğildiğinde abayı yaktığı kadının kapısını görebiliyordu. Kadın kapıyı açtı.
Notlar burada biraz eksik kalıyor. Öyle sanıyoruz ki hayranlıkla izlediği torunlarının büyükanneleriydi kapıyı açan. Bir büyükanne, yaşı epeyce geçkin bir kadın olmasına rağmen o gün kapıyı açtığındaki duru hali gözlerimin önünde rahatlıkla canlanıyor. Beyaz teni ve dalgalı saçlarıyla dizlerini hafifçe kırıp yan yan eğilmişti karışıma etrafı kolaçan edip kimseyi göremedikten sonra. Saçları sağ omzunun üzerinden bacaklarına kadar dökülüyordu bu şekildeyken. Kahramanımız biraz da terlemiş fakat buz gibi olmuş elleriyle tırabzanlardan güç alıyor, zorlukla nefes alıp güneşin sapsarı yaptığı dalgalı saçların pırıltısına bakıyordu. Kadın karışımı aldı ve içeri girdi tekrar. Bir süre sonra simsiyah beton binanın karanlığında adeta göğse düşen bir parça ipek gibi dokundu kulaklarına kadının şarkısı. Keşke hangi şarkıyı söylediğini bilebilseydik. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İçinde ayrılık, ölüm, savaş ya da akla gelebilecek türlü felaketler defalarca zikrediliyor olsun. O şarkı kurtuluşun şarkısıydı. Böylesi bir şarkıda isterse kan gövdeyi götürsün. Kahramanımız dayanamamış olacak ki merdivenlerden inip kapıya kulağını dayamış. “Kapıyı çalamadım, o şarkıyı bölmeye hiçbir şekilde razı olamazdım.” diye yazmış son sayfadaki tek cümlelik paragrafların birinde. Belki de biraz sonra şarkıyı bölmeye razı oldu, kapıyı çaldı. Anlaşılan bunu yapmış. Güzel kadın kapıyı açtı, elindeki şişede hala biraz karışım vardı. Bir yudum da kahramanımız aldı ya da hepsini bir hamlede içti, belli mi olur. İlk defa bir kadının daha önceden kimsenin dokunamadığı kadar derinine dokunuyor hissetti kendini. Gerçekten de o şarkı böylesi bir şarkıydı.
Selamlar,
Çok güzel bir başlangıcı olan ama nedense yarım kalmış gibi gözüken bir hikayeydi öykünüz. Kahramanımızın geçmişteki eczacılara yaptığı göndermeler, iksiri hazırlarken yaptığı hareketler vs çok iyi kaleme alınmıştı. Ama dediğim gibi çok çabuk bitti. Haritayı nereden almıştı, ilacının amacı neydi, kurtuluşu nasıl sağlayacaktı? Sadece kadını kendisine aşık etmek içinse neden notlarını bir araya getirmek bu kadar zordu? Bu gibi sorular dönüp durdu okumayı bitirdiğimde. Kısacası giriş ve gelişme bölümleri olan ama sonu olmayan bir hikaye gibi olmuş. Belki devamını daha sonra okuma şansı buluruz, kim bilir?
Kaleminize sağlık…
Yorumunuz için çok teşekkürler.
Elbette devamı gelecek. Asıl amacım, “erkek” öykülerini derlediğim bir öykü kitabı (sinemadaki örnekleri için Sergio Leone filmleri, Bir Zamanlar Anadolu’da…) hazırlamak. Tam anlamıyla derlemeden önce yayınlayarak bir nevi nabız yokluyorum, eksiklerimi görüyorum. Örneğin yorumunuz öyküyü tamamlarken ve gerekli değişiklikleri yaparken çok yardımcı olacak.
Tekrar teşekkür ederim.