“Haber ajansımıza ulaşan son bilgiye göre stratosferdeki büyük incelmenin sebeplerine dair uzmanların elinde önemli bir ipucu bulunmuyor. İncelmenin büyük ihtimalle küresel ısınma kaynaklı olabileceği açıklandı.Öte yandan birkaç ay içinde yaşanan bu bariz incelmenin geçtiğimiz günlerde Sahra Çölü’ne yağan kar ile ilişkisi kurulabilmiş değil. Uzmanlar atmosferimizde yaşanan bu incelmenin Meksika, Peru, Mısır ve Endonezya çevresinde tehlikeli boyutlara ulaşan bir radyasyon serpintisineneden olduğunu iddia ediyor. Endonezya ve Peru’da yerel halk, kabilelerindeki yozlaşmanın Güneş Tanrısı’nın öfkesine neden olduğunu, vücutları günler içinde kararan, kollarında ve yüzlerinde derin yanıklar oluşarak acı içinde ölen kişilerin lanetlendiğini ifade ediyor. Peru’daki en büyük orman topluluğu olan İnmaku Kabilesi’nin dini lideri Sudoman Yumanak vaktin geldiğini, atalarından duydukları kehanetlerin birbir yaşandığını, af dilemek için kurban vermekten başka çarelerinin kalmadığını açıkladı. Yetkililer kabile yaşantısına ve öğretilerine saygılı olduklarını ancak tanrıların öfkesini engellemek adına insan kurban edilen törenlere izin vermeyeceklerini belirtiyor. Şimdi de diğer haberler için…” Zzzttttttttttdıp.
“Dünyanın içine ettiniz; şimdi de nasıl kurtarırız diye uğraşın bakalım!” dedi ve televizyonun kumandasını üçlü koltuğa fırlattı. Sonra ben de bir kurban versem isteklerim gerçekleşir mi diye düşündü. Ferit için bu yıl yaşanacaklar çok önemliydi. Haziran ayında sınava girecek ve şeytanın bacağını kırarak iki yıl kapısında beklediği üniversiteye yerleşecekti. En azından böyle umuyordu. Kardeşi Semih’i dersaneden almak için sokağa çıktığında üç aydır olduğu gibi gökyüzünün ortasındaki pembeliği fark etti. Semih’in bu pembeliği evlerindeki televizyonun sol köşesinde beliren solukluğa benzetip, “Abi, gökyüzünü de bozdular; bizim televizyon gibi” deyişi kulaklarında çınlıyordu. Gülümsedi. Semih kendisi gibi değildi. Her şeyi çok çabuk kavrıyor ve bazen yaşından çok büyük cümleler kurabiliyordu. Her kardeş gibi bazen abisini kızdırsa da iyi geçinirlerdi.
Dersanenin önünde bir sigara yaktı Ferit. Yarın gireceği deneme sınavını düşündü. İki yıldır okula gitmiyordu. Mezuna kalanların devam ettiği dersanede umudunu yitirmeden sınava hazırlanıyordu. İlla doktor olacaktı. Bu yılki sınav için babası, “bu son” demişti. “Artık puanın ne olursa olsun tercih yapmak ve bir bölüme yerleşmek zorundasın.” demişti. Kardeşi Semih’in liseye başlayacak olması evin masraflarını daha da artıracak, Ferit’in bir sene daha sınava hazırlanması mümkün olamayacaktı.
Semih’in, dersanenin giriş kapısına indiğini görünce elindeki sigarayı hızlıca yere atıp ayağıyla söndürdü Ferit. Kardeşinin onu sigara içerken görmesini istemiyordu. Başındaki şapkanın siperliğine sertçe vurup sınavının nasıl geçtiğini sordu Semih’e. Her zamanki yanıt gecikmedi: Eh işte…
“Galatasaray’ı kazanamazsan gösterecek baban sana eh işteyi!”dedi Ferit. Babası ve kendisi gibi Galatasaray mezunu olma ayrıcalığını yaşaması gerektiğini düşünüyordu kardeşinin. Semih’se hangi lisede okuyacağının çok da önemli olmadığına inanıyordu. Şapkasını düzeltip, abisine dönerek:
“Abi boş ver sınavı da akşamki şampiyonlar ligi finali ertelenmiş duydun mu, Poseidon’un öfkesi diyorlar?” dedi.
Ferit, kardeşinin konuyu değiştirmesine kızsa da merakını gizleyemedi. Final maçı bu yıl ilk kez Atina’da oynanacaktı. Atmosferdeki ani değişimden midir bilinmez, şehirde mayısın ortasında fırtına çıkmış ve elma büyüklüğünde yağan dolu hem şehirde hem de maçın oynanacağı stadyumda büyük hasara yol açmıştı. Onlarca insanın öldüğü, yüzlercesinin yaralandığı haberleri geliyordu. Gökyüzünün ortasındaki bu rahatsız edici pembelik, Sahra’ya yağan kar, ülkelerinin sokaklarında birden bire kararmaya başlayan insanlar ve son olarak Atina’da yaşananların nedeni ortak olabilir miydi?
Eve vardıklarında. Çantasını koridora savuran Semih televizyonu açıp koltukta güzelce kaykıldı.
“Oh beyimiz hemen kaykıldı. Senin ödevin yok mu bakayım? diye çıkıştı Ferit. Semih bir yandan poşeti hışırdata hışırdata elindeki cipsi yiyor bir yandan abisine laf yetiştiriyordu. Abisinin dünyadan haberi yoktu herhalde, dünya bir yok oluş seyrine girmişti; çalışmak saçma geliyordu, yakında sınav değil, dünya diye bir şey kalmayacaktı.
Ferit kardeşinin vurdumduymazlığını böylesine saçma bir bahaneyle sunmasına sinirlenmiş olacak, hiç olmadığı kadar sert bir tavırla “Kaldır o koca kıçını ve masanın başına git yoksa hayatının en özel dayağını yiyeceksin benden” diye bağırdı.
Semih, istemeye istemeye odasına yürürken mırıldanıyordu: “Bari son günlerimizde kalbimizi kırmasak ne olur yani!” Semih odasının kapısını kapattığında Ferit’in “Ağzından yel alsın aptal herif, başlatma son günlerimizden!” sözleri koridorda yankılanıyordu.
Gerçekten de son günleri olabilir miydi? Dünyada aniden başlayan bu olayları küresel ısınmaya, çevre kirliliğine bağlayanlar çoğunluktaydı. Dünya’nın düzeni sonunda bozulmuştu. Dünyanın dört bir yanından felaket haberleri geliyordu.
Akşam yemeğinde masada uzun bir süre yalnızca çatal bıçak sesleri ve ağız şapırtıları duyuldu. Sessizliği bozan Semih oldu. “Baba, haberlerde gördüğümüz güneşten kararan insanların ortak özelliklerini hiç düşündün mü?” Babasının ağzını açmasına fırsat vermeden, “Güneş değil o, radyasyon!” diye bozup attı kardeşini Ferit. “Madem radyasyon o zaman neden herkes kararmıyor?” cümlesini cevabı zor bir soru olarak masanın üzerine bıraktı Semih.
İsmail Bey, küçük oğlundan çok umutluydu. O,Ferit gibi ezberci değildi. Her şeye neden sonuç ilişkisiyle yaklaşmayı tercih ederdi. Asi yanları biraz da bu özelliğinin eseriydi. Bir şey aklına yatmamışsa öldür Allah ona yaptıramazdınız. Babası, Semih’e dönerek: “Biz o kararan insanların derilerinin yanık olmasından başka bir ortak yanını göremedik. Neymiş ortak yanları?
Semih daha ağzını açamadan Ferit : “Hepsinin insan olması!” diyerek kahkahayı bastı. Semih bozulmuştu. “Dalga geçsen de o insanların hepsi piramitlerin var olduğu ülkelerde yaşıyor.” deyip masadan kalktı. Şezaret Hanım tabağındakileri bitirmeden kalkan oğlunun arkasından bağırsa da aklıyla dalga geçilmesine tahammülü olmayan oğlunu tanıyordu. Kendisini yine odasına kilitledi Semih.
“Mısır’ın Şarm El Şeyh şehrinin Kızıldeniz’e bakan kıyılarında binlerce balığın ölerek su yüzeyine çıkması bilim insanlarını endişelendiriyor, sevgili izleyiciler. Ünlü Deniz Bilimci Adam Wilson böylesine topyekûn ölümlerin dünya denizlerinde daha önce hiç yaşanmadığına işaret ederek atmosferde yaşanan incelmenin bu ölümlere neden olabileceğine dair hiçbir belirti olmadığını belirtti. Sözlerini, “Balıkları analiz ettiğimizde yoğun bir radyasyonla karşı karşıya kaldık.” diye devam ettiren Wilson, balıkları etkileyen bu radyasyonun kaynağına dair bir açıklama yapamıyor olmak da ortada nadir yaşanan bir durumun olduğunu gösteriyor, dedi. Öte yandan atmosferdeki incelmeden kaynaklandığı düşünülen pembe lekenin dünyanın her yerinde görülememesi, büyük kuş sürülerinin göç yolları üzerinde bulunan Mısır’a uğramayışları son birkaç ayda yaşananlara dair kafalardaki soru işaretlerini artırıyor.”
Sabahın kör saatinde haberleri izleyen İsmail Bey evden çıkınca ev, eski sessizliğine büründü. Evi sonra geç kaldığını söyleye söyleye Şetaret Hanım ve Semih terk ettiler. Ferit yatağında uzun uzun gerinirken öğleden sonraki derslere gitmesem mi diye düşünüyordu. Uyku mahmuru gözlerle duvardaki saate baktığında saatin öğleyi geçtiğini gördü. Sabahtan beri talim yapan savaş uçaklarının tiksinti uyandıran böğürtüleri olmasa daha uyurdu aslında. Bu saatten sonra girilecek dersten de hayır gelmezdi zaten. O sıra kapı kilidinde telaşla çevrilen anahtarların sesi duyuldu. Şezaret Hanım kapıyı açar açmaz Ferit’e seslendi. “Allah’ım sen koru yarabbi, kıyamet, kıyamet!diye bağırıyordu.” Neler oluyordu? Semih’e bir şey mi olmuştu. Ferit’in kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Semih, annesinin ardından içeri hışımla girdi “Size demiştim, size demiştim.” diye tekrar ediyordu.
Şezarat Hanım birkaç parça eşya almak için yatak odasına girerken Semih ve Ferit’e birkaç giyecek, cep telefonu, fener vb. eşyaları da koyarak bir çanta yapmalarını söyledi. Ferit hâlâ olanları anlayamıyordu. Semih, sığınaklara gittiklerini söyledi Ferit’e. Savaş mı çıkmıştı? Birkaç parça eşyayı çantasına tıkıştıran Ferit, Semih ve annesinin ardından apartmanın önüne çıktığında sokaktaki telaşı gördü. Herkes askerlerin megafonla yönlendirdiği yöne doğru hızlı adımlarla koşuyor, jetlerin motor sesleri, siren seslerine karışıyordu. Kent büyük bir saldırı altında olmalıydı. Ferit daha ne olduğunu anlamadan koşar adım ilerliyordu ki köşe başında kümelenen bir grup insanın gökyüzünde hep birden baktığı yöne çevirdi kafasını.
Devasa bir cisim gökyüzünde asılı duruyordu. Bu resimlerine aşina olduğu Giza Piramidi olmalıydı. Piramidin altında dört noktadan yayılan pembe bir ışık vardı. Sanki o ışıklar piramidi havada tutuyordu. Ardı arkasına geçen savaş uçakları piramidin etrafında manevralar yapıyor, kolluk kuvvetleri telaşla oradan oraya koşan insanları büyük toplanma alanlarına yönlendiriyordu.
Ferit zihnini bu inanılmaz manzaradan bir an olsun alamıyordu. Bir yandan annesi ve kardeşiyle koşuyor bir yandan ara ara geriye dönerek bu devasa yapının havada nasıl asılı kaldığını anlamaya çalışıyordu. Semtlerinin spor salonuna geldiklerinde yüzlerce insanın içeride sıkış tepiş durduğunu gördüler. Bir saldırı ihtimaline karşı ordu önlem almaya çalışıyordu. Piramit havada asılı durmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ajanslar Peru, Endonezya ve Meksika’da da benzer görüntülerin oluştuğunu haber verdiler. Birleşmiş Milletler yaşananların bir istila hareketi olabileceğini duyurdu. İsmail Bey, ailesinin yanına geldiğinde çoktan hava kararmış ve ordu salonda toplanan insanlara akşam yemeği dağıtıyordu.
Sabahın ilk saatlerinde sirenler yeniden duyulmaya başladı. Askerler insanların spor salonundan çıkmalarına izin vermiyordu. Semih, salonun pencerelerine ulaşmak için tribünlere koştu. Zar zor tırmanarak devasa pencereye ulaştı. Dışarıda olanları merak ediyordu. Piramit altında pembe bir aydınlık saçarak ağır ağır yükseliyordu. O gökyüzünde anbean küçülürken birkaç askerin etrafında toplanıp izledikleri televizyonda spiker heyecanlı bir şekilde anlatıyordu:
“Dünya tarihinde eşine benzerine rastlanmayan olaylar, yine dünya tarihinde yaşanmadığını düşündüğümüz başka olaylar silsilesiyle son buluyor değerli izleyiciler. Arkeolog ve tarihçilerin safsata olarak nitelendirdiği ancak komplo teorisyenleri tarafından başka dünyalardan gelen medeniyetler tarafından inşa edildiği düşünülen piramitler, teorisyenleri haklı çıkartarak havalandılar. Ünlü teorisyen Callum Smith, hiyeroglifleri işaret ederek “Zamanını bilmiyordum ancak o resimlere bakarak bugünün geleceğini tahmin etmek zor değildi. Aynı resimlerin bu devasa yapıların bulundukları yere nasıl geldiklerini anlattığı aşikâr. Bizi şarlatan yahut komplo teorisyeni olarak göstermeye çalışan bilim insanları bu inanılmaz manzarayı izliyorlar mı acaba? Beni mutlu eden kendi gözlerimle bu efsanevi olaya şahit olmamdır.” dedi. Atmosferde ve doğada yaşanan ilginç olayların sebebi olabileceği düşünülen bu inanılmaz olay sonunda piramitlerin nereye doğru yol aldıkları uzmanlarca takip ediliyor. Devasa yapıların kadim dönemlerden beri oldukları yerde bekleyen uzay araçları olduğunu anlamak ve bu muhteşem ayrılmaya şahit olmak ne mutlu ki bizim neslimize kısmet oldu. Bugün itibariyle ne dünya eski dünya ne tarih eski tarih olacaktır.”
- Pay İrecep Oğlu Murat Beyrek’in Umut Han’ın İntikamını Aldığı Destan - 1 Temmuz 2022
- Ayrılış - 1 Şubat 2020
Merhaba.
Piramitlerin gayrimenkul yani taşınmaz bir varlık olduğunu düşünürken, menkule dönüşebileceğini sayenizde görmüş olduk. Farklı bir bakış açısı. Ummadık taş, baş yardı. Tebrik ederim.
Kısa ve akıcı bir öyküydü. Öykünün ana karakteri Ferit’miş gibi başladı. Sonra Semih’e kaydı ve finalde de gerçekleşen olaylar karakterlerleri sildi süpürdü.
Öykünün bir bölümünde anlatıcı “kaykılmak” kelimesini kullanmış ve hemen ardından karaktere de aynı kelimeyi söyleymiş. O bölümde kelime tekrarı olmasa daha iyi olur gibi.
İlk öykünüz bu forumdaki. Hoşgeldiniz. Öyküleriniz bol olsun, içine sığabilsin okurlar.
Sevgiler…
Çocukken piramitler hakkında araştırma yapmayı çok severdim. Gizemli olayların anlatıldığı dergiler satılırdı gazete bayiilerinde, satın alıp okurdum. O yıllarda bir yazı dikkatimi çekmişti. Piramitlerin uzaylılar tarafından indirilen araçlar olduğuna dairdi bu yazı. Öykünün çıkış noktası yıllar evvel gördüğüm bu ilginç yazıdır aslında. Gizem, beğendiğim ama çok da ürün vermediğim bir tema. Piramitlerle ilgili bu kısa öyküyü yazarken çok keyif aldığımı ve öykü seçkisine ürünler göndererek bu keyfi sürdürmek istediğimi söyleyebilirim.
Zahmet edip düşüncelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. “Kaykılmak” sözcüğünün tekrarı konusunda çok haklısınız. Bu tekrarları engellemek için demlenmeye bırakmayı ihmal etmeyin demiyorlar mı öyküler için. Biraz acele pişirilen bir öykü oldu
Sevgiler…
Evet, edebiyatta demleme süresi önemli ama forumda verilen süre kısıtlı. Hepimiz azami derecede özen göstermeye çalışıyoruz zaten. Bu özenmişlik de ortaya konan ürünlere yansıyor. Kaykılmak kusuru kadı kızında da olur. Üzerinde durulmamış eserler kendini çok belli ediyor ve iyi bir okur da bunu çok kolay fark edebiliyor. Forumun böyle bir katkısı da var öykü okuyucularına.
Tekrar hoşgeldiniz diyorum. Bir sonraki öyküde görüşmek dileğiyle.
Sevgiler…
Merhaba @Murat.Gil,
Piramitlerin uzaylılarca işlem görmesi fikri orijinal olmuş. Kaleminize sağlık. Kıyamet alameti gibi olacakları bekleyen ailenin hikayesi aktı gitti. Değişik bir yaklaşım olmuş.
Teknik olarak değerlendirmiyorum, siz okulunu okuduğunuz için daha iyi bilirsiniz, eminim.
Emeğinize sağlık.
Sena
Merhaba, öykünüzü keyifle okudum. Hatta uçandaire temalı “kırmızı pabuçlar” adlı öykümle benzerlikler( gökyüzündeki cisim, ülke adları ve coğrafyaların özellikle belirtilmesi, olağandışı durumlar, dünya dışı varlıklar…) okuma deneyimimi bir nebze daha keyifli kıldı. Tam bir kurmaca bilim kurgu öyküsü.
Naçizane; bir tek karakter odağından devam etse ve bazı kelime tekrarları olmasa daha hoş olabilir ama bu haliyle de güzel.
Olağandışı olan her şey özellikle gençken insanı cezbediyor. Sonrasında hayatın olağan akışındaki iniş çıkışlara daha fazla takılıyor ve sürükleniyoruz. Belki bu yüzden gençlikte geçen öyküler daha enteresan,
Tekrar kaleminize sağlık!