Öykü

Bataklıkta Bir Tatarcık

Kanatlarını çırptı, bataklıktan kurtulmak bir uçuş kadar kolaydı. Havada süzüldü. Otları, çalıları, sürüngenleri, sürünmeyenleri, bataklık kenarında çalışan işçileri, küçük ağaçları geçti. Çok uzun uçamadığı için sık sık kısa molalar veriyordu. Durdukça etrafına bakıyor, bir daha görmemeyi umduğu bu yeri son kez süzüyordu. Gökyüzü önce derin bir maviliğe sonra uçsuz bucaksız bir siyahlığa teslim oluyordu. Bu saati neden seçmişti, emin değildi. ‘Sanırım,’ dedi içinden ‘Cesaret bir an geliyor o anı yakalayamazsan kayboluyor.’ Havada afili bir takla attı. ‘Yakaladım,kurtuldum buradan.’diyerek güldü. Bataklık, çamur, böcekler, sıcak, yapış yapış hava içini kara bir bulut gibi sarıyordu. Ama gidiyordu işte.

Öncesinde de ayrılmaya çalışmıştı. Kısa süreli gidiş gelişleri olmuştu. O zamanlar öğrenmişti hatta, bataklığın dışında kocaman bir dünya olduğunu. Ama şimdi başkaydı. Tamamen ayrılıyordu.

Evini düşündü. Üst kattaki büyük kütüphaneyi. Tahta rafların arasında pır pır uçtuğunu hayal etti. Cam kenarına kurulup tüm bu ayrıldığı dünyayı izleyip keyiflendiğini de… Okaliptus ağacından yapılmış ahşap masanın üzerinde o gün hangi kitap açıksa onu okumayı da.

Tatarcıklar bataklık yerlerde yaşar.

‘Yoo, yaşamam.”diye geçirdi içinden. Geçen gelişinde -aslında bataklıktan ayrılmaya karar vermesine bu son gelişi neden olmuştu- okuduğu sayfalar istemsizce gözünde canlanıyordu.

Tatarcıklar kan ile beslenir.

“Yoo, beslenmem.”

Dişileri geceleri kan emer.

“Yoo, asla!”

İyi bir uçucu değildirler.

“Eee, nasıl geldim buralara?”

Dişiler erkeklere göre daha dayanıklıdır.

“Ne sandın ya?”

Kendi kendine gülüp eğlenip yavaş yavaş uçuyordu. Dünyanın en mutlu tatarcığı olabilirdi. Altın sarısına çalan, şeffaf, tüylü kanatlarını titreştirdi.

“Heeey, bakın, buradayım, uçuyorum, yeni hayatıma gidiyorum.”diye bağırdı civardaki tüm arkadaşlarına.

Yaşayacağı yeri ufukta görünce kendini gülmekten alamadı. İşte gelmişti. Varmıştı. Şimdi sadece ona ve bilime ait bir dünyada yaşayacaktı. Söylemekten pek keyif aldığı haliyle evinin verandasına gelince şöyle bir etrafına baktı. Uzaklarda ‘eski’ – bu kelimeyi düşünürken kıkır kıkır gülme isteğini tutamadı- evi; bataklık, başucunda yeni evi…

Kapıya baktı. Kapalıydı. Konduğu yerden ayrıldı, içeri girebileceği küçük bir delik aradı. Mutfak penceresi hafif aralıktı, oradan içeriye daldı. Mutfağa sessizlik hakimdi. Tertemiz mermer tezgahta dolansa da açıkta yiyecek bir şey bulamazdı, biliyordu. Mutfaktan antreye doğru süzüldü. Mutfaktaki sessizlik evin geneline hakim olmalıydı zira antrede de çıt çıkmıyordu. Duvar kenarına yaklaşıp merdivenleri takip ederek üst kata uçmaya başladı. Üst katta sağdan ikinci kapı, yeni meskenine kütüphaneye açılıyordu. Orada bir sürü kitap, sessiz atmosfer, pencereden izlenen büyülü manzara… Bir ömür yaşayabilirdi.

Tek sorunu hangi kitabı okuyacağına profesörün karar vermesi olabilirdi. Zira kitapları taşıyacak güçlü kolları yoktu. Yine de en azından -tüm gücünü harcayarak ve çokça dinlenerek- sayfaları çevirebiliyordu. Kütüphanenin kapısı kapalıydı. Üst taraftaki aralık onun bile giremeyeceği kadar küçükse de alttaki ideal genişlikteydi. Nefesini tuttu ve içeri girdi. Kitapların ve kitaplığın ona ne denli büyük geldiğini anlatamazdı. Büyük, gizemli ve derin bir ağaç… Bir gölet… Belki de onu içine çekecek bir bataklık… Yo, yoo oradan henüz kurtulmuşken adını anmamalıydı.

Masanın üzerinde açık duran kitapları incelemeye başladı. Kimin kitabıydı acaba bunlar? En sağdaki kalın siyah kaplı kitap yarı açık haldeydi. O tarafa yaklaştı. Bataklık Canlılarına Dair Bir Seçki. Heyecanlandı. Kendisine dair bir şeyler bulabilirdi belki. Sonra dönerim, vaktim bol nasılsa diye geçirdi içinden. Upuzun dakikalar, saatler, günler, aylar ve belki iyi beslenirse yıllar? Sol tarafındaki diğerlerine göre hayli minik kalan kitaba yaklaştı. Kapağı kapalıydı, birisi açana dek sayfalarını göremeyecekti sonuçta gücü sadece sayfaları çevirmeye yetiyordu, kapakları açmaya değil. Zoonozlar: Tanı ve Tedavi Yaklaşımı. Hey, burada bir kaç şey kapmıştı. Mesela bu kitap erkek olana aitti. Duyduğu ve adamın şahsi masasındaki bir kaç kağıttan incelediği kadarıyla mikrobiyologtu. Ve kadın olan da biyologtu. Favorisi oydu, kızıl saçlarını ensesinde dağınık bir topuz yapıp, ipekli bir fuları kafasına sardığı bir günde onu izlemişti. Uçabilen o muydu kendisi miydi bilemediği anlardan biriydi. Oturduğu yerde kitapları tarayıp, kurşun kaleminin ucunu dişleyen kadını uzun süre camın kenarından izlemişti. Kendini bilime böyle adamasına, çalışırken etraftan soyutlanmasına hayran kalmıştı. Belki de o an buraya taşınma kararı vermişti, bilmiyordu.

Kitaplarla geçirdiği uzun saatlerin sonunda gece oldu. Kadın ve adam kütüphaneye hiç uğramamıştı. Bir yandan etrafta görünmeden istediği gibi dolaşabildiğine seviniyor, bir yandan da onların ilham veren heyecanlı koşturmalarını, okumalarını, çalışmalarını göremediği için hayıflanıyordu.

İçinden geçen bir düşünceyle irkildi. Onları görebilirdi. Artık burada yaşıyordu. Sadece biraz temkinli davranarak istediği yere gidebilirdi. Kütüphaneden hızla ayrıldı. Evin odaları arasında dolaşmaya başladı. Aslında en başında onları yatak odasında bulabileceğini tahmin etmişti ama yine de ne olur ne olmaz diye diğer odalara da baktı. Düşündüğünde de haklı çıktı. İkisi de yatakta uyuyorlardı. Tavandan sarkan tül cibinlik onları kendisinden ayırıyor, izlemeyi de zorlaştırıyordu. Cibinliğin çevresinde dolaştı, geçebileceği bir aralık, bir yırtık aradı. Yatağın ayak ucu tarafında küçücük, kendisinin ancak girebileceği bir boşluk buldu. Cibinliği gerisinde bırakarak iç kısma girdi. Kadın’la adam derin bir uykudaydı. Kim bilir, hangi diyarlara konuk olmuşlardı? Onları görünce kendisinin de uykusunun geldiğini hissetti. Kütüphaneye geri dönüp uyusa mıydı?Aslında… Uykudan ziyade… Acıkmıştı.

Kadının pikenin dışarısında kalan kolu gözünün önünden gitmiyordu. Bembeyaz teni tüm görüş alanını kaplıyordu sanki. Arkasını döndü. Yatağın kenarına kondu. Açtı işte. Aç! Kitap okumak karın doyurmuyordu ki.

Evet, evet kütüphaneye dönmeliydi. Burda daha fazla durursa ilkel içgüdülerine karşı koyamayabilirdi. Ama? Ama nereden girmişti? Cibinliğin açık kenarı neredeydi? Kafasının içinde onlarca soruyla mücadele ederken okuduğu, ezberlediği sayfalar gözünün önünden gitmiyordu.

Tatarcıklar kan ile beslenir.

“Yoo, hayır beslenmem. Şimdi çıkacağım burdan. Yiyecek bir şeyler bulmak zor olmamalı bu devasa evde.” dedi kendi kendine.

Ama ya kadının bembeyaz kolu… Sıcacık, kıpkırmızı, besleyici, doyurucu, sağlıklı, tertemiz bir kan… Öylesini bir daha bulabilir miydi?

Dişileri geceleri kan emer.

“Hayır, O olmaz. O’na zarar vermem. Veremem.”

Bembeyaz.

Kıpkırmızı.

Birazcık yaklaşsa. Şöyle usulca koluna konsa. Aaa! Kadın hissetmedi. Burnuna kan kokusu mu geliyor? İğnesi ne ara kadının koluna bu kadar yaklaştı? Gözlerini kapattı.

Kanı nasıl emdi, cibinlikten nasıl çıktı, yatak odasından ne ara ayrıldı, kütüphaneye hiç uğramış mıydı? Verandada gecenin karanlığını izliyordu şimdi. Hayal kırıklığına uğramıştı. Hayal kırıklığına uğratmıştı. Kıran da kırılan da kendisiydi. Kitabın son paragrafındaki hastalıklar büyük puntolarla simsiyah gökyüzünde beliriyor, sanki yıldızlar ‘senin yüzünden, senin yüzünden!’ diye bağırıyordu.

Kala azar

Tatarcık humması

Şark çıbanı

Kadının titrediği geliyordu gözünün önüne, birdenbire ürperdiği, başının döndüğü, gözlerinin yandığı, iştahsızlığı, bulantısı, kusması, burnunun kanaması, ateşinin yükseldiği… Peki ya sonra? Öldüğü?

O’nu öldürdüğü?

Arkasına bakmadan uçmaya başladı. Okuduğu kitaptaki sayfanın ilk cümlesi geliyordu sadece aklına. Yadsıdığı bir gerçek, umursamadığı bir doğru, mücadele edip kaybettiği bir savaş…

Tatarcıklar bataklıkta yaşar.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Dipsiz Dipsiz says:

    Sevgili @haticevera

    Seçkideki ilk öykün olduğunu görüyorum. Aramıza hoşgeldin. Sıcak, sevimli ve güzel bir öyküydü. Açıkçası tatarcık hem sevimli hem bir şekilde tehlikeliydi. Üstelik oldukça da düşünceli.

    Kayıp Rıhtım bir tür yazzarlık atölyesi gibidir. Bu yüzden eğer izin verirsen bazı naçizane tespitlerimi paylaşmak isterim.

    “Sürünmeyenleri”: güzel bir nüans olmuş.
    “Çalışan işçileri”: bataklık eko sistemini anlatmaya başladığından bu işçilerin insan olmaması gerektiğini düşündüm ama nasıl bir işçi olduklarını anlayamadım. Belki küçük bir ekleme yapmak istersin.
    “bu yeri son kez süzüyordu”: Karakterin bataklığa veda ettiğini anlıyorum. Burada vurguyu arttırmak için cümleyi belki başka bir şekilde yeniden yaratmak istersin. Örneğin benim aklıma: “bu yeri arkada bırakmadan önce son kez, artık ezbere bildiği tüm kuytularına veda ediyordu.”
    “Derin mavilikten uçsuz bucaksız siyahlığa … oluyordu”: Aslında gecenin rengi “karanlıktır.” Bu yüzden gökyüzü simsiyah bir boşluğa değil karanlığa teslim olur. Karanlıkta ise renk yoktur. Aslında bu çok çok detya bir konu ama okuyucu olarak cümlenin sonunda “oluyordu” kullandın yani zaman yapısı olarak süregelen - zaman kipine bağlı olarak- ve kısa zamanda tamamlanacak bir süreci ifade ettin. Oysa bu iki durum için “Olmaktaydı” daha uygun olabilirdi, diye düşündüm.
    “Yakaladım,” dediğin an aslında hikayenin dönüm yoktası. Bu dönüm noktasını verdiğin ana hazırlık çok yerindeydi ancak dönüm yoktasını verdiğin cümle içinde “Yakaladım” biraz kaybolmuş. Onu parlatmanı çük isterim. Çünkü bu andan sonra hikayen çok güzel akıyor ve yüzümde büyük bir gülümseme ile okudum.
    “isteğini tutamadı- evi; bataklık, başucunda yeni evi…” gödnerme yaptığını görüyorum ancak biraz daha açabilirsen çok yerinde güzel bir akış yakalamış olabileceğini düşündüm.

    Eline ve düş gücüne sağlık
    Sevgiler
    Dipsiz

  2. Merhaba @Dipsiz

    Evet ilk öyküm. Hoşbuldum. Aylık öykü seçkisi’ni üç ay önce keşfettim ve okumaktan çok keyif aldığımı gördüm. Bu sayıya bir öykü de ben yollamak istedim o yüzden. Öykü yazmaya başlayalı çok olmadı ve etrafımda da yazdıklarımı değerlendirebilecek çok kişi yok. O yüzden yazarlık atolyesi şeklinde olmasını ve elbette yorumlarınızı çok önemsiyorum.
    Bu detaylı ve uzun yorumunuz için de çok teşekkür ederim.

    “Çalışan işçileri” kısmında insanlardan bahsediyordum fakat öykünün sonrasında bu durumdan bahsetmediğim için fazlalık olmuş malesef.
    Gecenin rengi konusunda da çok haklısınız. Hiç öyle düşünmemiştim.
    "Yakaladım."derken cesaretin geldiği anı kaçırmamasını kastetmiştim. "Havada afili bir takla attı."kısmı girince cümle biraz sönmüş sanırım.
    Son olarak aslında “Uzaklarda eski evi;bataklık, başucunda yeni evi…” gibi bir cümle oluşturmak istemiştim fakat betimlemeyi cümlenin tam ortasında kullanmam biraz karıştırmış.
    Yazdıklarımı geliştirmek için böyle yorumlara, değerlendirmelere ihtiyacım oluyor. Bu yüzden tekrar teşekkür ederim.
    Sizin de ellerinize sağlık…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for haticevera Avatar for Dipsiz