Bugüne kadar kuyruğuna bastığım, içeri tıktığım birçok suçlu tarafından tehdit edildim. Hiçbirinden zerre korkmadım. İşime devam ettim ve başkomiserliğe kadar yükseldim. Tehditlerin çoğu boştu. Havlayan köpekler ısırmaya bile teşebbüs etmiyordu. Fakat, bugün her şey değişti.
Adamın biri henüz liseye giden oğlumu okul çıkışında göğsünden vurdu. Hiç acımadan hem de. Görgü tanıklarının ifadelerine göre kaçmamış. Kanlar içindeki çocuğumun başında beklemiş, ona bir şeyler söylemiş. Yine görgü tanıklarının söylediklerine göre oğlum kendisini vuran adamın ellerini tutmuş, ona sarılmış ve “Teşekkür ederim” demiş.
Doktorlar onu hayatta tutmak için ellerinden geleni yapıyordu. Karım ameliyathane önünde ağlıyor bense bir an önce o herifi görüp boğazına sarılmak, onu en acı şekilde öldürmek istiyordum. Amirlerim ve astlarım bana adamlar görüşmememi söylüyorlar, tavsiyeler veriyorlardı. Ama bunu yapamazdım. Gözlerine bakıp bunu neden yaptığını ona şahsen sormalıydım.
Eşimin yanından ayrılıp müdürlük binasına gittiğimde onlarca kişinin geçmiş olsun dileklerini dinledim. Aslında onları duymuyordum bile. Tek istediğim bir an önce oğlumun canına kasteden insan müsveddesinin canını almaktı. Sorgu odasının kapısında emniyet müdürü beni bekliyordu. Bana parlak bir geleceğim olduğunu ve bunu riske atmamamı söyledi. Silahımı belimden bizzat aldı ve içeri girmemi bu şartla kabul etti. Halbuki, onu öldürmek için silaha ihtiyacım yoktu. Ellerimle bile bunu halledebilirdim.
Benimle hemen hemen aynı yaşlarda olmasına rağmen saçları kırlaşmış ve dökülmüş, zayıf, gözlüklü ve uzun boylu bir adamdı. Kapıda beni gördüğünde yüzüme nefretle baktı. Benden nefret etmesi için sebepleri olabilirdi. Büyük ihtimalle geçmişte yolumuz kesişmişti ancak, benim ondan nefret etme sebebim daha büyüktü. Üzerine atlayıp öldürene kadar yumruklamamak için kendimi zor tutsam da karşısına sakince oturmayı başarabildim:
“Oğlun henüz hayatta sanırım. Güçlü bir çocukmuş.”
Bunu nasıl bildiğini o an sorgulamadım. Sadece “Neden yaptın?” diye sorabildim.
“Sen benden hayatımdaki en değerli şeyi aldın. Ben de sana aynısını yaptım. Ödeştik.” dedi.
“En değerli şeyin? Babanı ya da ağabeyini mi tutukladım. Ya da senin için kıymetli başka birini? Veya çatışmada mı öldüler? Eğer sevdiğin birinin başına benim yüzümden bir şey geldiyse suçlu oldukları içindir. Bana kin gitmeni anlarım, ancak vurman gereken kişi bendim. Oğlum değil.” dedim.
Söylediklerimden pek etkilenmiş gibi durmuyordu:
“Seni vurmamın bir anlamı olmazdı. Canının kendin için bile kıymeti yok ki. İntikam böyle bir şey değil. Karşı taraf acı çekmediği sürece intikam almış sayılmazsın. Ve şimdi, acı çekiyorsun. Seni daima görmek istediğim gibisin.”
Sinir uçlarımla oynamaya çalışıyordu, ancak aradığım cevapları bulmadan ona bir şey yapamazdım. Ben nefretle ona bakarken konuşmasını sürdürdü:
“Az önce babamı ya da kardeşimi hapse atma ihtimalinden ya da çatışmada ölmüş olmalarından bahsettin. İnan bana alakası bile yok. Babam da senin gibi bir kanun adamıydı. Hem ben tek çocuğum.”
“Öyleyse neden? Neden oğlumu vurdun?”
“Dedim ya. Benden en değerli şeyimi aldın. sen memur bey. Geleceğin emniyet müdürü. Benim annemi öldürdün. Hem de gözlerimin önünde.”
Hayatımda asla bir kadına değil silah sıkmak, sesimi bile yükseltmemiştim. Meslek yaşamım boyunca kadın suçlularla da pek karşılaşmamıştım. Hele ki öldürmek… Kesinlikle yalan söylüyordu, fakat ses tonundaki öfke ve nefret o kadar gerçekti ki bir an için kendimden şüphelenmeme sebep oldu:
“Ben kimseyi öldürmedim. Hiç kimseyi. Beni birileriyle karıştırdın ve bu hatan yüzünden oğlum şu an hastanede, yaşam mücadelesi veriyor.”
“Seni kimseyle karıştırmadım müdür bey.”
“Ben müdür değilim. Başkomiserim.”
“Şimdilik değilsin, ama birkaç yıl sonra olacaksın.”
Beni oyalamaya mı çalışıyordu yoksa konuyu mu saptırıyordu, anlamamıştım. Bir sonraki emniyet müdürü olarak adımın geçtiği bir sır değildi. Ufak bir araştırma ile öğrenilebilirdi. Ancak, bunun oğlumu vurması ile ne alakası vardı? Ben aklımda sorularla boğuşurken o konuşmaya devam ediyordu:
“Hatırlıyor musun? Köye, dedemlerin yanına gitmiştik. Dedem beni tarlaya götürmüştü. Tırpan kullanmayı öğretiyordu. O kadar güzel zaman geçiriyordum ki. Sonra sen geldin. Dedeme, kendi babana bağırıp çağırdın. Küçücük çocuğa neden tırpan vermiş? Neden toz toprağın içine sokmuş? Korkmuştum, tırpanı bırakırken yanlışlıkla bacağımı kesmiştim. Sen dedeme daha çok bağırdın. Beni apar topar hastaneye götürdün. Bir daha da dedemlere gitmedik. Oysa, o birkaç gün hayatımın en güzel günleriydi.”
Hiddetle ayağa kalkıp boğazına yapıştım:
“Sen oğlumla ve babamla yaşadığım bir olayı neden oradaymış gibi anlatıyorsun? Daha kötüsü, neden oğlummuş gibi konuşuyorsun? Aklın sıra benimle alay mı ediyorsun? Daha az önce vurdun o çocuğu ve bununla eğlenmeye mi çalışıyorsun?”
Hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı. Sorgu odasının dışından gelen bir ses yankılandı. “Amirim, yapmayın. Yoksa sizi çıkartmak zorunda kalacağım.” Anlaşılan birileri bizi camın diğer tarafından izliyordu. Ellerimi boğazından çektim ve yerime oturdum. Pantolonunun paçalarını sıvadı ve bana bacağındaki yara izini gösterdi. Oğlumdaki yara iziyle aynıydı. Hem de bire bir aynı.
“Baba” dedi. Yine kendimi tutamadım ve bu sefer onu yere yıktım. Alaylarına artık dayanamıyordum. Öldürürcesine boğazını sıkıp küfürler ediyordum. İki polis içeriye girdi ve beni onun üzerinden aldı. Onlara beni bırakmalarını söyledim, tehditler ettim. Ancak bırakmadılar. Beni sakinleştirdiler ve dışarı çıkmamı istediler. Bense hâlâ sorularıma cevap bulamamıştım. Polis memurlarına bir daha ona saldırmayacağımı söyledim ve bizi yalnız bırakmalarını istedim. İsteksizce odadan ayrıldılar.
“Oğlumu neden vurduğunu anlatacak mısın artık? Dalga geçmeden, gerçekleri söyleyerek.”
“Benim yaptığım şey aslında bir çeşit intihar. Kanunen burada olmamam lazım. İntihar eden bir insanı tutuklayamazsınız. Ben kendimi vurdum baba. Daha doğrusu genç halimi.”
“Ne saçmalıyorsun sen? Ne babası, ne intiharı?”
“Gözlerime bak.”
Söylediğini yaptım. Evet, dikkatli bakınca gözleri oğluma benziyordu. Ama aynı renkte gözlere sahip tonlarca insan vardı ve söylediklerinin hiçbir mantıklı yanı yoktu:
“Böyle mi kurtulmaya çalışacaksın? Deli rolü yaparak mı?” diye sordum.
“Aksine, deli değil dahiyim. Bundan otuz yıl sonra dünyanın en büyük fizikçilerinden biri olacağım. İki kez üst üste Nobel alacağım. Benimle gurur duyacaksın. Bunların hepsi sayende olacak. Beni o kadar seviyorsun ki, tarifsiz bir şey bu. En iyi okullara yollayacaksın, bana muhteşem bir hayat sağlayacaksın. Yeteneklerimi geliştirebilmem için servetler harcayacaksın. Ben de bunun karşılığını seni gururlandırarak vereceğim. Son çalışmamda zamanda yolculuğun sırrını keşfedeceğim. Dünya beni konuşacak. Milyar dolarlar kazanacağım.”
Bir an suyuna gitmeye karar verip sordum:
“Tüm bunlar olacaksa, böyle güzel ve başarı dolu bir hayata sahip olacaksan, saçmalık ötesi bir şey ama diyelim ki zamanda yolculuk bile yapacaksan neden geçmişe gelip kendini öldürmeye çalışasın ki?”
“İki yıl sonra annemi öldüreceksin.”
“Neden öyle bir şey yapayım?”
“Annemle birbirinizden uzaklaşacaksınız. Seni bir başkası ile aldatacak. Gözlerimin önünde onu vuracaksın. Mevkiini ve makamını kullanıp intihar süsü vereceksin. Benimle bu konuyu hiç konuşmayacaksın. Bense beni sevdiğin için mi yoksa kimseye bir şey söylememem adına susturmak için mi bana karşı bu kadar iyi bir baba olduğunu asla anlamayacağım.”
“Öyle bir şey olmayacak. Yaptığın bu deli taklidi de seni kurtarmayacak. Hapse gireceksin. Ama merak etme. Orada çok fazla kalmayacaksın. Belki bugün, burada değil ama hapisteyken oradan canlı çıkmamanı sağlayacağım.”
Ayağa kalktım, kapıya doğru yürüdüm. Oğlumun yanında olmalıydım. Bu herifle daha sonra ilgilenebilirdim. Tam gidecekken tekrar bana seslendi:
“Baba, boşuna gitme. Ölüyorum.” dedi.
Arkamı döndüm. Nefes almakta zorlanıyor gibiydi. Kriz mi geçiriyordu? Hayır, daha farklı bir şeydi. Yanına gittim ve kendine gelmesi için tokat attım. O an göz göze geldik. Boğazına sarılmışken gözlerine bu kadar dikkatle bakmamıştım. Evet, oğlumun gözleriydi. Bir an çocuğumu vuran bu adama karşı sempati besler gibi oldum. Nefes almakta zorlanması, dinmeyen öksürükleri yüreğime dokunmaya başladı. Onun için üzülüyordum.
Ona su getirdim. Ayağa kaldırmaya çalıştım, ancak birlikte yere düştük. Başı göğsümdeydi. Benimle aynı yaşta bu adamın dökülmüş saçlarını sevmek istedim. Oğlum gibi kokuyordu. Son kez başını kaldırdı. Bana baktı, gözleri dolmuştu.
“Pişman değilim baba. Hak ettiğini buldun.” dedi.
Önce saydamlaşmaya başladı, sonraysa yavaş yavaş yok oldu. Yerde, öylece oturup kaldım. Memurlar içeri girdi, bana sorular sormaya başladı. Her şeyi onlar da görmüş ve anlam verememişti. Telefonum çalmaya başladı. Eşim arıyordu. Açtım. Sadece ağlıyordu.
- Benim Yaşlarımda Bir Katil - 1 Kasım 2022
- Tek Dilek - 1 Temmuz 2021
- Anneciğim - 1 Aralık 2020
- Gölge ve Oğlu - 1 Kasım 2020
Okurken aklıma Minority Report filmi geldi. Bir suçlu, henüz bir suçu işlemeden önce cezalandırılabilir mi? Eğer zamanın akışına karşı yüzmeyi becerirsek bu ve bunun gibi birçok hukuki sorumuz olacak. Emeğinize sağlık.
Kaleminize sağlık. Güzel bir öyküydü.