Öykü

Bilinen Suların Ötesine Bir Yolculuk

Seyahat nakşolmuştu kaderime; bir rüya üzerine belki, olması gerektiği için belki de… Gitmek, gezmek, görmek yetmiyordu; içime çekip de hücrelerime nüfuzunu beklemek sonra da aktarmaktı arzum. İnsanlar bilsin ki anlasınlar içimdeki bu ateşi, onlar da gezip görsün şu uçsuz bucaksız alemi yahut güçleri yetmiyorsa da anlattıklarımla hayal etsinler… Bazı hayaller vardır gerçekten daha hakiki, maddenin uzağını görmez yaşlanan gözler, oysa maneviyatın ufkuna ancak o zaman bakmaya cesaret edebilirler…

Paşalarla yan yana gezdim, askerlerle omuz omuza çarpıştım; yazdım, çizdim, söyledim… Gittikçe uzadı menzilim, ben uzaklaştıkça yanımda gelenler eksildi ta ki bir gün yalnız ben kalana dek… Bazen yorgun hissettim ama ayaklarım aldırmadı; kuma, toprağa, çamura bastım başka diyarlara olan yolculuğumda…

Çoğu zaman anlattım, biliyorum; ama ondan çok daha fazlası oldu anlatamadığım… İnsanlar bunları bilmeli miydi? Bana inanırlar mıydı? Belki bu bir lütuftu, başka gözlerin göremeyeceği, belki de anlatamadığım için beni yiyip bitirecek bir kurt… Lakin defterime not etsem kimse hor görmez, saçma bulsa da masal der geçer; hem anlatmış olur içimi dökerim hem kimse anlamaz da gizler sır kalır…

Sıcağın soğuğa dönmeye yeltendiği bir vakit, henüz güz yağmurları başlamadan, yalın ayak ve bir kese altınla çıkmıştım yola İstanbul’dan… Plansız bir seyahatti, yol nereye götürürse oraya varacaktım, varmasa da dolaşıp duracaktım… Avcum gibi bildiğim dağları aştım, yoluma deniz çıkınca birkaç gün handa konakladım. Cesur reislerle her gün karşılaşmıyor insan, karşıya geçmek için bana öylesi gerek işte, dalgalara aldırmayacak, pusulanın dışına çıkmaktan gocunmayacak… Günler geçti ancak birkaç tüccar gemisinden başka geçen olmadı, oysa yılın bu zamanı işlek sanırdım bu limanı; şansımı komşu şehirlerden birinde denemeyi düşünürken sisli bir şafakta siyah bayrak çekmiş bir kalyon yanaştı. Kaptanı yabancı gibi görünen, yabancı gibi giyinen, Frenkçe konuşan orta yaşlı bir adamdı. Gemiye baktığımı görünce güverteye davet etti.

“Adını işitmiştim, sizin sultanın emriyle geziyorsun, değil mi? Keşfedip yazıyorsun, Dünyayı haritaya döküyorsun.”

“Doğru duymuşsunuz, ancak ben sizin ne adınızı ne de halkınızı bilirim; söyleyin, yedi denizin ötesine gidebilir mi bu gemi?”

“Gece Yarkını bu limanlarda pek bilinmez, onu gören düşmanları çok yaşamaz, dostu da azdır zaten; diğer tarafta, birçok deniz ötesi toprakta namını duymuşlardır ama, kaptanını de bilirler. Sizin dilinizde Kara diyebilirsin adıma, bizim dilimizde telaffuzu zordur…”

“Öyleyse geldiğiniz yere kadar size eşlik edebilirim veya gideceğiniz yere, elbette yolculuğun bedelini öderim.”

“Yolculuğun bedeli her zaman altın olmaz yalnız, kan da dökülebilir bu macerada, gerektiği vakit kılıcın pek midir?”

“Kılıcım da iyidir, lakin okta size daha faydalı olurum; düşmanınız düşmanımdır sizinle geldiğim vakit, ayrılmak vakti geldiğinde de dost kalırız yine, iyiliği unutmaz halkım.”

“O halde hazırlan zira bir saate yola çıkıyoruz, tayfam erzak depolama işini bitirdiği zaman…”

Böylece boş bir köşe seçtim kendime, koşuşturmacayı izledim bir süre. Gemi yüzlerce kez hasar alıp doksan dokuz kere tamir edilmişti sanki; adamlar birbirine alışkın, güçlü ve seri… Düz kılıçlar asılıydı bellerine, deri zırhlar giyiyorlardı genelde. Kaptanın peşinden ayrılmayan uzun ceketli cılız bir adam da vardı, saçı sakalına karışmış; belki tayfadan olmak için bir miktar fazla yaşlı… Kimi zaman baktığımda etrafı parlak ışıklarla çevrili oluyordu; belki göz yanılsaması, belki de şu baksı dedikleri şeylerdendi adam…

Hazırlıklar nihayete erince yola davrandık, daha önce görmediğim bir hızda gidiyordu gemi, dalgalar üzerinden kanatlarıyla uçuyordu sanki, yelkenleri öyle şişkin olmamasına rağmen hem de…

“Kaptan, yolculuk nereye?”

“Önce uzaklara, sonra daha da öteye; istediğin buydu zira… Çalınan bir tacın peşindeyiz ama bu işi yapanlar nerededir bilmeyiz, o vakit en iyisi talihe yaslanmak. Bir yabancı çıkıp geliyor ve en uzağa gitmek istiyor, bu aradığımızın en uzakta olduğuna bir işaret belki…”

“Karşılaşmamız bence de kaderdi, ancak bazen gökkuşağının sonunda altın olmaz; umarım aradığınızı bulursunuz ama yine umarım ki bulamazsanız bu bir sorun olmaz…”

Kaptan ufka bakmakla yetindi, sanki emindi onları aradıkları taca götürdüğümden. Bir taç neden böyle önemli ola ki? Sormak istedim ama sessizlikle yetindim, çok soru sormak yola uğursuzluk getirebilirdi ve zaten yeterince uğursuz bir yerden geçmekteydik.

Öğlen olmasına rağmen güneş görünürde yoktu, etraf aydınlık olsa da sular karanlıktı. Bir zamanlar gemilere gövde olmuş parçalar yüzüyordu ufak kayaların etraflarında, büyüklerin üzerindeyse yelkeni andıran karaltılar salınıyordu. Tayfa sudan çıkacak bir şeyi bekler gibi güvertenin dört yanından aşağı gözlüyordu.

“Bu karanlık sularda uyuyan kaptanlar boğazlarını saran kollarla uyanırlar, tekin deniz değildir burası, elleri karaya uzanan aç canavarlara gebedir. Gözünü açık tut ama suya çok yaklaşma, bir şey görürsen haber et, okuna hemen davranma. Saldırı karşılık getirir, savaş başlatır; görünmeden geçebilirsek daha iyi olur.”

Herkes sessizlik içinde bekliyordu, tek hareket eden geminin kendisiydi, neyse ki biz de onunla birlikte yol alıyorduk. Tedirgin bekleyiş suların berraklaşmasıyla huzura çevrildi, adamlar çatık kaşlarını geride bırakıp gülümsemeye başladılar. İki tarafı sık ağaçlarla çevrili bir kanaldan ilerledik, kuş sesleri yakındı ama demir atacağımız kıyı değil…

“Uzun kulaklı sakinler yaşar bu civarda, bilge ama bir o kadar da sinir bozucudur halkları. Yeşille iç içedirler, ağaçları incitmekten çekinirler ama karanlığa kılıç saplamakta pek çetinler… Siz buraları pek bilmezsiniz sanırım, çoğu yolcunuz karanlık sulardan geri dönmüştür ya da orada bir sonsuz uykuya kapılmıştır.”

“Haklısın, böylesini ilk kez işitirim, rüyalarımda gördüğüm yerlere benziyor.”

“Rüyaların böyleyse kabusların nasıl acaba?”

“Kötü bir yere benzemiyor bu kıyılar ama yoksa insanı mı kötü?”

“Pek insan sayılmazlar ilk olarak, bir parça karanlığa bile dayanamazlar; seni beni görseler düşman kesilirler, ancak kendilerine dostturlar ve bir de bir avuç kişiye. Uzaktan şu meşhur tablolar gibi görünür elbette, yakınına gitmek istemezsin ama bir kez onlarla konuştuktan sonra; sanki süslü bir tuzak gibi…”

“O halde kıyıdan uzak olmamız evla…”

“Ancak yolun sonunda bir geçitten geçeceğiz, o sırada kamarada saklanmanı isteyeceğim.”

İki tarafta sıralanan ağaçlar birbirine yaklaştı, ötede kavuşur gibi oldukları bir noktada kaptanın odasına geçtim. Oldukça sade bir görünüme sahipti; duvara asılı birkaç yıpranmış harita, koyu meşeden dolap ve çekmeceler, masanın üzerinde pusula, dürbün ve eski bir defter… Kapının küçük penceresinden geçit bekçisiyle konuşan kaptanı izledim. Bekçi uzun boyluydu, parlak bir zırh kuşanmıştı ve uzun bir mızrak tutuyordu. Kaptanı tanıyor gibiydi ama onu gördüğüne pek hoşnut olmadığını sezdim bakışlarından. Kaptan damgalı bir kâğıdı gösterdi, anlaşılan bu bir geçiş izniydi; sivri kulaklı bekçi yolu kapatan parmaklıkların çekilmesini sağlayan bir emir verdi. Kısa bir zaman sonra yeniden ilerliyorduk…

“Geçiş için belgemiz vardı, yoksa epey dolanmak gerekecekti. Beni tanıyorlar ama bu yeterli değil, hatta tanımasalar şansım daha fazla olabilirdi… Dostlarımla pek anlaşamazlar, yine de yaptığımız iyiliğin farkındalar. Bu denizlerde nice korsanı avladık, şimdilerde rahat bir nefes alıyorlarsa biraz da bizim sayemizde…”

“O halde niye bir dost gibi karşılamıyorlar sizleri?”

“Yöntemlerimiz konusunda ayrışıyoruz belli ki, bizim iyi ve işe yarar gördüğümüz bazı dostlara katlanamıyorlar; onlar için iyilik karanlığı hiç barındırmamak, bizim içinse bir gün daha yaşamak ve yaşatmak… Nice karanlığı defedip topraklarını genişleten bir kralımız vardı, gözünü hırs bürümüş diye bu orman halkı onu esir etti; krallar gelip geçti ancak bu olay unutulmadı. Halkım korkak bir şekilde yaşıyor onlar yüzünden, güçlenmekten korkuyor…”

“Üzücü bir durum, ancak sen halkın gibi değilsin zannımca?”

“Gezip görmek insanı değiştiriyor, korkulacak çok daha gerçek dehşetler var okyanusun, yerin altında… Halkımın asla görmemesini umduğum, yerin dibinde gömülü kalmalarını dilediğim karanlıklar… Korkarım söylentiler tam tersini söylüyor, karanlık gölgeler yer yüzüne çıkacak delikler arıyor…”

“Karanlığa karşı savaşırız biz de sizinle birlikte, haber edin yeter.”

“Etten kemikten olmayanı kesebilir mi ki kılıçlarınız?”

“Öylesi varsa sizden belki ödünç alırız, yoksa da elimizden geldiği kadarıyla çarpışıp Hakk’a varırız. Küçük görme halkımın becerisini; nice zafere gark olduk tez zamanda, savaşı kesen sözlere sarıldık hep ama vakti gelince başları kesen sözlerimiz de var…”

“O halde sultanına bir şahin gönder, karanlığın geçitlerinden biri de sizin topraklarda, hazırlıklı olmalarında fayda var, her ne kadar hiçbir hazırlık fayda etmese de…”

Sarı kâğıda ezberden bir harita çizdi kaptan, üzerinde iki yeri işaretleyip bir de sınır çekti, sonra mürekkebi bana verdi ki mesajımı ileteyim. Elbette harflerimizi bilmezdi; bu noktalarda herhangi bir yönden gelebilecek saldırılara temkinli olunmasını belirttim, karanlığa dair öyküleri kendime sakladım ama; yazdıklarımı gerçeküstü bulan yeterince insan vardı zaten, dahasına lüzum yoktu…

Kuşların olduğu odaya geçerken gemi sarsıldı, bir anda tayfada bağırış çağırış başladı. Koşarak içeri giren çocuk kaptana seslendi.

“Havadan saldırıyorlar kaptan!”

“Hızlanalım, okçular direklere geçsin.”

Kaptan dolaplardan birinden bir avuç demirle namludan doldurulan bir silah çıkardı.

“Affedersiniz ama havadan neyle saldırıyorlar?”

“Anlatsam inanmazsın, o yüzden ya kendi gözlerinle gör ya da burada kal ve hayal gücünü kullan.”

Kaptanın yanında gittim elbette ama gördüklerimi yazıp da kendime deli dedirtmek istemiyorum. Zaten gerçek miydi yahut sihir mi, ben de emin değilim… Şahin kostümlü aslanlar gibi göründüler bana, ağır çekiçler fırlatan altın zırhlı binicilerle… Oklar canavarların yüreklerini hedef aldı, şaşkınlığım geçince ben de yayıma davrandım. Mücadele kısa sürdü, düşmanın hepsi denizin dibini boyladığında bizden sadece iki eksilmişti.

“İyi nişancıymışsın gerçekten, düşmanı gözünden vurmak her okçunun yapabileceği iş değil.”

Şimdi uzakta kalan bir cesedi işaret etti kaptan, binicinin kaskında bulunan görüş aralığına saplı uzun bir ok vardı…

“Söylesene, onlar neydi?”

“Yanından geçtiğimiz dağlar ejderhaların eski evidir, şimdiyse onların izinden giden bir grubun sığınağı… Bizi kolay lokma görüp saldırdılar belli ki; ganimetle yaşayan, ganimet için çarpışan birtakım aptallar… Ejderhaların döneceği günü bekliyorlar, o vakte kadar mağaralarını altınla doldurmaya uğraşıyorlar.”

“Ama bu uğraş boşuna olsa gerek, Atam Oğuz’dan beri gökte ejderha görülmedi.”

“Fakat bu var olmadıkları anlamına gelmez, tanıdık suretlerde gizleniyor olabilirler…”

Güneşin battığı sulara vardığımız vakit tayfanın dinlendiği kabinde bir masaya geçip deftere günümü işledim. Bu kendimce kısaltmalarla not tuttuğum bir defterdi, başkası baksa anlamaz ama bir dolu dünya aslında… Tayfa kendi arasında anlamadığım bir dilde konuşuyordu, bildiğim birkaç dilde seslendim ama cevap veren olmadı, herhalde gemide konuşabileceğim bir tek kaptan vardı.

Geminin hafif sallantıları eşliğinde gözlerim kapandı…

“Uyanma vakti, gemiden ayrılıyoruz.”

“Geldik mi?”

“Su yoluyla gidebileceğimiz kadarını tükettik, bundan sonrasında karadan gitmemiz gerekiyor.”

Dev bir liman şehriydi, kaptanın peşi sıra giden toplam yirmi kişiydik, tayfanın bir kısmı gemide kalıp bakım yapacaktı. Bakımlı atların olduğu bir ahıra girdik, herkese bir binek kiralayan kaptan geçitten ayrılırken başı çekti.

“Bahsettiğim taç kuzeyin soğuk topraklarından gelen bir lorda aitti, susuz topraklarda yaşayanlar için savaştı ve bir kral olarak öldü. Mavi bir taş bulunuyordu tacında, anlatılanlara göre suyun gücüne sahipti, hükümdarlığı boyunca çölleri nehirlere çevirdi; ama ölümünün ardından taş işlemez oldu ve böylece onunla birlikte mezarına bırakıldı. Nehirler kurudu, ağaçlar kavruldu, susuz toprakların insanları yeniden göç eder oldular… Bu taş ile ilgilenen bir dostum var, daha doğrusu bu tarz büyülü nesnelerle…”

“Lakin taşın artık işlemediğini söyledin…”

“Belki de geçici bir durumdu, büyünün bu topraklardan çekildiği bir zaman vardı, yanlış bir hüküm vermiş olabilir çöl insanları… Terk edilmiş şehre gittik, kralın mezarı açıktı, tacı yerindeydi ama taş yoktu.”

“Taşın peşinde başkaları da var o halde?”

“Çok bilinen yadigarlar değil bunlar, eskiler bilir yalnızca, o yüzden esaslı kişiler olabilirler.”

“Kim olduklarını ve nerede olduklarını bilmiyorsunuz, hiç iz yok muydu geride bıraktıkları?”

“Hayır, fırtına her şeyi silip süpürmüş, ne bir ayak izi kalmış geride ne de bir kamp ateşinin külleri…”

Atlarımız yokuşu tırmanmaya başladığında güneş tepeye çıkmıştı, yollar tenhaydı ama bazı köşelerde satıcılar vardı. Yolcuların işine yarayabilecek türden kap kacak, ip ve bıçak türü eşyalar satıyorlardı. Tayfadan birkaç kişi bu adamlardan birinin sattığı zırhı denedi, kaptan da bana gemide harcadıklarıma karşılık bir düzine ok aldı.

“Peki nereye gidiyoruz?”

“Bilinen suların ötesine, bilinmeyen yerlere gitmek istiyordun ya hani, benim de aklıma burası geldi işte. Çok eskiden, akıldan yoksun düşmanlarımız bu dağlarda yaşardı; kafadan eksik tahtaları kollarına çakılıydı sanki… İki üç metrelik devler, sivri dişleriyle atalarıma kâbus olmuşlardı. Silahlarımız kolayca kırılan malzemedendi o zamanlar, derileri aşılmaz gibiydi… Ateşte ustalaştık, demiri çeliği eğer olduk; böylece düşmana kafa tuttuk. Çoğu kaçıp gitti buradan, bir daha asla dönmemek üzere, geride kalanların başlarıysa kazıkları süslüyor… Bu epey öncedendi tabii, artık bu topraklarda ne olup bitiyor haberimiz yok. Muhtemelen harabeler, boş boş uçan sinekler; bilinmeyen uzaklar deyince burası geldi aklıma… Burayı bilmek aklımızın ucundan bile geçmezdi, belki de o yüzden yeni düşmanımız da buraya gizlendi…”

“Düşman olduğu kesin mi peki? Belki de bir tanıdık aldı taşını. Dediğin üzere parlak bir taşmış, gücü de varsa ne ala; herhangi birinin dikkatini çekebilir…”

“Ama o taşı bulup çıkarmak için meraktan fazlası gerekir.”

Parçalanmış sütunlarla döşeli bir düzlüğe vardık, huzursuz atların sesleri dışında işitecek bir şey yoktu burada. Kapı benzeri bir kayaya yanaştık, dağın içine doğru giden bir mağaraydı bu. Kaptan adamlara işaret etti, atların başında bekleyen iki gözcü hariç içeri girdik. Kaptanın soluk ışık veren bir feneri vardı, dikkat çekmemek için onunla ilerledik; düşman buradaysa onlar bizi görmeden biz onları görmeliydik. Dolambaçlı yolların ardından geniş bir açıklığa geldik, ufak bir göl vardı ortasında ve onun etrafında birkaç çadır…

Yavaşça yaklaştık, yerleşkede hareket vardı, ama kim oldukları seçilmiyordu karanlıktan. Kaptan cebinden bir kâğıt çıkardı, üstünde yazanları kısık sesle okurken çadırlardan biri mavi renkte ışıldadı.

“Aradığımız taş gibi büyülü nesneleri açık eden bir parşömen bu, ışığın mavi oluşu bunun o taş olabileceğini gösteriyor ki bence kesinlikle o… Ancak bu iş tehlikeli dostum, öncekinden farklı; cesaretinden şüphe ettiğimden değil ama yol bir yerde sona erecekti zaten… Bundan sonrası bizim işimiz; bizimle gelirsen düşman yurdunu hedef beller, geride kalırsan seni bize karşı kullanır… Bu daha önce gördüklerine benzemez, zihnine sızar insanın; deli eder, köle eder, geride bir şey bırakmaz… Türdeşleriyle ortak bir akılları var, birini kızdırırsan hepsini kızdırmış olursun.”

“Kızacak vakitleri olmadan indiririz onları, o kadar yolu gelmişken buradan dönecek değilim.”

“Sen gezmek istiyordun ve gezdin, biz de böylece aradığımızı bulduk ama burada yollarımız ayrılmak zorunda. Seni geri göndereceğiz.”

“Ama nasıl?”

“Büyücümüz seni aldığımız limana bir tılsım bıraktı, onunla yer değiştireceksin.”

Uzun ceketli adam kaptanın arkasından çıktı, elleriyle bazı sembolleri taklit ederek bazı sözler fısıldadı…

“Rob, ona dair anılarımızı unuttur ki düşmanımız farkına varmasın. Sana gelince dostum, eğer tekrar karşılaşırsak bu yüzüğü bana ver ki böylece anlatacaklarının gerçek olduğuna inanayım. Bizden bir haber işitmezsin muhtemelen ama olur da yollarımız tekrar karşılaşırsa seni hatırlamayacağız, bir yabancı gibi yanımızdan geçip gitmen daha iyi olabilir, bizim için öyle olacaksın zira…”

Elime tutuşturduğu yüzükle karanlığa yuvarlandım, gözlerimi açtığımda yolculuğun başladığı o limandaydım. Hana döndüğümde sahibi epey şaşırdı.

“Efendim, ben sizi o yabancılarla gitti bilirdim, birden nasıl oldu da döndünüz geri? Yoksa gitmemiş miydiniz?”

“Gitmiştim ama şimdi buradayım, hızlı bir dönüş oldu, haklısın…”

“Aynı odayı isterseniz yine orada kalabilirsiniz.”

“Olur elbette, yol yordu biraz, dinlenmek iyi gelir…”

Handa kaldım birkaç hafta, kaptan döner belki diye bekledim. Dönmediler. Onlara ne oldu bilmiyorum, ama işlerinin rast gittiğini, taşı kolaylıkla alıp bu nesneleri toplayan dostlarına ulaştırdıklarını umuyorum hep…

Karanlık sulara giden yahut orayı bilen bir denizci bir daha çıkmadı, bana bile bir hayal gibi gelmeye başladı o yolculuk. Uzakları görmek isterken kendi kendime uydurduğum bir efsane… Şu yüzük de olmasa gerçekten hayal sanacağım, kim bilir bu yüzüğü de belki kendim yaptırdım… Masalımı inanılır kılmak için kendi kendimi kandırdım…

Şahin yurda ulaşmamış, aklımda kalan haliyle haritayı çizmeye çalıştım, ama üzerindeki işaretleri tam yerine oturtamadım. Yerin altından gelecek bir tehlike bekledim hayatımın geri kalanında, ama o zaman hiç gelmedi, belki de başardıkları için… Evet, karanlığı durdurmuş olmalı bir yerlerde birileri ve böylece gün ışığı bir müddet daha hüküm sürecek. Bu kısmı Seyahatnameye almıyorum, biraz garip gelecektir halkıma. Kaptan dönecek olursa ona verilecek bir not bırakmıştım handa, bu seyahatin hatırası da onun halkında kalsın istemiştim. Yıllar sonra işittim ki notu almaya gelen bir adam olmuş, ancak ne gemisi varmış ne tayfası… “Bir ayağı aksıyordu.” dedi hancı, “Uzun bir ceketi vardı… Notun burada olduğunu bilince sen yolladın sandım; lakin yolunda gitmeyen bir şeyler var gibiydi…”

“Nasıl yani?”

“Nasıl desem, sanki adam bir kuklaydı da ipleri başkasının elindeydi… Huzursuz hissettim, ürperdim… Neyse ki geçti… Umarım bir daha gelmez, ama gelecek olursa dikkat et derim.”

Ağır adımlarla handan çıkarken bir dostumun güvercini omzuma kondu, beni Mısır’da beklediğini yazıyordu, gezip görecek başka yerler de vardı; böylece bilinen suların ötesinde yaşananlar unutulup gitti… Karanlığın döneceğinden haberdar olanlar bile bir avuç insandan fazlası değil şimdi…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *