Öykü

Eski Mahalle

Bir çift göz izliyor karanlığın içinden; dalıp gitmiş, zamanı seyrediyor… Ansızın başlayan yağmurla ıslanıyor sokaklar, gri bulutlar küçük kasabanın rengini değiştiriyor… Çoğu haritada adı geçmeyen bir yer burası, hayatın koşuşturmacasına kapılmış günümüz insanına uygun hiçbir şey yok zira burada: Beş on aile, üç beş daire, biraz da iş yeri; zaman zaman uğrayan çalışanlar, bitmeyen fabrika inşası… Eskiden daha zenginmiş, bugün böceklere ev olan haneler şenmiş, dumanları tütermiş; sonra gitmişler bir bir, evler satılmış, inşaatlar başlamış. Yıkılmayı bekleyen bir mahalle var, inşaatın ilerlemesini bekliyorlar, suların tekrar akmaya başlayacağı zamanı… İşte o mahallenin ortasında, belki kasabanın ilk kurulduğu günlerden, kimine göreyse çok daha eskiden kalan bir konak vardı. Çocuklar sıradan oyunlardan sıkılınca yıkılmayı bekleyen bu evlere dadanır, sahiplerinin yanlarına almaya üşendiği öteberiyle oyalanırdı. Aileler çok önemsemezdi tabii, kırık kırsık eşyanın zararı olmaz derlerdi; en fazla tetanos, onun da aşısı var… Ama evlerin ruhu var, konaklarınsa bir nebze daha hatırı sayılır biçimde…

İlk kayıp vakasının 1985’de olduğu yazılmış olsa da kayda geçmeyen daha eski olayların da bulunduğunu işittim muhtardan. Burada polis ekseriyetle tarım arazileri arası düzenlemelere bakıyor, anlaşmazlıklara ara buluyor; bodrumdaki tozlu bir dosya kısaca önemli olayları, polisin asıl ilgilenmesi gereken işleri anlatıyor…

– Biliyorum, normalde polisin işi arsa sınırlarını belirlemek değil ama ne yaparsın; burada ciddi olaylar olmuyor, herkes herkesi tanıdığı için tabii, atanan memurlara da bir iş bulmak gerekiyor… Bir tek işte o defterdekiler, kasaba halkıyla ilgili değiller ama, dışarıdan birileri olsa gerek; millete sorsan hayaletler yapıyor…

– Bu dosyadaki vakalar neden daha önceden bildirilmedi?

– Hepsi için ayrı ayrı aradık, ama telefon burada lüks, bağlanmadı, belki hatlarda sıkıntı vardı…

– Başka iletişim kanalınız yok mu?

– Otobüs haftada bir var, o da sabah erken saatte geçer; yılda bir iki kez de yaşlıların kentte yaşayan akrabaları uğrar, kısa bir vakit kalıp tatil yerlerine geçerler.

– Önemli olduğunu düşünmediniz yani…

– Öyle olur mu hiç beyim, birlik olup aradık ama elden ne gelir…

5 Aralık 1985 – Rasim Kaleli’nin oğlu Erhan Kaleli, 9 yaşında, terk edilmiş evlerin yanında oynarken kaybolduğu bildirildi. Arkadaşları Erhan’ın o gün okula gelmediğini iddia ediyor, annesi çocuğun evden çıkarken eski mahalleye gittiğini söylüyor. Kasaba halkına ilan edildi, Erhan’ı görenler muhtarlığa ihbar edecek.

10 Ocak 1992 – Kasabaya yakın zamanda taşınan Tan ailesinin oğlu Nedim, 11 yaşında, ailesi okuldan sonra eve dönmediğini bildirdi. Kasabaya duyuruldu, el birliğiyle araştırıldı, bir haftanın ardından hiçbir iz bulunamadı.

12 Mart 1993 – Dericioğulları ailesinden Hakan, 11 yaşında, hafta sonu evin bahçesinde oynarken kaybolduğu bildirildi. Komşular o gün civarda dolanan siyah bereli bir adam gördüklerini iddia ediyorlar, oysa o hafta kasabaya yabancı kimse gelmemişti. Bir yıl sonra Hakan’ı dağda gördüğünü söyleyen yaşlı bir kadın dışında ondan haber alınamadı. Kasaba halkı kadının deli olduğunu söylüyor.

Liste bu şekilde uzayıp gidiyordu, yeni atandığım bu kasaba sorunlu bir yerdi ve daha da kötüsü insanları sorunun üstüne gitmeye korkan türdendi… Tozları halının altına süpürüp de temiz kalmayı bekleyenlerden…

– Siz yeni geldiğiniz için farklı bir gözle bakarsınız diye düşündüm, bu sefer kaybolan çocuk eski muhtarın kızı…

– Elimizden geleni yapacağız.

Ama sonra fark ettim ki elimizden gelen hiçbir şey yok…

* * *

Aradan geçen zaman unutturuyor yapılması gerekenleri… İnsan bir araştırır, değil mi? Geçmişine bakar ve bilmeye çalışır gelecek olanı… Ama günlük işler unutturuyor unutulmaması gerekeni ve geriye kocaman, anlamsız bir boşluk kalıyor. Olaylar henüz tazeyken peşine düşsek farklı olurdu muhtemelen; fakat biz akşamki maçın sonuçlarını tartışmayı yeğledik, öğlen yemeğinin ne olacağına karar vermek yahut indirimler bitmeden alışverişimizi tamamlamak daha önemli oldu nedense hep. Oysa indirimler yalandı, ölümlerdi gerçek olan… Pişmanım ama yine aynı şekilde davranacağım da aşikâr…

Bir zaman sonra, işe yeni başlayan bir kadın polis katıldı ekibe; teşkilat bu ipsiz sapsız yerde bile olsa çeşitliliğe önem veriyordu. Polis olmak için bir sebebi olmalı bence insanın, birilerini korumak veya bir başkasının intikamını almak gibi mesela; benimki baba mesleği olması sebebiyle bu şekilde, Ali Komiserin küçükken çalınan bisikletinden, Rıfat’ı da ağabeyleri çok dövdü diye… Öte yandan Arzu sırf sevdiği için polisliği seçmiş, şu günümüz dizilerinden etkilenmiş olsa gerek, evrak işlerine kırk dakikalık sürede yer veremediklerinden yanıltıcı oluyorlar… Evrak işlerine verdik biz de Arzu’yu, kendisini tehlikeye atmak zorunda kalmasın diye, kadınlara daha uygun bulduğumuz için belki de… Severek yaptı ama bizim zorla yaptığımız işi, polis olmayı gerçekten seviyor olabilirdi…

– Komiserim, arsa kavgası ile ilgili raporu hazırladım, burada Rasim Bey’in iddiaları geçersiz görünüyor, tapuda yazanlarla kayıtlar arasında tutarsızlık var, belgede sahtecilik yapılmış olması muhtemel.

– Anladım, Rasim’e iletirim; bu şekilde kapatalım davayı, sahtecilik kısmını es geçelim…

– Tabii komiserim, gerekirse diye kanıtları arşive ekledim zaten.

– Eline sağlık…

– Bu arada eski olaylarla ilgili dikkatimi çeken bir detay oldu, son zamanlarda değil ama bir on yıl kadar öncesinde burada birçok kayıp vakası yaşanmış, kayıtlara göre hiçbiri de sonuçlanmamış. Ne bir iz bulunmuş ne de ceset, sanki yok olmuşlar, aileleri tarafından bile unutulmuşlar.

– Evet, bu taraflarda meşhurdur o olaylar, eski mahalle tarafına kimse gitmez bu yüzden; kimse gitmesin diye çeşitli hikâyeler anlatılır. Bazılarında ruhlar alır götürür çocukları, bazılarında kana susamış devler ya da kurtlar…

– Peki olay yerleri yeterince incelenmiş miydi? Kayıtlarda pek bir fotoğrafa rastlamadım, yalnızca kayıpların olaydan birkaç yıl önce çekilmiş fotoğrafları vardı.

– O zamanlar bugünkü kadar iyi kayda geçmiyordu vakalar; malum, burası da ufak bir yer, elimizdeki teçhizat kısıtlı. Sorgu kamerası bile bir iki yıl öncesine kadar yoktu.

– Komiserim, son olayda siz de buradaymışsınız sanırım, 2013’de…

– Evet, buraya yeni atanmıştım, o zamanlar Hakan Komiser vardı ekibin başında, sonra emekli oldu. Beni pek yanaştırmadılar olay yerine, etrafa yeni alışıyordum, kasabalının kendince sebepleri vardır deyip peşine düşmedim. Bilirsin, bazı küçük yerlerin garip insanları vardır, kazalar olur, etrafa pek yaymak istemezler; o tarz bir olay gibi gelmişti o zamanlar bana…

– Peki ya şimdi?

– Geçmiş hakkında konuşmak zor ama kasaba halkı böyle bir olayı gizleyecek denli birliğe sahip değil; aksine, birbirlerini ispiyonlamak için yarışır vaziyetteler. Öte yandan kaybolanların aileleri bile olayları unutmuş gibi, ağız birliği etmişçesine kimse onlardan söz etmiyor… İçim rahat mı diye soruyorsan, hayır, değil… Ama düşünüyorum da karnım tok, o yüzden şikâyet etmiyor, sadece işimi yapıyorum…

– İşiniz bu mu komiserim? Affınıza sığınarak söylüyorum ama bunlar örtbas edilecek olaylar değil, birilerine haber verilmeli, destek istenip araştırılmalı.

– Hayaletlere inanır mısın?

– Efendim?

– Orada yaşananlar… Onlar bu dünyadan değil… Müdürlüğe anlatabileceğimiz şeyler değil…

Yoksa hikâyelere ben de mi inanmaya başlamıştım? Açıklayamıyordum ama bir şekilde kasabanın havası beni de etkilemişti… Bazı şeyleri önemsememe engel oluyordu sanki, çoğunu unutmama sebep oluyordu…

– Komiserim, bu sözler sizden duymaya alışık olduğum şeyler değil…

– Kusura bakma, anlatılanlar bende de yer etmiş; yoksa dediğin gibi, benden çıkacak sözler değil bunlar…

O gün öylece geçip gitti; yıllık raporlarla ilgili bazı düzenlemeler dışında bir şey de yapmadık ki bu hiç de kötü sayılmaz. Bazı meslekler vardır, öğrendiklerini uygulama fırsatı kollayan kimselerle doludur; bizse öğrendiklerimiz kitaplarda kaldığı sürece şükrederiz… Herhalde doktorlar da öyledir ve belki hukukçular… Gün gelir de ihtiyaç duyulmadığımız bir dünyaya açar mıyız gözlerimizi?

Sonraki hafta hava bozdu, şemsiyesiz çıkmaz olduk dışarı. Böyle zamanlarda insanlar daha çok evlerinde vakit geçirir, hırsızlıklar azalır, aile içi şiddet artar. Saat on gibi ikinci çayımızı içerken okul müdürü Selahattin Bey’den telefon geldi…

– İyi günler Tarık Komiserim, nasılsınız, iyi misiniz?

– Teşekkür ederim müdür bey, bir sıkıntı yoktur umarım.

– Vallahi biraz var gibi; şimdi, bizim dördüncü sınıfların öğretmeni bugün rahatsızdı, hava şartları ve salgın malumunuz, öğrencilerse boştaydı. Sınıfta oturun, çalışın dedik elbette; ama bilirsiniz, çok laf dinlemezler. Birkaç kişi kaçmış, eve gitmiş, sorun o değil ama; Nuray diye bir öğrencimiz var, Terzi Korhan’ın kızı… Arkadaşları iddiaya girmiş, şu eski mahalleye girmeye cesaret edemezsin demişler; Nuray da biraz inatçıdır, yapamazsın deyince peşine düşer. Teneffüste arkadaşlarından biri gelip anlattı, Nuray eski mahalleye gitti, dedi. Biliyorsunuz, orası pek tekin yer değil, biz de gün içinde okuldan çıkamıyoruz. Siz bir bakıp getirseniz kızı, olur, değil mi Tarık Bey?

– Olur tabii, görevimiz; ben şimdi telefonu Ali’ye veriyorum, siz ona ayrıntılı bir şekilde, hatırlıyorsanız saatleriyle birlikte her şeyi baştan anlatın, ben de arabaya atlayıp eski mahalleye gidiyorum hemen.

– Allah razı olsun komiserim, sağ salim bulursunuz inşallah…

Ekipman kontrolü yapıp hazırlanıyorum; fener, telsiz, kelepçe, silah… Ne zaman ne olacağı bilinmez, tedbiri elden bırakmamakta fayda var, özellikle de basit gibi duran olaylarda…

– Komiserim, normalde bu kadar dikkatli hazırlanmazdınız…

– Koyunu komşunun ağılına kaçtı diye sızlanan biri değildi arayan, ciddi olaylarda ben de ciddiyimdir hep Arzu…

– O halde ben geldiğimden beri ilk defa ciddi bir olayla karşılaşıyoruz…

– Saha görevi istiyordun, değil mi? O halde hazırlan, sen de geliyorsun; Rıfat, sen arabayı çalıştır, ben aşağıdan bir harita alıp geleceğim.

Tozlu raflar, eski tip metal dolaplar… Çekmecelerden birinde yıllardır kullanılmayan bir defterin arasında mürekkebi silinmeye başlamış bir şehir planı var. Eski mahallenin haritası bu, yeni olduğu zamanlardan… Evlerin çoğu hala yerinde, güneydoğuda kalan fabrikaya ait kısımsa bitmemiş vaziyette… Kendini kanıtlamaya çalışan bir çocuk için ölüm tuzaklarıyla dolu bir alan… İşin metafizik boyutunu hiç saymıyorum bile; hayaletler, mezardan kalkan gulyabaniler, ismi anılmayacak yabaniler… Düşünmüyorum bunları ki çocuğu bulmaya düzgünce odaklanalım.

Birkaç dakika sonra araçtayız. Rıfat sireni açıyor, Arzu da haritadan okula en yakın girişleri buluyor.

– Okulun karşısındaki caddeden düz devam edersek eski bir fırın gözüküyor.

– Yok, orası geçen yılki depremde yıkıldı, o tarafa gitmiş olamaz.

– O zaman onun biraz ilerisindeki parka ne dersiniz?

– Bence biraz çocuk gibi düşünmeliyiz. Arkadaşlarına bir şey kanıtlamak istiyorsun, senin yanında gelecek cesaretleri yok, geriye bir şey getireceksin ki inansınlar oraya gittiğine…

– Ne komiserim?

– İşte mesele de bu ya… Çocuk mahalleyi bilmiyor, elinde bir haritası yok; muhtemelen doğrudan oraya gidecek, en kısa yolu seçecek… Sonra aramaya başlayacak, buraya girdiğimin kanıtı ne olabilir? Bir sokak tabelası mı? Sanmam, fazla ağır, daha çok büyüklere hitap ediyor… Bir oyuncak mesela, günümüzde olmayan, eskiden kaldığı aşikâr bulunan… Bir kitap veya…

– Eski mahallede de okul var mıydı?

– Evet, haritada işaretli değil ama fabrikaya giden yolda bir ilkokul var…

Aslında mantıklı, onlarca yıl öncesine ait bir kitapla çıkagelirse oraya gittiğini, terk edilmiş bir okula girecek denli cesur olduğunu ve bütün o hayaletlere yakalanmayacak kadar yeteneği bulunduğunu kanıtlar…

– O halde dışarıdaki yola sap, fabrikanın çıkışından girelim…

Küçük yer burası, beş dakikadan kısa sürüyor eski ilkokulun kapısına varmamız. Sürükleyerek açılan paslı demir kapı aralık, onlarca yıl önce son bir dersin ardından görevli onu tam kapatmamış ve bu şekilde kalmış… Tarihe geçmek bu olsa gerek… Biz de kapının aralığından dikkatlice geçiyoruz, küçük çocuk için zor olmamıştır bu, benimse biraz daha az yemem gerekiyor…

– Etrafa iyi bakın, buradan geçtiğine dair bir iz, demirlere takılan kazak, saç; her detaya dikkat etmeliyiz. Nuray burada değilse ve bütün zamanımızı burada harcarsak hiç iyi olmaz…

Bahçe geniş, birçok oyuna ev sahipliği yapmış olsa gerek zamanında; kenardaki çalı çırpı kontrolden çıkmış, ayrı bir okula dönüşmüş adeta… Okulun ahşap kapısı rüzgârda gıcırdıyor, fenerlerimizi yakıp içeri giriyoruz, eski mahalleye uzun süredir elektrik verilmiyor. Beklediğimiz gibi köşelerde örümcek ağları, kalın toz tabakası ve tahta kurtlarının açtığı delikler… Sınıflardan biri hala cebir işliyor, cevaplar silinmiş ama soruların rakamları seçiliyor… Bir tür zaman kapsülü sanki, Nuray’ın almasını beklediğimiz eski kitaplardan onlarcası sıraların üstüne serili, kendi kendilerini çalışıyorlar… Duvardaki saat on ikide takılı kalmış, akan piliyse aşağı doğru giden küflü bir iz bırakmış…

– Buraya yıllardır kimse girmemiş…

Adını sesleniyoruz arkadaşçıl şekilde, aksi takdirde korkup kaçmasına neden olabiliriz; gerçi korkusuz olduğunu göstermek için buraya gelmişti ama hayaletlerle polisler farklı şeyler… Bizden kaçması olası çünkü cesaret gösterisine engel olmaya çalışan kuralları temsil ettiğimizi düşünecek… Haksız da değil…

Ayrılıp araştırıyoruz, yaklaşık on dakika sonra tekrar buluşuyoruz.

– Komiserim, burada yabani hayvan bile yok, uzun süredir kimse ayak basmamış.

– Çatıdan etrafa baksak mı? Belki bir işaret görürüz, diğer binalara göre epey yüksek burası, sanırım üst katta çatıya çıkan bir kapak görmüştüm…

– Ve oraya bakma gereği duymadın mı?

– Çok yüksekteydi ve kapalıydı, yani biri girse arkasından kapatabileceği şekilde değil, en azından yere devrilmiş bir merdiven bırakmadan…

Rıfat’ın peşinden üst kata çıkıyoruz, müdür odasının önünde, iki metre yukarıda bir kapak var; müdürün mobilyasını ödünç alıp koluna ulaşıyoruz, biraz zorlayınca açılıyor ve etrafa çürümüş bir koku yayılıyor…

– Komiserim, bu koku… Sanki…

Evet, hava ceset kokuyor; ancak yeni değil, kemiklerini gösterecek şekilde çürümüş, üzerinde kurtlar dolanan bir ceset… Çatıya giden yolda ufak bir depo burası, penceresiz. Kapak dışarıdan kilitlenmiş, zamanla gevşeyen dili sayesinde anahtara gerek kalmadan açılmış. Depodaki metal kutuya yaslı kemikler küçük bir çocuğa ait gözüküyor, en fazla on iki yaşında, kısa saçlı…

– Komiserim, bu hale gelmesi için en az on yıl gerekir, belki daha da fazla…

– Evet, siz birkaç fotoğraf çekip merkeze haber verin, ben çatıya göz atacağım…

Temiz hava iyi geliyor; gerçekten de birkaç kilometre menzildeki en yüksek bina burası, evler hep tek katlı ama uzakta bir tanesi gözüme takılıyor, az önce orada bir ışık mı gördüm? İki katlı bir ev bu diğerlerinin aksine, yüksek demirle çevrelenmiş bir arazisi mevcut, yaprağı dökülmüş iki ağacı var, peyzajı karmaşık… Diğerlerine haber veriyorum, ufacık bir izin peşinden gidiyoruz yine, belki de ışığı hiç görmedim ama tek şansımız bu…

– Olay yeri araştırma için başka ekibe haber verdiler komiserim, az sonra burada olurlar, sizin bahsettiğiniz iki katlı eve gidebiliriz.

– Ev kuzeyde kalıyor gibi görünüyordu…

Diğer ekip gelirken biz uzaklaşıyoruz. Ölü olanın da bir hikâyesi var elbette ama acele etmezsek diri olan şansını kaybedecek. Yol kısa sürse de hava kararmaya başlıyor, bu kasabada nedense günler hep kısa oluyor. Megafonu alıp sesleniyorum:

– Nuray, orada mısın? Sana yardım etmeye geldik.

– Komiserim, bizden çekinebilir dememiş miydiniz?

– Artık cesur olunacak saati geçtik Rıfat, güneşin son ışığı kaybolmadan önce onu bulmalıyız… Eski mahalle karanlıkta hiç tekin değil…

Yıllardır duyduğum hikayelerde hep gece geliyor gelecek olan, çocukları götürenler güneşin batmasını bekliyor ve hayaletler daima dolunayda çıkıyor. İşin garibi bu gece de dolunay olacak, diğerlerine söylemesem de bir yanım her şeyi bırakıp eve dönmeyi istiyor.

Bahçe kapısını açamayınca demirlerin üstünden geçiyoruz; ev, daha doğrusu malikane yahut konak, yaklaştıkça daha heybetli bir hale bürünüyor. Kapıyı yumrukluyorum alışkanlıktan, birinin cevap vermesi beklemiyorum aslında; hatta Arzu ile Rıfat anlamsızca yüzüme bakıyor, ama sonra beklenmedik bir şekilde kapı aralanıyor ve içerinin sıcak havası yüzümüze çarpıyor… Evin içi aydınlık, kapıda takım elbise giyen bir adam beklerken yüzlerimizi inceliyor, belki de bir hizmet görevlisi…

– Şey, merhaba… Biz küçük bir kızı arıyoruz, okuldan kaçıp eski mahalleye gitmiş. Işık görünce burada olabileceğini düşündük…

– Işık her yerde olabilir memur bey, birini ararken kaybolmamanızı umarım; hep başkasını düşünüyorsunuz zira, biraz da kendinize bakmalısınız, öyle değil mi?

– Ev sahibi siz misiniz?

– Kendimin bile sahibi değilim maalesef, ev sahibi Muazzez Hanım şu anda yemekte, dilerseniz yemek salonuna kadar size eşlik edebilirim…

Arzu ufak bir işaret yapıyor, ekip içinde gizlice haberleşmek için kullandığımız hareketlerden biri bu, ayrılıp araştıralım anlamına geliyor.

– Üç kişi birden girip de rahatsızlık vermek istemeyiz ama öte yandan Muazzez Hanım’a sormak istediğim birkaç soru da mevcut. Adaşlarım holde beklerken sizinle yemek salonuna gelsem olur mu? Yağmur başlayacak gibi yine…

– Arkadaşlarınız da yemek salonuna gelse iyi olur efendim, Muazzez Hanım misafir sever, üstelik holde oturup beklenebilecek bir alan yok, yani benim küçük odam dışında…

– Odanızda ne var?

– Pek bir şey değil, korkarım; bir masa, bir yatak ve birkaç raf…

Adının Haldun olduğunu belirten adamın peşi sıra içeri giriyoruz, holde giydiğimiz galoşlar yüzünden sessiz sakin evin içini hışırtılar dolduruyor. Uzun bir koridoru aşıp üst kata çıkıyoruz, antika saatin tik takları eşliğinde yemek yiyen kadının olduğu odaya giriyoruz. Seksenlerindeki kadının üstünde İngilizvari davet elbisesi var, zemindeki siyah beyaz karolar ve kırmız İran halısıyla büyük uyum içinde… On iki kişilik bir yemek masası bu, tek servis açılmış; yemekte haşlama ile pirinç var…

– Hoş geldiniz, hoş geldiniz… Haldun, hemen tabak getir; misafirlerimiz oturup karınlarını doyursunlar. Ah, polissiniz sanırım hepiniz, ne iyi oldu geldiğiniz…

– Rahatsız etmeyelim, sadece birkaç küçük sorumuz vardı…

– Vallahi olmaz, bırakmam; yemezseniz darılırım ama… Oturun hadi, geçin.

Mecburen birer sandalye çekiyoruz, cevapları almak için bazı şeylere katlanmak zorundayız, bu da onlardan biri, işin parçası… Haldun önümüze bıraktığı tabaklara ikişer kaşık yemek koyuyor, kokular güzel, sabahtan beri bir şey yemediğimi hatırlatıyor…

– Muazzez Hanım, eski mahallede kaybolan bir kızı arıyoruz, evinize bizden başka gelen oldu mu bugün?

– Hayır, maalesef bugün ve hatta uzunca bir süredir dışarıdan gelen sadece siz varsınız…

– Eski mahallede kimsenin kalmadığını zannediyorduk, ne zamandır burada yaşıyorsunuz?

– Buna yaşamak diyebilirsek çok uzun süredir olduğunu söyleyebiliriz, ama bu yaşamak mı pek emin değilim…

– Niçin böyle düşünüyorsunuz?

– Buraya tıkılı kaldığım için… Tamam, yemekler güzel, servis on numara; ama hep aynı şeyler, tekrar en güzel olanı bile vasat hale getiriyor, tatsız tuzsuz bir yemek olup çıkıyor… Bunu anlayacak yaşta değilsiniz, epey uzun süre beklemeniz lazım önce, ileride anlarsınız…

– Eve bakmamızın sakıncası yoktur umarım…

– Ah, yalan söylediğimi ve şu küçük kızın yatak odasındaki bir dolapta kilitli olduğunu düşünüyorsunuz sanırım, öyleyse arayın ve değerli vaktinizi harcayın; beni hiç ilgilendirmez…

– Yemek için teşekkür ederiz…

– Lüzumu yok, zaten tatsız bir yemekti…

Kadın haklı belki ama şu an için elimizde başka bir iz yok. Eski mahallede hala yaşayanların olması garip, odaları gezerken Haldun isteksiz biçimde bize eşlik ediyor.

– Bu tarafa artık elektrik verilmediğini zannediyordum, jeneratör mü kullanıyorsunuz?

– Güneş enerjisi, zaten bir tek lambalar ve buzdolabı için, evde başka elektrikli alet yok. Muazzez Hanım televizyon izlemez, bilgisayarlarla arası olmadığını da tahmin edebilirsiniz…

– Peki ya ne yapar?

– Bunlar dışında da bir hayat var, öyle değil mi?

Öyle bir çağdayız ki bunlar olmadan dayanamayacağımızı düşünüyoruz, aslında dış dünya ile bağ kurmadan da yaşamak olası ve hatta belki daha huzurlu… Bedenim burada olsa da aklımın bir köşesi iletilecek aylık raporları, merkeze dönünce yapacak bir dolu iş olduğunu ve maça eksik kadroyla çıkacak takımımın ne yapacağını düşünüyor…

– Burası konuk odası. Eğer kalmak isterseniz sizi burada ağırlamaktan memnuniyet duyarız.

Eski tarz dört karyolanın bulunduğu oda loş, duvarlar çiçekli desenlerle kaplı; küçük komodinin üzerinde kurumuş bir çiçek göz kırpıyor…

– Sanırım evlerimize dönmeyi yeğleriz…

– Odayı kötü mü buldunuz?

– Hayır, yapacak işimiz olduğu için…

– Ne işiymiş bu?

– Konuştuk ya, birini bulmamız gerekiyor…

– Emin misiniz?

Odanın havasından mıdır ne, göz kapaklarım ağırlaşıyor, bir sis perdesinin ardından bakıyorum dünyaya…

– Bekle, sen ne yapıyorsun?

* * *

Gözlerim kapalı, güneş yüzüme yansıyor, iç ısıtıcı bir his. Uykum var ama sabah olmuş gibi… Hayret, saatin alarmını duymuyorum; bugün tatil mi? Gözümü aralayınca çiçek desenli duvar kâğıdı dikkatimi çekiyor; ilginç bir tercih, hiç bana göre değil… Başka bir yer burası, belki bir otel… Biraz daha kapatıyorum gözlerimi, yetişecek bir iş yok ne de olsa… En azından şu an bu şekilde hissediyorum.

Güneş giderek güçleniyor, muhtemelen yaz mevsimindeyiz ve artık uyanmamı istiyor… Doğrulup düşüncelerimi toplamaya çalışıyorum ama dağılıp gidiyorlar; unutulmaması gereken şeyler unutulmuş sanki, odaklanmakta güçlük çekiyorum… Başka kimse yok odada, nedense başkaları da olmalıymış gibi geliyor bana. Masanın üzerinde ufak bir şişede beni iç yazıyor, sorgulamadan yudumluyorum, sanırım bu benim ilacım… Evet, bazen unutuyorum zannedersem; yani hatırlamıyorum ama öyle olsa gerek, yoksa neden kendime not yazayım? Bu benim el yazıma benziyor, harfleri köşeli…

Odadan çıkıyorum, koridor rutubetli, yer yer örümcek ağları var. Ağlayan çocukların sesi geliyor başka odalardan, huzursuzlukları bana da bulaşıyor. Kapılardan birine uzanınca gerçeklik uzaklaşıyor, kapının kolu ufalanıp duvara çevriliyor.

– Komiserim, iyi misiniz?

– Arzu, sen misin?

Arkamı dönüyorum ama kimse yok.

– Beni duyuyor musun?

Bağırıyorum ama kimse işitmiyor, duvarın içine sıkışıp kalmışım sanki, öyle bir his…

– Küçük kızı bulabildiniz mi?

Evin dört yanında yankılanıyor bu ses, tanıdık, evin hizmetkarınınkini andırıyor. Duvardaki bir iz gözlerini açıp surata dönüşüyor, bu o adam, adının Haldun olduğunu söyleyen… Neden duvardan çıkıyor ki durduk yere?

– Korkarım bulamayacaksınız, size önceden söylemiştim, bu ev dışında bir yer yok.

Çok saçma, evin dışından geldim ben, ne demek ev dışında bir yer yok!

– Evin esirisiniz, her ne kadar kendinizce polisçilik oynasanız da günün sonunda gerçeklere dönmek zorundasınız.

– Hayır, beni kandırmaya çalışıyorsunuz, bana ilaç verdiniz.

– O sadece sakinleşmeniz içindi, zihninizi topladıkça bana hak vereceksiniz.

Surat yok olup yerini tekrar eden bir desene bırakıyor. Bir süre bakıyorum öylesine, sonra sızlayan çocuk sesleri başlıyor…

– Kesin sesinizi!

– Bizi neden kurtarmadın?

– Ne?

Kim bu çocuklar? Ne istiyorlar? Merkeze dönmem lazım, yazılacak bir raporum var…

– Kalmak isterseniz sizi burada ağırlayabiliriz…

Efendim? Neler oluyor? Az öncekiler hayal miydi? Misafir odasındayım yine, Haldun bize evi gezdiriyor…

– Şakaydı elbette, işiniz olduğunu biliyorum komiser bey, kalamazsınız.

– Burada uzun bir koridor var mı?

– Az önce geçtiğimiz koridor yeterince uzundu sanki…

– Hayır, iki tarafında kapılar olan, yüz metreden uzun, penceresiz bir koridor…

Adam bir an için farklı biçimde baktı, bir tutam endişe vardı gözlerinde, dediklerim onun için bir şey ifade ediyordu. Silahımı çekip adamı duvara yaslıyorum…

– Komiserim, ne yapıyorsunuz?

– Sen karışma Rıfat. Dinle beni Haldun, beni o uzun koridora götüreceksin yoksa duvarlar kanınla boyanacak.

– Birden ne oldu da öfkelendiniz anlayamadım, yoksa hatırladınız mı?

– Sadece ne olduğunu gördüm senin; koca bir yalancı…

– O halde hatırlamadınız… Tarık Bey, lütfen, gözlerinizi açmanızı istiyorum.

Yemek odası. Bu bir toplantı sanırım, büyükler fısıltıyla konuşuyorlar. Fabrika açılınca kasaba çok daha iyi hale gelecek diyorlar, birkaç ufak taviz sorun olmayacak… Ama hayır, buraya ilk yerleşen atalarımızın diktiği ağaçları kesmek istiyorlar, onların anısını silecekler, bizi biz yapan değerleri… Bir kısmı karşı çıkıyor, bedelini ağır ödeyecekler… Evin sahibi kapıların kilitlenmesini emrediyor, sevdiklerini bir daha asla göremeyecekler…

– Bu görüntüler de neyin nesi?

– Kabullen artık Tarık, sen de bu işin parçasısın, daha küçücükken bize yardım ederdin…

Uzun koridor boyunca kapılar, kapıların ardında demir parmaklıklar… Yardım çığlıkları, hıçkırıklar; anlaşmaya varmayan aile büyükleri hüzünle karışık bir öfkeyle bakıyorlar, çocuklarının ölümünü izliyorlar… Fabrika için gerekli imza sayısına ulaşılıyor ama başka sıkıntılar çıkıyor, inşaat asla tamamlanamıyor. Para eksik diyorlar; zemin sert, plan yanlış, temel düzensiz… Buraya ilk yerleşen adam ve kadınların anısı belki de, kesilen duaları… Bir savaş bu, geceleri kurt olup kuzularını kapıyorlar, gündüzleri kuzular kurdu avlıyorlar…

– Hatırlıyorsun, değil mi? Fabrika için ailenin yaptıklarını unutmuş olamazsın… Neden polis olduğunu da hatırla; olayı güzelce örtbas edebilmek için fabrikanın lehine oy kullanan ailelerin çocuklarının hepsi önemli noktalara getirildi, bekçiler gözlerini kapatırsa kim görebilecek gerçekleri? O yüzden bu denli çaresizler…

– Bu çok eskiden olan bir olay, kaybolan çocuklarla ne ilgisi var?

– Kurban istiyorlar Tarık, o aileler ölse de ağaçları kesilmiş olsa da yetmedi, fabrika kan istiyor, üstelik herhangi biri değil, belirli kimseleri istiyor… Onları buraya getirdiğin için teşekkür ederim…

Bir an yine görüntüler ilişiyor zihnime, okul müdürüyle konuşuyorum, bir çocuğun kaybolduğunu ihbar edecek; hemen değil ama, ertesi sabah… Adam pek anlam veremiyor ama kabul ediyor, başka ne yapabilir ki… Yatmadan önce bilgisayarın ekranındaki mesajı okuyorum tekrar, her şey plana göre yapılmalı; mesajın ekindeki görselin çizgilerine bakarken dalıp gidiyorum… Bu işin parçasıyım… Yeni polis çok soru soruyor… Fabrika onu istiyor…

– Komiserim, ne diyor bu adam?

– Üzgünüm arkadaşlar…

Silahım hızla, önce Rıfat’a sonra Arzu’ya yönelip ateşleniyor. Koridorun iki tarafında da duvar kâğıdı kızıla boyanıyor; Haldun boğazını sıvazlayıp memnun bir ifadeyle geri çekiliyor, korkuyor mu yoksa rahatlamış mı emin değilim…

– Cesetlerini getir Tarık, onları fabrikaya götürmeliyiz.

Salondaki kitaplığı ittirerek gizli bir geçide giriyoruz; işte o uzun koridor bu, adeta sonsuzluğa gidiyor… Kapılardan birinde “Fabrika” yazıyor, kapıyı aralayınca devasa bir odayla karşılaşıyorum. Buraya ilk gelişim değil ama her şeyi unutmuşum sanki… Dev bir fırın ama aynı zamanda sonsuz açlığa mahkûm bir yaratık… Kapak yerine geçen ağzı alev püskürterek konuşuyor, onları yemek istiyor…

– Artık hatırlamanda bir sakınca yok Tarık, görevini tamamladın. Biliyorsun, rolünün inandırıcı olması için olanlara inanman gerekiyordu. Evin kalbini beslemeliyiz ki büyüsün…

Evin kalbi… Fabrika… Bitmek bilmeyen bir savaş…

– Şimdi dışarı çıkabilir miyim?

– Dışarısı yok dedim ya, her şey evin içinde olup bitiyor; ama istersen kendi odana çekilebilirsin, maç var diyordun ya, o ekrana bak hadi boş boş…

– Muazzez Hanım ne yapıyor?

– Fabrikayı canlı tutmak için gerekenleri… Sen de üstüne düşeni yapıyorsun, korkma…

Silahı Haldun’a doğrultuyorum.

– Ah, hadi ama, her seferinde de olmaz ki… Beni öldürebileceğini mi zannediyorsun?

Tetiği çekiyorum, mermi ilerliyor ve Haldun’a dokunmaksızın geçip gidiyor…

– Ben çoktandır ölüyüm arkadaşım, tıpkı senin gibi; gerçi senin kadar unutkan değilim, evin kalbine daha yakın olduğum için belki… Bu evin hayaletleri biziz ve onu besledikçe ev sınırlarını genişletiyor; eski mahalle diyor ona dışarıdakiler, gitmekten çekindikleri bir fabrika… Ama burada onları çeken bir şey var; çocukların uykularını kaçıran, yine de karanlığın içine bakmaktan kendilerini alıkoyamamalarına sebep olan… Şimdi dinlen, yakında yine sana ihtiyacımız olacak…

* * *

Küçük bir kasaba; haritada çok belli olmayan, buna rağmen terk edilmiş eski mahallesi gittikçe büyüyen, genişleyen… Beyaz masa lambasının aydınlattığı karanlık odada orta yaşlı bir adam kısa sakalını sıvazlamaya çalışıyor, yeterince uzun olmadığını fark edip pes ediyor…

– Oraya yeni birini göndermemiz gerekecek, son üyemizin yangında öldüğüne dair bir haber yazmışlar.

– Bu tarz köylerden nefret ediyorum efendim, korkak insanların hayal güçlerinden beslenip kontrolden çıkıyorlar; görmezden gelemez miyiz?

– Görmezden gelirsek tüm evreni yutacak denli büyüyebilirler, o denli aç bu ruhlar…

– Pekâlâ; gidecek olan benim, değil mi? O yüzden bütün bunları bana anlatıyorsun…

– Eh, önceden bir perili ev konusunda epey başarılı olmuştun, neden olmasın?

– Koca bir mahalleden bahsediyoruz!

– Evden kurtulsan yeter, mahalle kalabilir…

* * *

Birkaç gün sonra koridordaki kapılardan biri aralanıyor; yeni biri gelince böyle olur hep, evin yeni bir misafiri var… Odasının içi düşüncelerine göre şekilleniyor; bir an için yine bir polis merkezine benzeyip ardından itfaiye binasına dönüşüyor… Duvarda eski olaylara dair gazete küpürleri, kasabanın planını gösteren bir bilgisayar ve alarma geçmeyi bekleyen bir lamba…

– Merhaba, buraya yeni atandım, eskiden bir arkadaşım da burada çalışıyordu; belki bilirsiniz, onu yangında kaybettik…

– Hoş geldin dostum… Evet, o yangında birçok tanıdığımızı kaybettik. Gel sana burada işlerin nasıl olduğunu göstereyim, bu arada ben Tarık…

– Olur, kuralları anlatarak başlayabilirsin sanırım, sonuçta her oyunun bir kuralı olmalı…

– Haklısın…

Bir yandan akşam yayınlanacak maçı düşünürken yeni çocuğa görevini anlatıyorum; gözümse ikaz lambasının üstünde, fabrikada yangın çıkacak olursa diye…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba.

    Unutulmaz, zarif ve iyi yazılmış bir hikaye. En içten dileklerimle tebrik ederim. Lanetler, zaman döngüleri ve sürekliliğe sahip zaman örgüleri inanılmaz derecede çekici bulduğum kavramlardır. Bunlar hikaye tarafından zengin bir şekilde aktarılmış.

    Bana göre son bölüm daha iyi olmalıydı.

    Hikayenin gerçekten büyüleyici ve gizemli bir havası var. Okuyucunun hemen dikkatini çeken bir açıklık var. Ancak olaylar arasındaki kesintiler her zaman tam anlamıyla belirgin değil. Okuyucu için neyin hayal olduğunu, neyin gerçek olduğunu söylemek zor. Hikâyenin gücü, daha inandırıcı bir anlatımla ve gerçeğin fanteziden daha etkili bir şekilde ayrılmasıyla artırılabilir.

    Hikayede pek çok karakter var, ancak bazıları tam olarak oluşmamış gibi görünüyor. Özellikle birincil karakterin kimliği ve motivasyonları iyice araştırılıp açıklığa kavuşturulmalıydı. Diğer karakterlere daha fazla derinlik kazandırmak okuyucunun onlarla daha yakın bir bağ kurmasını sağlayacaktır.

    Hikaye gizem ve gerilim unsurlarını etkili bir şekilde kullanıyor. Bununla birlikte, gizemli yönlerin zaman zaman aşırı derecede karmaşık hale gelmesi ve okuyucunun kafa karışıklığına yol açması ihtimali de var. Bence gizemli kısımların daha eşit şekilde bölünmesi, okuyucunun olay örgüsünü takip etmesini kolaylaştırması kritik öneme sahip.

    Dil genellikle ifade edici olsa da bazı ifadeler karmaşık olabilir ve anlamı belirsiz. Daha basit ve anlaşılır bir dil kullanmak hikayenin okunabilirliğini artırmaya yardımcı olacaktır.

    Anlatının sonu hem şaşırtıcı hem de beklenmedik. Ancak bazı okuyucular kitabın sonunu anlamakta zorluk yaşayabilir. Son kısım daha açıklayıcı olmalıydı.

    Genel olarak romanın ilgi çekici bir olay örgüsü ve başarılı bir atmosferi var, ancak zaman zaman tutarlılık ve netlikten yoksun kalıyor. Daha önce de belirttiğim gibi son bölümde daha çarpıcı ve izlenimci bir aktarımdan faydalanılsaydı, hikaye daha başarılı olabilirdi.

    Şahsen okurken memnun kaldım. Bu ayın güzel öykülerinden birisini yazmışsınız.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for terramundi Avatar for sina5an