Öykü

Şaziye’nin Perili Ev Yemekleri

Yeğenim… Etme, eyleme. Gel bir dinle. Hem bak bu belediye seçimlerinden hemen sonr…

– Dayı ben anlamam seçim meçim. Ya hemen satılığa çıkar ya da New Jersey’e dönmeden Avukata vekalet bırakırım. İzaleyi Şuyu Davası mı ne varmış. Hızlıca satılır payını alırsın diyor.

– Ama yeğenim! İcradan satılıyor. Çar çakala 3 kuruş paraya gidecek ata konağımız. Anan öleli daha 2 hafta olmadı. Kemikleri sızlar.

– Beni alakadar etmez. Cebe girmemiş paranın da lakırdısı edilmez. Ben bekleyemem. Satmaya karar verirsen ara. 3 gün daha buradayım. Yoksa vekaleti verir, uçağa atlar, giderim. Hoşça kal.

– Alo aloo yeğenim.

Üsküdar’ın eski kulağı kesiklerinden Sarı Şükrü nice olaylar görmüş suratına kapanan telefonu «Senin ananın da…dayının da…uçağının da…» diye söverek yemek masasına fırlattı. Sinirle fırlattığı gibi telaşla koşarak sağına soluna baktı. «İyi kırılmamış. Bu konuşmasının üstüne bir de zarara soksaydı deşerdim iti» diye rahatladı. Telefon bugünlük kurtarıldı. Peki Feyzullah konağı üç günde nasıl kurtulacaktı? «Hayatımın son volisi şımarık bir amarigan iti yüzünden elden gidiyor. Ne yapacağım?»

Şükrü ömrünü işret alemlerinde, kumar partilerinde, kadın peşinde geçirmişti. Para kazanmak nedir bilmezdi. Aslında para harcamayı da bilmiyordu. Ama parayı yok etme konusunda büyük üstattı. «Şeref Şerefsizi o gün pısırıklık etmeseydi işi tamamen çözmüştük» diye söylenip uzun sigarasından yaktı bir tane. Sonra hayatının en başarılı gününü anarak gülümsedi yine de. Yıllar evvel babasının öldüğünü duyar duymaz Noter başkatibi arkadaşı Şerefle damlamışlardı kovulduğu konağa. Şeref anasını ve kız kardeşini «Cenazenin kalkması için imzalayıp yetki vermeniz lazım. Rahmetli ortada kalır maazallah» diye kandırıp Sakarya’daki fındıklıkları, Balıkesir’deki zeytinlikleri ve Çatalca’daki çiftliği Şükrünün üstüne geçirtivermişti. Yalnız konaktan korkmuştu Şeref. Bağlarbaşı’nın ortasında mülk. Şahidi çok. «Erken farkına varıp beni yakarlar» diye konağı evraka katmamıştı. Gecesine Şeref gizlice noteri açmış; iki mühür vurup iki imza atarak işi bitirmişti. Sigarasını büyük bir kıvançla üfledi. Bu hayatta eşek gibi çalışan herkes salaktı. Bir gün evvel evden kovulmuş borca batmış akıllı bir adam; 1 ölüm, 2 imza ve 5 mühür ile toprak ağası olabilirdi.

Şükrü ata mirasını yıllar boyu parsel parsel İstanbul gecelerine dağıttı. Tek kardeşi Halime, anasının «Erkek evlat» deyip abisinin her yaptığına göz yummasına dayanamadı. İlk talibi bir Astsubayla evlenip Anadolu’ya kaçtı. Anası Şükrü’yü de «Soy yürür, adam olur, konakta mutlu mesut yaşar gideriz» diye kaş göz arasında bir punda getirip evlendirdi. Ancak Şükrü adam olmadı. O olmadığı gibi ilk çocuğu erkek doğuran karısı da gemi azıya aldı. Anayla gelin kavgaya tutuştu. Babasının kovduğu konaktan karısının zoruyla ayrıldı. Gerçi konak da anası da umurunda değildi Şükrünün. Karısı rüşveti aldığı sürece ne yaptığına karışmıyordu. Ta ki bir gün Şükrü’den de cin karısı malların bitmek üzere olduğunu fark edip başına bela olana kadar. Son kalan birkaç parça yeri satıp Selamsızda ev, Ümraniye’de dolmuş hattı aldı. Karısına bir ev yemekleri dükkanı açtı. O günden beri de aklı fikri konaktaydı.

Anası öldüğünde bacısına ulaşmaya çalıştı. Ancak görüşemedi. Şükrü de çok önemsemedi. Hiç tanımadığı eniştesi ölmüş, bacısının sağlığı da pek yerinde değildi. Amerika’da okuyan bir yiğeni vardı sadece. Zamanında tek gecede zengin olmuş, İstanbul’un altını üstüne getirmiş Şükrü, yeni yetme memleketten bihaber oğlana mal mı kaptıracaktı? Belediyeden imar çıkarmak için gerekli faaliyetlere başladı. Bu kalan son maldı. Üstelik artık karısı ve oğlu da vardı. Eskisi gibi rahat olmak için onların haracını vermek zorundaydı. Sigarasını sıkıntıyla söndürdü. «Bu işi ne yapıp edip çözmeli. Ama nasıl?»

* * *

Bağlarbaşı metro durağından çıkan Selim konağa bakarak bir zafer sigarası yaktı. «Yaa yılların Sarı Şükrü’sü… Adamı böyle alt ederler. Sen İstanbul bitirimiysen biz de Jersey çocuğuyuz. Şu mirası biraz da biz yiyelim» Dayısı son konuşmalarından hemen sonra aramış, konağı satmayı kabul etmişti. «Satmadan gel de bir gör. Hem okumuş adamsın. Bu işlerden anlarsın. Fiyatı ona göre konuşalım» teklifini Selim hemen kabul etmişti. Hayatında hiç görmediği akrabalarıyla yengesinin lokantasında buluşacaklardı.

– Ooo hoş geldin yiğenim. Gel gel otur şöyle.

– Hoş bulduk dayı. Oturmaya gerek yok. Hemen konağa gidip bakalım.

– Aaa olur mu ya öyle şey? Ayıptır. Hem bak kuzenin burada. Birbirinizi hiç görmediniz. Biz bugün var, yarın yokuz. Gençlerimiz birbirini tanısın.

Selim, dayısının aşırı nezaketinden bir dolandırma girişimi olduğunu hemen anladı. Ancak işi bozan taraf gibi görünmemek için dükkânda biraz vakit geçirmeye razı geldi. Kuzeni en azından dayısı gibi maske takmıyor, suratına dik dik nefretle bakıyordu. Aslında ikisi de birbirine çok benziyordu. Hayırsız, gününü gün eden, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen iki genç adam. Birinde Amerika’ya karşı kıskançlık, öbüründe Üsküdar’ı küçümseme… Dayısının «Bunları Amerika’da bulamazsın» ısrarı ile masa donatıldı. Şaziye’nin en meşhur yemekleri bol bol kaşıklanırken Şükrü son kozunu oynadı:

– Bak yeğenim; konakta garip şeyler olmuş. Gören duyan çok var. Rahmetli ananın ve ninenin ruhu rahatsız oldu bu işten. Gel vazgeç.

– Ya dayı buraya kadar beni ne yoruyorsun? Ne garipliği? Ne ruhu? Ben Avukata gidiyorum.

– Dur yahu bekle. Gidelim. Kendi gözlerinle gör. Daha sabah uğradım. Ben de fark eder gibi oldum. Eğer çıkışta «tamam satalım» dersen söz. Satarız. Hem bu sadece bize bağlı değil. Bu işlerde bir dedikodu çıkarsa sittin sene satamayız orayı.

– Dayı ben inanmam öyle şeylere. Yemek de bitti. Hadi gidelim.

Selim dükkandan çıkarken hafif bir ağırlık hissetti. Midesiyle bağırsağı arasında ince, neşter gibi bir sızı başladı. «Çok yedim herhalde» diye önemsemedi. Cadde yukarı tırmanış ve açık hava biraz rahatlattıysa da konağın kapısına geldiklerinde durumu kötüleşti. O ince sızı minik iğneler halinde midesinden kana karışmış, beynine doğru hücuma geçmişti.

– İyi misin yiğenim?

– İyiyim iyiyim. Hadi bir an önce işimizi bitirelim.

Konaktan adımını attığı anda dünyası değişti Selimin. Önce renkler birbirine girip kaymaya başladı. Ardından konak, ağaçlar, eski kuyu gittikçe bulanıklaşan silüetler halinde durmaksızın yer değiştirdi. Beyni tutunacak ufak bir dal, bir gerçeklik arayışına geçti. En sağlam yere, toprağa baktı. Altındaki zemin ve ayakları da sallanınca göğe bakmaya hiç cesaret edemedi. Bir süre sonra renk karmaşası durulup, netleşti. Deprem sonrası şehre çökene benzer bir karanlık her yeri kapladı. Bir cesaretle kafasını kaldırınca annesinin devasa siluetini, ardından babasını gördü. İki dev siluet birleşip bir yaratığa dönüşerek aniden saldırdı. Selim konağın bahçesinden gerisin geri caddeye fırladı. Geçmişi ve geleceğiyle üstüne ayak bastığı dünya onu düşman bellemiş, her yönden kovalıyor gibiydi. Ne yaptığını, nasıl yaptığını bilemez halde kaçtı, kaçtı, kaçtı. Derken peşindeki dünyası kendiyle beraber bir anda karardı. Bilincinin yavaş yavaş kapandığı 4 5 saniyede karanlığı, şimşeğin arkadan gelen gürültüsüne benzer korkunç bir acı takip etti.

* * *

– Biz ne halt ettik? Biz ne halt ettik? Mahvolduk. Siz salakların lafını dinledim. Hepimiz mahvolduk

– Baba benim ne suçum var? Ben anneme dedim. Bu çok özel bir mantarmış. Daha önce kullanmadıysa fena etkiler demişti Torbacı Kerim. Anam «Bu Amerika’da kullanıyordur böyle şeyler. Etkili olmaz» deyip yemeğe bol bol katmış.

– Ulan bol katsa ne fark eder? Olanları görmedin mi? Adam caddeye fırladı. Arabaları yumrukladı. Susadım diye yere yuvarlanıp asfaltı yaladı. Çıkardı, taksinin birinin penceresinden içeri işemeye kalktı. 4 kişi zapt edemedik. Kafasına sopayı vurup zor durdurduk. Adamı tımarhaneye kaldırdılar tımarhaneye. Böyle mal mı olur ulan?

Şükrü yaşananların, özellikle de oğlunun torbacı arkadaşıyla getirdiği planı kabul etme aptallığının bir rüya olmasını diledi. Nasıl bu kadar salak olabilmişti? Ufak tefek halüsinasyonlar ile köşkün perili olduğunu inandırması gereken mantar sote, bütün Üsküdar’ın haberdar olduğu, akıl hastanesi ve cumhuriyet savcılığıyla devletin meseleyi devraldığı bir rezilliğe dönüşmüştü. Ne yapacaklardı? Bu peri mevzusunu sürdürmekten ve «yiğenimi perileri delirtti» diye ısrarla ifade vermekten başka şans var mıydı? Hayatının son günlerinde gençleşeceği, sayesinde eski günlerine, kral alemlerine döneceği konak, onu tam tersi hapse mi yollayacaktı? Yoksa konak gerçekten periliydi de ondan intikamını böyle mi alıyordu? Daha fazla düşünürsem delireceğim diye kendini dışarı attı. Apartmanın kapısında polislerle karşılaştı. «Savcı bey olay yerinde keşif yapıyor. Sizi bir de orada dinlemek istiyor. Hemen gidelim» diyen polislere 7- 8 saniye bön bön baktıktan sonra ani bir hareketle «Yukarıdan ceketimi alıp geleyim» deyip içeri seğirtti. 10 dakika sonra elinde birtakım poşetlerle çıktı.

* * *

– Valla bildiklerimiz bunlar sayın savcım

– Yani adam aranızda miras anlaşmazlığı olan bu mülke girince bir anda delirdi. Periler mülk satılmasın diye herife kafayı yedirdi. Sen de benim buna inanmamı bekliyorsun öyle mi?

– Sayın savcım ne miras anlaşmazlığı? Yeğenimle biz anlaşmıştık. Ben de satmayı kabul ettim. Semtte herkes şahit. Gel, görelim fiyatı belirleyelim dedim. Girince bunlar oldu

– Daha önce buranın böyle olduğuna dair bir şayia, dedikodu yok. Karakol polisleri de duymamış?

– Efendim bilemiyorum. Ama siz de polis arkadaşlar da çok yorulmuşsunuzdur. Etli mantar sote ve pilav getirdim. Buyurun sefer tasında afiyetle efendim

– Ne sotesi ya? Nereden çıktı? Olay yeri burası.

– Ama efendim karımın lokantası çok ünlüdür. Şaziye’nin Perili Ev Yemekleri derler mahallede. Herkes bayılır. En iyi yemeği de mantar sotedir. Karakola da çok satarız. Arkadaşlarla bir lokma tadına bakın en azından.

Önder Baran Tunç