Öykü

Bir Varmış Bir Yokmuş

Bebek beşiğinde mışıl mışıl uyuyordu. Altı temiz, karnı tok, huzur verici ve tamamen savunmasız görünüyordu. Savunmasız derken çocukların sahip olduğu güçsüzlük değil; güvenli duvarların içinde olması gerekirken, kurdun insafına terkedilmiş bir kuzunun savunmasızlığıydı bu. Ne bir tılsım ne bir gözcü… Bebeği korumak adına yapılan bir şey yoktu. Beşiğin etrafında davetin çekiciliği, tehdidin kışkırtıcılığı ve tuzağın kokusu dans ediyordu.

Kadın, bebeğin annesi, titremiyordu. Yapacağı şeyin korkunçluğunu ya anlayamıyor ya da umursamıyor gibi görünüyordu. Ama aklının derinliklerinde attığı çığlıklar bu sessiz dehşetin eksikliğini gideriyor, yemekteki eksik tuz tamamlanıyor ve her şey mükemmelleşiyordu. Kadın ne yapmak üzere olduğunun farkındaydı. Ne yazık ki kendini, daha doğrusu Kuklacı’yı durdurmak için elinden bir şey gelmezdi. Zayıfların böyle bir lüksü hiçbir zaman olmamıştı. Kuklacı’nın istediğini yaparlar, söylediğini söylerlerdi. Tıpkı şimdi olduğu gibi; Kuklacı kadından elindeki yastığı bebeğin yüzüne bastırmasını istedi. O da yaptı.

Tam o anda loş odanın içinde küçük bir kızın ince, sakin sesi yükseldi.

“Bu denli aptal olduğunu biliyordum Kuklacı, lakin göreceğim hiç aklıma gelmezdi.”

Kukla yerinden zıpladı. Kafasını öyle hızlı çevirdi ki büyüden kurtulabilirse kadın muhtemelen boyun ağrısından epey çekecekti. Şu anda ise Kuklacı’nın şaşkın suratını ayna misali yansıtıyordu.

Küçük kız miskin bir kedi kadar rahattı. Çoğu kişi ifadesiz yüzündeki mavi gözlerini sinir bozucu bulurdu. Kızın gözlerine bakmak buz parçalarına dokunmak gibiydi. Asırlar önce silinen gözbebeklerinin karalığından yoksun gözleri her zaman soğuk, sakindi. Gülümsemeyi severdi ama. Özellikle yaramazlık yapacağı zamanlarda. Anlaşılan Kuklacı’nın bundan haberi vardı. Öyle ki küçük kız kibarca gülümseyince kuklanın gözleri irileşti. Kız sanki elinde tüy varmışçasına rahat bir hareketle boyundan büyük kara asasını kadına doğrulttu.

“Rica etsem yastığı aldığın yere koyar mısın?”

Kuklanın suratında çarpık bir gülümseme belirdi. Başını ellerinin arasına aldı. Şehrin diğer ucundaki Kuklacı konuştu, kuklası da konuştu.

“Boş gitmeye niyetim yok. Şimdilik bu kadının hayatı da yeter.”

“Olur tabii,” dedi kız yüzündeki ifadeyi bozmadan. “Nasıl olsa, hayatta tutmam gereken kişi o değil.”

Kelimeler daha havada süzülürken kızın asasından bir ışık huzmesi fırladı ve doğruca kadının göğsüne gömüldü. Kadın çığlık dahi atamadan iki büklüm oldu. Yere yığılıp kaldı. Kadının dudaklarından dökülemeyen çığlık kilometrelerce ötede bir adamın ağzından sel suları misali taştı. Adam boğazı yırtılırcasına haykırdı. Kömürleşen gözlerinin acıyla uludu durdu. Sonra birden sesi kesildi. Ertesi gün ailesi o karanlık odada adamın cansız bedenini buldu.

Her şey çok çabuk ve olabildiğince sessiz olmuştu, fakat tilki uykusuna yatmış olacak ki bebek uyanmıştı. Beşiğinde kımıldanıp duruyor, mırıldanmakla ağlamak arasında karar vermeye çalışıyordu. Gözlerini bebekten çeken kız, yerdeki kadına bir süre sakince baktı. Kadının nefes alışverişleri normaldi. Uyanınca doğal olarak biraz ağrısı olacaktı. Kız, Kuklacı’nın onu duymayacağını bile bile mırıldanmaktan kendini alamadı.

“Hayatta tutman gereken kişi o değil, fakat birinin bu velete bakması gerekiyor.”

Yürüdü. Beşiğin kenarına dayanıp, ağlamaya karar vermiş bebeğe ifadesizce baktı. Bebek tombik bir şeydi. Cırtlak da bir sesi vardı. Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş, faydasızca yatağın içinde debeleniyordu. Bu bebek büyüyecekti de, güçlenecekti de, iblisin kıçına tekmeyi basıp dünyayı kurtaracak kişi olacaktı. Bir an bu çok komik geldi. Gerçi, yitip giden onlarca asırda Mayda büyüyen ne çocuklar görmüştü.

Cırtlak sesiyle ortalığı yıkan bebeğin ağzına elini bastırma isteğine karşı koyarak usulca gülümsedi.

“Sessiz ol bebek. Birazdan herkesi başımıza toplayacaksın.”

Bebek, Mayda’nın sesini duyunca ıslak gözleriyle dikkatle ona baktı. Beşiğin kenarına dayanan küçük kız, “uyumalısın,” diye fısıldadı. Bebek huzursuzca kıpırdanıp, homurdandı.

“Ninni mi istiyorsun? Hiç tavsiye etmem. Zaten ninni bilmiyorum. Ama…” Durakladı. Gözleri dalgınlaştı. “Bir masal anlatabilirim. Pek az kişinin bildiği, çok ama çok eski bir masal bu. Dinle bak.”

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben anacağımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken uzak mı uzak diyarın birinde beli bükük, sesi titrek bir cadı yaşarmış. Adı sanı anılmaz, varlığı tanınmazmış. Hayat dediğimiz yerde bir hayalet gibi varla yok arasında dolanır dururmuş. Dünü bilmez, yarını beklemez, genç çehresine yılların değil de kaderin attığı çiziklere aldırmadan yaşar gidermiş.

Bir gün bu cadı yıkık dökük, terkedilmiş bir viranenin kararmış taşına bırakılmış bir bebek bulmuş. Zavallı yavrucağın ağlamaktan bülbül sesi kısılmış, ak pak teni mora çalmış. Cadının yüreği cız etmiş, biçare bebeciği orada öyle bırakıp gidememiş. Bir lokma aşını aş etmiş bebeğe, bir karış örtüsünü giyecek. Böylece bebek can yoldaşı olmuş cadıya, cadı ise ona ata.

Günler yeşermiş, günler solmuş. Bebek konuşur olmuş, şarkılar söylemiş; yürür olmuş, danslar etmiş. Gök gözlü, al yanaklı, güneş kanatlı, peri soyundan gelme, tatlı mı tatlı bir çocuk olmuş. Cadıya, “ana” demiş, onu sevmiş; lakin annesinin kötü bir huyu varmış ki peri çocuk onu bir türlü anlayamıyormuş. Annesi onu taşları demirden, kapısı çelikten bir damın altındaki küçük bir odaya kapatmış. Uçup gidemesin diye penceresine parmaklık çaktırmış. Yüzünü de bir kişioğluna göstermemiş. Küçük peri ne yapsın? Çaresiz. Odasının demirli küçük penceresinden izlermiş güneşi ve yıldızları. Sesler duyarmış zaman zaman. Merak edermiş dünyayı, çokça da insanları. Toprakta yetişen çiçekleri koklamak, göllerde balıklarla yarışmak ve en güzeli de oynayan çocukların arasına karışmak hayallerini süslermiş. Onun da sesi olmalıymış bağırıp çağıran çocukların arasında. Koşmalı, terlemeli, kaybettiğinde ağlamalı ve sevinmeliymiş kazandığında.

Onu böyle hapsettiği için çok kızıyormuş annesine. “Dünya kötü, can tatlı,” diyormuş annesi. “Karganın yavrusu kuğu olur mu hiç derler. Ak yüreğine kara çalarlar. Güneş kanadını koparıp atarlar. Bırakmam seni,” diyormuş. Kim dinler? Annesi dilediği gibi dolaşırken dışarıda kendisini hapsetmesini kabul edemiyormuş.

Yine ağlarken o karanlık, ıssız odada bir gürütü kopmuş kapısının dışında. Sesler duymuş sonra. Hem de ne ses! Küçük perinin yüreği hop etmiş susmuş. Beti benzi solmuş. Demir duvarlar titremiş, çelik kapı inlemiş. Başları tavanı delen, gözleri kızıl kızıl yanan, sarı güneşi dahi soldurup kaçırtan devler dikilmiş küçük perinin önüne. Kara pençelerini savurmuşlar, yakalamak istemişler periyi. Cadı geçmiş önlerine ya yetmemiş gücü devleri durdurmaya. Al kanı ak göğsünü boyamış. Gözlerinin feri sabah yeli gibi uçup gitmiş. Küçük peri, “anam” demiş ağlamış, “canımın içi” demiş dövünmüş. Kederinden saçını başını yolmuş da şeytanlara yeter mi hiç. Küçük perinin yalvarıp yakarmalarına aldırmadan güneş kanatlarını koparıp atmışlar.

O vakit hata ettiklerini anlamışlar ya neye yarar. Küçük perinin gören gözlerine kara düşmüş, gök gözleri görmez olmuş. Atan kalbine buz düşmüş, yüreciği atmaz olmuş. Ölüm korkmuş, ona varmaz olmuş. Devlerin kara saçları ağarmış, çömük gözleri fır dönmüş. “Aman” demişler, küçük peri duymamış. “Biz ettik, sen etme,” demişler, küçük peri aldırmamış. Kara kanlarını akıtmış. Dev gövdelerini parçalamış, dört bir yana savurmuş. Öfkesi ateş olmuş, içinden taşmış. Yakıp yıkmış her şeyi. Topraktaki çiçekleri görmemiş, bağıranları işitmemiş. Derler ki koca şehir bir gecede kül olmuş. Ne yeşil bir yaprak kalmış geriye ne de bir nefes.

Kara haber tez gelir. Kral da korlar soğumadan duymuş olanları. Öfkesinden kabarmış hindi gibi. Vurmuş tahtının koluna, buyruk salmış erlerine.

“Ak düşmez kara saçlara ak düşüren.

Korku varmaz yürekleri titreten.

Baş eğdirip, diz çökerten.

Yiğitlerim!

Her kim ki benim birliğimi bilmez, can hakkı tanımaz bu densizin başını getirirse;

Ak atlarım ona binit olsun.

Ak köpüklü sularım ona içit olsun.

Sürme gözlü koyunlarım ona aş olsun.

Ulu dağların yükseldiği topraklarım ona geçit olsun.

Ahu gözlü, ince belli kızım ona eş olsun,” demiş.

Böylece kılıcı titremez, bileği eğilmez erler düşmüşler yollara. Küçük periyi buldukları kadar da tez gelmiş ecelleri. Artlarında bıraktıkların nicesi, “oğul” diye ağlamış. Nicesi “kardeş” diye ağlamış. Küçük perinin namı almış başını yürümüş, şeytanla bir anılır olmuş.

Tüm bunlar olurken, yedi dağın ardında deli desek deli değil, akıllı desek akıllı değil bir oğlancık yaşarmış. Toy bir gönlü varmış, onu da tutmuş kralın kızına kaptırmış. “Ahu gözlüm” der iç çeker, “ak tenlim” der ah edermiş. Kralın buyruğu gelince kulağına durur mu hiç. Yaydan atılan ok olmuş fırlamış.

O vakit oğlancığın ihtiyar babasına bir gam çöküvermiş. Bilirmiş ki oğlu giderse dönmeyecek. Damı delik ocağının ateşi sönecek. Oğlancığının kır saçlı anacığı kederinden ölecek. Ne yapmalı ne etmeli diye iki adımlık odada dolanmış durmuş. Gün ağarırken de ak kaftanını geçirmiş sırtına, ak asasını almış eline, düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Dağları aşmış, ovaları geçmiş. Sonunda küçük periyi bulmuş, karşına dikilmiş.

Küçük peri bakmış ki karşında bir ihtiyar. Göbeğine varan sakalına kır düşmüş. Güneşten kavrulmuş derisi buruş buruş, parmakları boğum boğum. Tutamamış kendini. Bir kahkaha patlamış ki bastığı yer sallanmış.

“Ah, benim ihtiyar dedeciğim!

Ucu bucağı görünmez,

Git git yayları bitmez,

İç iç suları tükenmez,

Ulu ulu dağları sayılmaz diyarda

Bir yiğit sen mi kaldın?

Yoksa,

Seveceğimi sevdim,

Göreceğimi gördüm, dersin,

Ondan mı dikilirsin yolumda?”

İhtiyar çökmüş yere, akağaçtan yapılma asasını koymuş yanına, başlamış tütününü tüttürmeye.

“De hele küçük peri kızı,” demiş. “Nice güzel yüzlü oğlancıkların al kanını akıtan sen misin?”

“Benim,” demiş küçük peri kızı.

“Nice anacığa ‘oğul oğul’ diye saç yoldurup, yüz kanattıran sen misin?”

“Benim,” demiş küçük peri kızı.

“Nice yoldaşa ‘kardeş kardeş’ diye yaş döktüren, yas tutturan sen misin?”

“Benim,” demiş küçük peri kızı.

“Bilir misin,” demiş ihtiyar.

“Benim ovaların ve dağların ötesinde bir köyüm var.

Köyümün yanında bir dağ var.

Dağın ardında bir orman var.

O ormanın içinde ulu bir ağaç var.

O ulu ağacın başı gök alemine uzanır, kökü yeraltı alemine.

Yüce ruhlar oturur dallarında, köklerinde şer.

Bazen yol gösterir, bazen yolun kendisidir.

İşte benim asam o ulu ağaçtandır.

Bu asayla eğilmez başını eğmeye,

Çökmez dizini çökertmeye,

Körpecik canını almaya geldim.”

“Bilir misin ihtiyar,” demiş küçük peri kızı.

“Nice güzel oğlancıkların canını almadan önce,

Nice anayı ‘oğul oğul’ diye ağlatmadan önce,

Nice yoldaşa ‘kardeş kardeş’ diye yas tutturmadan önce,

Gün soldu gece oluverdi.

Kara yüzlü kara ruhlu şer kapıma dayanıverdi.

Ak göğüslü, gülyüzlü anacığıma kıyıverdi.

Körpecik kanımı döküp, gün ışıklı kanadımı koparıverdi.

O vakit gören gözüm görmez oldu.

Atan kalbim atmaz oldu.

Ak kanatlı can alan ruh bana varmaz oldu.

Toy göründüğüme bakıp da aldanmayasın.

Ben ki nice yiğidin canını almışım.

Eğilmez çelik kılıçlarını kırmışım.

Delinmez kalkanlarını parçalamışım.

Sen ki sırtın kambur, bir kemik bir sakalsın.

O ulu ağaçtan yapılmışsa yapılsın asan.

Sadece bir çubuktur kor öfkemi harlandıran.”

Demiş ve başlamışlar vuruşmaya. Kırk gün kırk gece sürmüş savaş. Sular kaynamış, toprak kavrulmuş. Gök kararmış, kül yağmış. Sonunda küçük perinin başı düşmüş yere, gözleri kapanmış. İhtiyar kazanmış savaşı ve hakkı olarak istemiş kraldan oğlancığına kızı.

O ne sevinçli bir günmüş öyle. İnsanlar bayram etmişler. Şerrin ölüşünü, iyiliğin yüceliğini kutlamışlar. Ozanlar söyle söyle bitmez, anlat anlat tükenmez destanlar yazmışlar ihtiyara. Övmüşler yiğitliğini. Yaşadıkça kişioğlu anılsın namı demişler. Kurbanlar kesmişler. Şölenler düzenleyip, sofralar kurmuşlar. Ulu ateşler yakılmış. Giyeceği olmayan giydirilmiş. Aç olan doyurulmuş. Prensesle ihtiyarın oğlu evlenmiş. Düğünleri kırk gün kırk gece sürmüş. Oba oba insan gelmiş, içki içmiş, dans etmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü. Biri anlatanın olsuun, biri kapanın olsuun, biri de dinleyenin.”

“Ah, uyudun mu?”

Küçük kız uzanıp, bebeğin tombul yanağını usulca sevdi. “Uyu bakalım,” diye fısıldadı. “Uyu ve görebildiğin kadar huzurlu düşler gör.” Dudağının bir kenarı yana kıvrıldı. “Şimdilik.”

Bir Varmış Bir Yokmuş” için 8 Yorum Var

  1. Vay canına. Şimdiye kadar okuduklarım arasından söylesem de, eminim seçkinin en iyi öyküsü budur. Ve kesinlikle devamını getirmenizi isterim.

    Söylenecek çok söz yok. Son dört öykü seçkisinde şimdiye kadar çok hoşuma giden 3 öyküden birisi oldu. Elinize, emeğinize sağlık.

  2. Selamlar;

    Çok güçlü bir kaleminiz var. Betimlemeler, anlatım, üslup ve diyalogların hepsi yerli yerinde, hepsi tam kıvamında. Ne çok süslü, ne çok sade… Tam olması gerektiği gibi. Baştan sona keyifle okudum. Kaleminizden daha fazlasını okumak dileğiyle.

    Elinize sağlık…

  3. Senden de bu beklenirdi. 🙂 Her zamanki gibi kaliteli olmuş.Benim en beğendiğim yerler şu sıfatlar oldu.Zekice düşünülmüş.Takipteyiz.Devam!

safir için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *