Öykü

Boyunduruk

Evvela kalemden özür dilemek gerek, birazdan yazacaklarımda ona pay düştüğü için. Heyhat, bir belge, bir dilekçe yazmak lazım olmayagörsün hemen çekinen, ürken ve kılı kırk yaran ben neler kaleme alacağım. Bir tuhaflık sezmiyorum hâlimde… Eğil.

Taşrada, daha tabelası görünür görünmez, yaşayışının silahlarını şehre çevirmiş bir ilçede dedemin, dedemin babasının ve sanki yalnızca isimleri bir ağaca nakşedilsinler diye yaşamış, soyadımızı taşıyan kan bağıyla kendini hatırlatan, zihniyetini değil o kan bağını taşıdığım aile fertlerinin bir kısmına yuva olmuş bir evimiz vardı. Sakalını çehresine yayamamış yahut saçkıran yüzünden saçları yer yer dökülmüş biri gibi boştu: Eşyalar duruyordu fakat insanı kalmamıştı. Bizi istememesine karşın şehrin koluna girmiş, şatafatlı ve fırsat sunan hayatına karışmayı arzulamış, onun yancısı olmuştuk. O eve gidip gelmez, orada geçen günleri yalnızca yâd ederdik. Hayatınca sanata hiç merak salmamışların ruhu kadar bakımsızdı.

Şehre kırk, kırk beş dakikalık mesafesi bu ilçeyi müteahhitler için her yanı satılık bir pazara çevirmişti. Diğer akrabalarla yaptığımız mal bölüşümden bize bu ev kalmıştı. Nitekim dört kişinin, ben ve üç kardeşimin, pay sahibi olduğu bu evin yerine apartman dikmek için teklifte bulunan bir müteahhit çıkmıştı. İnsan fırsatını bulsa para için, kendi çocukluğunu dahi işçi yapıp çalıştırır. Ellerimizi ovuşturup teklifi kabul ettik. Eğil. Evin yıkılışını zihnimizde yıkılan anıların sesini keserek izledik. Kardeşlerim uzak şehirlere yerleştikleri için olası bir sıkıntıda ilgilenmek bana düşüyordu.

Ev yıkılıp temel kazılmaya başlandıktan kısa bir süre sonra müteahhit aradı. İşlerin yolunda gitmediğini söyleyince bizim oralarda çokça rastlanıldığı gibi apartmanı bitirmeden bırakıp gideceğine yordum. Derdi bambaşkaydı. İnşaatına başlanılacak apartmanın temeli için kazı yapılırken bir baraka bulduklarını söyledi. Sesi arzuladığı parayı henüz kazanamamış olmanın ve karşısına çıkan beklenmedik bu engelin, barakanın, öfkesiyle doluydu. Barakayı oraya kim ne ara yaptı, hep orada mıydı, niçin yaptı sorularını bir kenara bırakıp “Niye yıkmıyorsun?” diye sordum. Yıkmıştı yıkmasına fakat ertesi gün yine evin temelinde önceki gün nasılsa o şekilde bitiverdiğini söyledi. Eğil. Korkuyordu, içeri girip bakmasını istedim, hiç oralı değildi. İşçiler ona orada kapıyı zorlayan, çok güçlü olmasına karşın barakaya zarar vermeyen yumrukları anlatmıştı. “Polise haber verseydin.” dedim. Vermişti vermesine fakat üstünde durulacak bir sorun bulamamışlardı. Belediyeden, komşulardan gelecek bir sıkıntı zihnimizin köşesinde duruyordu ama toprağın ortasında yıkılsa dahi yerine dönen bu yapı beklenmedikti. Gidip barakayı görmek, bu manasız durumu tetkik etmek için yola koyuldum.

Vardığımda arabanın içinden barakayı gördüm. Yer yer çürümüş tahtalar, sanki yüzlerce yıl evvel esen rüzgârı gövdesinde hissetmiş ağaçlardan yapılmış, orantısız beş altı parça tahtanın kapı niyetine durduğu, çatısı ise sımsıkı nizami, özenle tutturulmuş küçük bir kulübeyi andırıyordu. Müteahhit beni bekliyordu. Arabadan indim, elini sıktıktan sonra beni sürükleyerek barakaya yaklaştırdı. “Bak şuna, şekilsiz. Si… tövbe tövbe.” Giren çıkan olup olmadığını sordum. Başını iki yana salladı. “Komşular ne diyor?” “Laf yayılmasa keşke.”

En yakın ev, sekiz on metre uzaktaydı. Bahçemizin bitmesiyle başlayan duvarların ardında kalıyordu. Selime teyzenin yanına gittim. Hâl hatır sormayı geçtikten sonra vaziyeti anlatmaya kalmadan “Geceleyin,” dedi, “sizin evin civarı daha karanlık. Sokak lambası da kâr etmiyor.” Işık bilmez, dünyadan sürülmüş fakat dünyaya hapis kalmış bir yerin çıkmazına dönüşmüştü.

Geri döndüğüm zaman müteahhidi barakaya göz atmak için ikna etmeye çalıştım. Faydası yoktu, akşam vakti yaklaşmaktaydı. En azından ben içeriye bakınırken yakınlarda durmaya razı edebildim. Aralıksız besmele çekiyor, gizlemeye çalışsa da titriyordu. Kapıyı zorlanmadan açtım. En büyük hatam işte budur. Eğil. “Bari kapıyı tut.” dedim. Ne olur ne olmaz, kapı kapanırsa işte o zaman ürkebilirdim. Fakat içeride kayda değer hiçbir şey yoktu. Karanlığın çöküyor olması görülecek şeyleri kısıtlıyordu. Yalnızca ahşap bir masada üç beş kâğıt parçası elime geçti. Müteahhit artık çıkmamı istiyordu, sırtı bana dönüktü, yüzünü çevirip içeri bakmamıştı. Orada ne beklediğimi bilmiyorum fakat hayal kırıklığına uğramıştım. Ne kapıyı yumruklayan birileri ne bir hayvan vardı.

Ayrılırken “Bu iş böyle olmayacak, bir hocaya gidelim.” dedi. Duraksadım, karşı çıkmayarak, “Yarın hallederiz.” diyerek onu başımdan savdım. İlçenin çarşısına doğru yola koyuldum. Hazır gelmişken uğranılacak aile dostları vardı. Kahvenin önünden geçerken dedemi bir sandalyeye oturmuş bana bakarken gördüm. Orta yaşlı, güçten kuvvetten düşmemiş hâliyle karşımdaydı. Her şey o an değişiverdi. Batmakta olan güneş rengine ansızın koyu tonlar ekledi fakat gün batımı olması yadırgamamı engelliyordu. Gözlerim karanlıkla çerçevelenmişti.

Güler yüzünü, beni bekleyen bakışlarını karşımda görür görmez etkisinde kalmıştım. İçimde bir terslik olduğunu, dedemin sağ olmadığını bana hatırlatacak gücü, zihin alarmını ezen, susturan, parçalayan başka bir güç, sezdirmeden kendisini dayatmıştı. Başıma gelenleri ancak şimdi ayırt edebiliyorum. Yanına gittim. Elini öptüğüm vakit etrafımızdaki insanlar silindi, çarşıda pencerelerden bana bakan acayip yaratıklar görür gibi oldum. O saniyelik değişimi, alışık olunmayanı beklemeyişimin verdiği senede dayanarak yadırgamadım. Yine de irkilmiştim. “Hadi,” dedi, “evimize gidelim.”

Evimizin yıkıldığını anımsıyordum fakat evin gözlerimin önündeki karşılığının o baraka olduğunu ne ara kabullendiğimi hatırlayamadım. Dedem önde ben arkada eve doğru yürüdük. Yolda boş arazilere, bodrumların ışıksız pencerelerine selam verip durdu. Barakanın önüne geldiğimizde arkasını döndü. “Gel.” dedi. İçimde direnen, karşı koyan ama zifte bulanmış sağduyuyu hissettim. “Gel evladım, soluklanalım.” İkirciklenmiştim, barakanın içinde yumruklarcasına tahtalar sallanmaya başladı. “Gezip görmeyi severdin sen. N’oldu artık sevmiyor musun?” Ona baktım. Gözleri birer ağız olsa köpürürdü. Bacakları titremeye başlamıştı, zor zapt ediyordu. Ve o sağduyu, sorgulamaya yönelen ramak kalmışlık yok oldu. Barakaya değin yavaş adımlarla sürüklendim. İçeride ateş yanıyordu. Masa bu kez ahşap değildi. Taş masanın üzerinde çeşitli dillerden kağıtlar, parşömenler vardı. Kağıtlar arasında sanki dikkatimi çeksin diye konulmuş bir tanesine yaklaşıp aldım. Bu kargacık burgacık yazıyı tanıdım.

Seneler önce daha çocukken kaybolmuş arkadaşım Saffet’in yazısıydı. Ondan az kopya çekmeye çalışmamıştım ve yine onun yazısını okuyamıyordum. Ne kadar zavallıca, polise gitmek aklıma düştü. Elimde kâğıt arkama dönünce tahta kapının sımsıkı kapandığını gördüm. Açmaya çalıştım başaramadım, o vakit müthiş bir korku içimde tecelli etti. Var gücümle kapıyı yumruklamaya, omzumla zorlamaya başladım. Meğer bu, eğlencelerinden biriymiş. Telefonuma davrandım fakat ceketimin üzerinde olmadığını fark ettim. Nereye bıraktığımı hatırlamıyordum, irademin tekrar kaybolmaya başladığını idrak ettim. Bana dünyanın en beceriksiz gülüşüyle bakan dedem bir oyuktan aşağı inmeye başladı, peşine takıldım. İlk uğradığım seferde bu oyuğu hiç fark etmemiştim. Yerin altına doğru indikçe kavrayışımın değiştiğini, farklılaştığını söyleyebilirim. Zihnimin perdeleri kalkıyordu. Sağımda solumda bu toprak yokuşu aydınlatan duvarlar uzayıp gidiyordu. Bu duvarlara dünyanın farklı yerlerinden farklı zamanlarından taşındığını sonraları öğrendiğim korkunç iblis yüzlerinin bulunduğu, oyma taşların içine yerleştirilmiş alevler tutunmuştu. İblislerin ağzındaki ateş harlandıkça, onlara zamanında av olmuş kurbanlarının hâlâ bitmek bilmeyen kanı saçılıyordu.

Dedemin sureti yokuşu indikçe değişmeye başladı. Katılaşıyor, rengi dönüşüyordu. Önümdeki yaratık, büründüğü, yaşarken kimseye zararı dokunmamış dedemin kılıfını bıraktı. Evvel zamanların bir gölgesine evrildi. Sesler, Tanrı’nın dahi yaratırken aklının ucundan geçmemiş korkunç sesler işitir oldum.

Dünyanın, yaşadıkları kayda henüz geçmemiş bir devrinin şeytanının avucunda olduğumu anlamıştım. Yalnızca titriyordum, korkum çığlığa dönüşemediği için ruhumda hapsolarak daha ziyan daha acınası bir çaresizliğe evriliyordu. Ne çok ne çok sütunlu lahit vardı. Sonradan vakıf olduğum üzere, lahitlerde türlü ifritlerle münasebet, muhabbet kurmuş ve onların boydan boya uzayan karaltılarını yücelik sayarak teslim olmuş antik krallara aitti. Yas tutan şeytanlar, kimi kralların önünde eğildiği iblislerden işlemeler göze çarpıyordu. Bazı lahitler ifritlerin alt ettiği insan, melek motiflerinin barınağıydı. Binlerce yıl evvel zapt ettikleri nehirlerden taşınan, ölmek üzere olan ve susuzlukla terbiye edilmiş, yalvaran bir komutanın heykelinin ellerinden akan suları gördüm.

Duvarların hemen önünde, ağır adımlarla bu mezarlara yaklaşarak bakışları yere çevrili, özenle, ağır adımlarla tavaf edercesine dönen gölgeler, iblisler vardı. Sesleri ürkütücü, hiçbir dünyaya ait olmayan bir tınıdaydı. Ancak yankısı insan sesine dönüşüyor ve bir ağıt hâlini alıyordu. Gelmesi beklenilen bir şeyi hissettim. Sürüsünce lahdin arasından geçip ortadaki boşlukta, onun kolları altında Tanrı’ya isyan etmiş bu şeytanların, bu kralların önünde duracağını idrak etmiştim. Dört hizmetkârın taşıdığı etrafı siyah tüllerle örtülmüş bir kubbede uğultular eşliğinde gelip yerine vardı. Dev bir sandukanın içerisinde hareketsiz duruyordu. Ve hangi dilde olduğunu bilmediğim hâlde bana dediklerini anladığım bir emir verildi: “Eğil.”

Eğildim, yine de etrafımda olup bitenin ayırdındaydım. Onu bir bütün değil parça parça görüyordum. Görmemi istediği, iğrenmemden zevk alarak bana gösterdiği her şeyi zihnime kazıdım. Kendisini yok etmeye çalışanlarca verilmiş zararların izini vücudunda taşıyordu. Simsiyah dudakları, tırnaklarının arasında binlerce yıl öncesinin Mezopotamya diyarının toprakları, önemini çağlar atladıkça yitirmiş bu topraklarda saklanmaya uygun bulduğu tabanları eğrilmiş ayaklarıyla karşımdaydı. Tülün bana bakan yüzünde hiç görmediğim semboller, hangi dilde olduğunu bilmediğim yazılar yer edinmişti. Yanlarına düştüğümden beri dar çeperinden sıyrılan algımla beyaz yazıyı okuyabilmiştim: “Lanet olsun bizi yurdumuzdan edenlere.” Ve tüller uğultuların tapınmaya kandığı anda alev aldı. Yükselen sesler arasında kolezyumun ortasında kendimi bulmuş gibiydim. Zarar vermesinler diye iyice yere kapandım. Geri kalan her şey eski evimizin içi kadar boş.

Baraka, kayboluşumun ertesinde tekrar yıkıldı ve vakit kaybetmeksizin yerine apartmanı dikmeye başladılar. Hocalara beyhude okuyup üflettiler. Dört işçi öldü. Barakaya içine girmeden yalnızca bir bakıp, kayıp olarak aramaya devam ettiler beni. Yok oluşumun kardeşlerimde bıraktığı acı birlikte yaşamayı öğrendikleri evcil bir hayvana dönüştü.

Çocukluk arkadaşım Saffet burada. Ve burada göğüslerinde muhafaza ettiği yılanları, göğsünü emen kişinin ağzından ansızın içeri bırakıp bütün vücudunu delik deşik eden antik çağın fahişeleri; ölüm yıl dönümlerinde dirilip hiç zarar görmemiş dünyevi bedenlerini öpüp, o şanlı günlerini anan krallar var. Apartmana taşınmış yeni gelinin çocuk sahibi olmasını, lohusalık dönemini dört gözle bekliyoruz.

Esir düşmüş herkes kendi dilinde başına gelenleri yazmak zorunda. Tıpkı Saffet’e kargacık burgacık yazısıyla yazdırdıkları gibi. Yüzyıllar evvel okuma yazma bilmeden, ellerine düşenlerin nasıl geldiğini anlatan resimlerle dolu bazı duvarlar. Ve ben, onları öven, yücelten şiirler, yazılar yazmakla mükellefim. Ürperterek güçlerini yansıtıyorlar. Buraya ezkaza gelecek birisi çok şeye vâkıf olacak. Fakat hayatını, en azından bildiği hayatını da feda etmiş olacak. Lisan, ırk fark etmeden nüfuz eden kötülüğün kalbine erişecek. Korkmuyorum, korkmama veya üzülmeme müsaade edilmiyor. Yerin altında meskenini gizleyen, ait oldukları dünyanın silinen izleriyle birlikte reddedilmiş, ihtişamlı zamanlarını geride bırakmış ve afaki addedilen bu yaratıklarla birlikteyim.

Sen, bir şekilde buraya gelmiş ve kötülükle sınırlarını henüz aşmamış, lisanımı bilip bu satırları okuyan ey bahtsız, meraklı kişi. Sana “Yol yakınken dön.” demeyi çok isterdim. Şunu kavramalısın ki kurtuluşun yok. Hoş geldin, eğil.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Vurucu son adım adım örülür ve gerilimin dozu giderek artarken “eğil” sözcüğünün foreshadowing olarak baştan beri yer alması tekinsizlik havasını adeta damardan sızdırıyor. İblislerin dünyasına geçtikten sonraki betimlemeler çok iyi. Taşradaki evde kimsenin yaşamamasıyla ilgili benzetmeye bayıldım. Hafif lavanta ve naftalin kokan kelime seçimleri de öyküye yakışmış.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for acimatriyarka

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *