Öykü

Keşifler Çağında Gizlenmiş Ada

Arşivin tozlu raflarında dünyanın en önemli sırrını arıyormuş gibi davranan telaşlı adımların dış dünyayla en ufak bir bağlantısı yokmuş gibi görünüyordu. Arşiv görevlisi kadın, bu tuhaf genci dikkatle süzdükten sonra okuduğu magazin dergisine döndü. Öğrenciler üniversite tezlerine kaynak aramak için sık sık arşive uğrardı. Bunda elbette bir tuhaflık yoktu ama bu genç, en amiyane tabirle akademik bir tipe benzemiyordu. Saçları dağınık, gözleri sürmeliydi; siyah trençkotu hafif kırışıktı. Ama onu tuhaf yapan bu değildi. Çok soluk tenliydi ve her ne arıyorsa hayatı tamamen buna bağlıymış gibi davranıyordu. Ve yağmur yağarken, dışarıya doğru tuhaf bir bakış atmış, eğer yağmur devam ederse kütüphanede kalıp kalamayacağını sormuştu. Görevli kadın bunun mümkün olmadığını söyleyince daha da sararmış, hiçbir şey söylemeden sessizce aradığı şey her neyse ona odaklanmıştı.

Genç adam, yıllar önce ölüp gitmiş olan Profesör Malter’in gizli araştırmasının kaynaklarını arıyordu. Şekildeğiştirenlerin varlığına tanıklık etmiş sayılı insanlardan biriydi ama o bile bu yaratıkların varlığına inanmamıştı. Aşktan derbeder olmuş bir Şekildeğiştirene şizofren damgası vurmak tam da mantığın kölesi olmuş insanların yapacağı türden bir işti.

Ama yine de bu arşivde onun bulması gereken çok önemli bir belge olmalıydı. Bulması ve yok etmesi gereken bir belge. Hatta onu bulup da işlemci adını verdiği bir aletle olayları tersine çevirmeyi başarabilirse dünya onun ve halkının sırrını asla öğrenemeyecekti. Halkının güvenliği buna bağlıydı. Profesör denen o adam her şeyi mahvetmişti. İç geçirdi. Erdic denen o adamın tehditkâr bakışları aklına gelmişti.

“Eğer başarırsan sadece sen ölürsün. Eğer başaramazsan hepimiz ölmek zorunda kalırız.”

Pislik herif. O sadece baştakilere yalakalanmayı bilirdi.

Terbiyesini topladı. Aradığı bilgiye odaklandı. Her bir dosyaya tek tek bakarken yorgun zihni ona ihanet etti ve masanın başında, evrakların arasında uyuyakaldı.

Bir süre sonra bir çıt sesine uyandı. Daha önce hiç görmediği mavi bir dosya gün yüzüne çıkmıştı. Halkının tanrıları ona yardım ediyor olmalıydı. Başlık şu şekildeydi; Fransız Devriminden Sanayi Devrimine: Devrimler ve Keşifler Çağı. Evet devrim, aradığı şey buydu. Devrim sırasında halkı Fransa’daydı. Dük Le Monde de öyle.

Adı kitaplarda yazılmamış büyük kâşif. Bu elbette şekildeğiştirenlerin marifetiydi ama daha fazlası gerekiyordu. Dük Le Monde o zamanlarda yaşayan büyük büyük dedelerine sırlarını açığa vurmamak için söz vermişti, sözünü de tutmuştu. Ama bu, onun ölümüne neden olmuştu. Şimdi, şekildeğiştirenlerin vefa borcunu ödeme vakti gelmişti.

Dosyayı çantasına saklayıp sessizce arşivden çıktı. Kadın ona karşı ilgisini çoktan kaybetmişti, Nora Roberts’in romantik kurgularının birinin içinde kaybolmuştu adeta. Delikanlı tuhaf bir yüz ifadesi yakalamıştı ama üzerinde durmadı, kendini hemen sokağa attı. Akşamın serinliği çökmüş ve nihayet yağmur dinmişti. Toprağın kokusunu içine çekti. Nükleer felaket sonrası bütün şekildeğiştirenlerin yağmura hassasiyet kazanması onun sinirlerine dokunuyordu. İnsanlar, bu gezegenin esas sahiplerine çok eziyet etmişti. Hadleri bildirilmeliydi.

Kendini bir kuşa dönüştürmeden önce etrafına dikkatlice bakındı. Kimse onu görmemişti. Şimdi sırada portalı açmak için uygun bir yer bulmak vardı, bunu da en hızlı uçarken yapabilirdi. Sonunda bir binanın dümdüz çatısında karar kıldı. Yeni uçmayı öğrenmişti, bu yüzden inerken tökezleyerek dönüştü. Önce dosyayı dönüştürdü, bilgileri zihninde işledikten sonra onu yok etti. İşlemcisini açtı ve mavi bir aynaya benzeyen portal gecenin karanlığında parladı. Genç, yağmurun yağıp yağmadığını anlamak için bir sopa uzattıysa da vazgeçti. Felaket gideceği zamanda yaşanmamıştı. Dolayısıyla bu kadar tedbir sadece onu paranoyak yapardı, başka bir işe yaramazdı. Gökyüzüne baktı. Portaldan geçme zamanı gelmişti.

Adımını attığı anda burnuna dolan kesif koku önce onu irkiltti. Sonra yavaş yavaş kalabalığa ve bulunduğu ortama alışmaya başladı. Dük Le Monde’yi nasıl bulacağını bilmiyordu ama okuduğu onca tarihi belgeden onun tavernalara düşkün olduğunu hatırladı. Zengin bir adamın gideceği tavernalar belliydi ama Düşes’in nasıl biri olduğuna bağlı olarak, Dük’ün alışkanlıklarının şekli de değişebilirdi. Düşes’i tanımaya vakti yoktu, muhtemelen onunla karşılaşmayacaktı bile. Bir tane en ünlü taverna seçti, Denizkızı Tavernası. Bir tane de izbe bir taverna seçti, Ronnie Dick Tavernası. Önce yüksek ihtimal gördüğü Ronnie Dick’e gitti. Tahmin ettiği gibi burada pek çok soylu vardı, kimliklerini ustalıkla gizlemelerine karşı tavırları onları ele veriyordu. Bu soyluların çoğunun pek çok suça karıştığını tahmin etti ve bir bira söyledi. Barmen onun uzun ve parlak saçlarına şüpheyle baktı.

“Kadın değilsin değil mi?”

“Seni ilgilendirdiğini sanmıyorum.” dedi bariton sesiyle. “Biramı getir.”

Barmen bu adamın çok konuşkan olmadığı sonucuna vardı. Birasını verdikten sonra diğer müşterilerine bakacaktı ki adam ona seslendi.

“Buralarda yeniyim ve bir arazi satın almak istiyorum. Yasal düzenlemeleri halledecek birine ihtiyacım var.” dedi adam. “Buranın dükü kimdir ve nerededir?”

Barmen keyiflenmişti. “Dük Alfred LeMonde’yi kast ediyor olmalısın.” dedi elindeki bardağı parlatırken. “Eğer onunla pazarlık yapacaksan sana bol şanslar.”

Adam “Uzatma.” diye uyarınca barmen panikledi.

“Öyle olsun koca adam. O buralara uğramaz, genellikle Denizkızı’nda takılır.” dedi ve der demez iki gümüş para gördü bar tezgahının üzerinde. Bu cömert adam kaşla göz arasında kaybolmuştu ve barmen onu tekrar görmek için sabırsızlanıyordu.

* * *

Alfred LeMonde eğlence düşkünü gibi görünmeyi seven ciddi bir adamdı. Denizkızı Tavernası’na da aslında yolculuğa çıkacağını bilen arkadaşlarıyla son bir gece geçirmek için organize edilmişti. Devrim onun işini biraz yavaşlatmışa benziyordu.

“Herkes yönünü doğuya veya batıya çevirirken ben kuzeye çevireceğim.” diyordu LeMonde. “Vikinglerin asla bulamadığı bir ada varmış. Üzerinde daima sis olduğu için hiçbir haritacı tam konumunu resmedememiş. Sanırım en yakın konumu Piri Reis denilen Osmanlı denizcisi belirlemiş ama onun konumunun yine bu sis yüzünden hatalı olduğu sonucuna vardım.”

“Mantıksız bir hayal.” diye bağırdı sarhoş bir arkadaşı. Diğer neşeli arkadaşları da kadehlerini kaldırıp neşeyle bütün mantıksız hayallere içtiler. LeMonde işte o zaman farkına vardı uzun saçlı delikanlının.

“Parlak saçlı şey, bir dakika bakar mısın?” diye bağırdı. Delikanlı gülümseyerek “Ben bir şey değilim.” diye karşılık verdi. LeMonde “Her neyse,” dedi. “Sanki sürekli bana bakıyorsun, sarhoş olduğum için çift görüyor da olabilirim. Bir şey mi söyleyeceksin yoksa monarşi karşıtı misin?”

Bütün sarhoş adamlar bu anlamsız şakaya kahkahalarla güldüler. Delikanlı ciddiyetini bozmamıştı.

“Sizinle konuşmam gereken bir mesele var.” dedi. “Ama çok sarhoşsunuz, müsaadeniz olursa yarın sizi nerede bulabileceğimi öğrenmek isterim.”

Dük bu delikanlıya kanının ısındığını hissetti.

“Yarın benim konutuma gel. Ama seni öylece içeri almazlar. Kalemin kağıdın var mı?”

Delikanlı başını salladı ve hep yanında taşıdığı, babasından kalma bir mürekkepli kalemi çıkardı. Dük onca sarhoşluğuna rağmen kusursuz bir el yazısıyla bir şeyler karaladı.

“Seni bununla içeri alırlar. Yarın mutlaka bekliyor olacağım.”

Ertesi gün erkenden uyandı delikanlı. Güneş parlıyordu ve yağmur yağacak gibi görünmüyordu. Dük’ün konutuna gittiğinde asık yüzlü bir uşak karşıladı onu.

“Kimsin?”

Delikanlı Dük’ün verdiği kağıdı uşağa gösterdiğinde kapılar açıldı. Konut, zenginliği ile göz kamaştırıyordu. Oldukça büyüktü ve iki melek heykelinin kondurulduğu büyük kapı açıldığında, zenginliğin bir sınırının olmadığını düşündüren bir zarafetle karşı karşıya kaldı. Görüldüğü kadarıyla Dük LeMonde, estetiğe düşkün bir adamdı. Büyük abanoz kapı açıldı ve içeriden LeMonde’nin yuvarlak göbeği göründü.

Dük, “Hoş geldin sevgili dostum.” diyerek karşıladı misafirini. “Ben de yolculuk için her şeyi hazırlatmıştım. Eğer hazırsan gidelim mi?”

Delikanlı şaşırdı. “Bu kadar çabuk mu? Üstelik size ne için geldiğimi söylememiştim.” dedi hayretle. LeMonde bilge bir tavırla gülümsedi.

“Beni bulduysan tek bir şey için bulmuşsundur. Burada yaşayan herkes bu maceraya atılmak istediğimi biliyordu. Üstelik kader beklemez evlat. İkimizin yolu da aynı amaçla kesiştiyse artık beklemenin bir anlamı yok.”

* * *

Sular yükselirken fırtına şiddetini arttırmaya devam ediyordu. LeMonde bir yandan tayfalarını cesaretlendirmeye çalışıyor, diğer yandan da puslu havada arzuladığı adanın siluetini arıyordu. Elini delikanlının omuzuna koydu ve sesini duyurmak için bağırdı.

“Umudumuzu kaybetmeyelim evlat. O adayı mutlaka bulacağız.”

Genç adam bu fırtınada neden tek bir damla yağmur yağmadığını merak ediyordu. Belki de tanrıları ona acımıştı. Yine de yağmurun kokusu uzak değildi, her an yağabilirdi. Üstelik yolculuğa çıkalı hemen hemen bir ay olmuştu. Derken tayfalardan biri bağırdı.

“Bir ada. Kuzeyde bir ada var!”

Delikanlı bu adayı görür görmez tanıdı. Sisin arasında belli belirsiz görünse de LeMonde de tanımış olmalıydı, gözlerinde büyüyen heyecan çok bilindikti.

“Piri Reis’in adası bu. Bulduk! Tanrım, gerçekten bulduk!”

Delikanlı, kendi geçmişindeki o yolculukta da aynı şekilde bağırıp bağırmadığını merak etti. Adaya yaklaşırken nefesini tutmuştu. Atalarıyla tanışacak olmanın heyecanı onu sarmıştı. Ağaçların o zamanlardan beri ruhları vardı, şekildeğiştirenlerin ağaçlarının onu selamladığını duyduğunda neredeyse ağlayacaktı.

Gemi, adaya yanaştı. LeMonde aşağıya atlarken genç adam, silahlarını gemide bırakmaları konusunda onu uyardı. LeMonde bu uyarıyı tuhaf bulmuştu.

“Gerçekten vahşi hayvanlara ve tanımadığımız ilkel bir halkla karşılaşma ihtimalimize rağmen, silahlarımızı gemide bırakmamızı mı istiyorsun?”

Delikanlı başını salladı. Halkına bir zarar gelsin istemezdi. Ayrıca LeMonde gibi iyi bir insanı kaderinden korumaya çalışıyordu. Ama elbette LeMonde ve adamları onu dinlemedi. Silahlı bir şekilde adaya ayak bastılar. Ada ıssız görünüyordu, dalgaların sesinden başka ses duyulmuyordu. Rüzgârın kâşiflerin adaya ayak basışından kısa bir süre sonra kesilmiş olması delikanlı dışında kimsenin ilgisini çekmedi. ‘Geldiğimizi biliyorlar.’ diye düşündü delikanlı. Sonra düşünmeyi bile bıraktı. Şekildeğiştirenler onu tanıyacaktı.

“Şey, Bay LeMonde.” diye fısıldadı delikanlı. Adanın içlerine doğru yürümeye başlamıştı grup. “Sizden bana güvenmenizi istesem fazla bir şey mi istemiş olurum?”

LeMonde delikanlıya şüpheyle baktı. “Bilmediğim bir şey mi var?” dediğinde delikanlı birden bunun iyi bir fikir olmadığını düşünmeye başladı. Yine de denemeye karar verdi.

“Uzun zaman önce bir masal dinlemiştim, büyükannemden. Dünyada insanlar yaratılmadan önce, büyük büyük kertenkelelerin yaşadığı zamanda yaşayan, insansı özellikler gösteren bir canlı türü yaşarmış.”

LeMonde’nin yanında duran, uzun boylu bir adam, “Buraya masal dinlemeye gelmedik delikanlı.” diye terslense de LeMonde elini kaldırdı. “Alfonse, bırak anlatsın. Ne demek istediğini merak ediyorum.”

Delikanlı bu yumuşak tavırdan etkilenerek hikâyesini daha da kendine güvenerek anlatmaya devam etti.

“Bu tür uzun bir süre boyunca kendi medeniyetlerini inşa etmiş. Şehirler kurup kendi kendilerini kalkındırmışlar. İnsanlara benzeseler de eşsiz bir varoluşları varmış. Kendilerini istedikleri şeye dönüştürebilirlermiş. Sanılanın aksine büyücü veya şaman değillermiş, yaratılışları böyleymiş. Hatta sizin haritasından faydalandığınız Piri Reis bile bir şekilde adalarını bulmuş, onlarla tanışmak için buraya gelmiş.”

LeMonde’nin gözleri büyüdü. “O ada, anlattığın ada bu mu?”

Delikanlı başını salladı. LeMonde gözlerini kısarak “Silahlarımızı bırakmamızı o yüzden istedin.” dedi. “Sen, bütün bunları nasıl bilebilirsin?”

“Hâlâ geç değil LeMonde.” dedi Delikanlı. “Adamlarına silahlarını bırakmasını söylersen seni tehdit olarak görmezler. Bunu garanti edebilirim.”

LeMonde o alışıldık soğukkanlı tavrına geri döndü.

“Bana bildiğin her şeyi anlatman gerek. Ama şimdilik seni dinleyeceğim.” Adamlarına döndü. “Silahlarınızı indirin. Burada bırakacağız. Gidip orada yaşayanlara dostça bir merhaba diyeceğiz o kadar. Anlaşıldı mı?”

Adamları bu emri anında onayladı. Ama delikanlının içi hiç rahat değildi. Aralarında mutlaka açgözlü bir hain vardı ve bunu bulmayı görev edinmişti.

Adaya ayak bastıktan sonra ormanın içindeki gelişmiş şehir yapısını fark etmeleri uzun sürmedi. Resmen ormanla bütünleşik bir şehir yapısı kurulmuştu ama binalarının şekli bile belli belirsizdi. Sosyal alanları, çarşıları, meydanları ve çeşmeleri olan kocaman orman şehrini gördüklerinde kâşiflerin ağzı açık kaldı.

“Bu ne tür bir şehir böyle.” dedi LeMonde hayranlıkla. Üzerinde çeşitli semboller görünen, sarmaşıklarla kaplı bir binayı gösterdi. “Oradaki bir çeşit kütüphane mi? Sanki bir çeşit bilgi aktarımı gerçekleştiriyorlar.”

‘LeMonde gerçekten zeki bir adam’ diye düşündü delikanlı, evet orası insan kitaplarına benzeyen, kodlarla oluşturulmuş bilgilerin okunabildiği bir çeşit kütüphaneydi. Şekildeğiştirenler kâğıt yerine bu panelcikleri kullanırlardı.

“Halkımın dünyasına hoş geldiniz.” dedi delikanlı. “Ne yazık ki ismimin insan dillerinde telaffuzu oldukça zor, bu nedenle ismim yok gibi bir şey. Lütfen buyurun, sizi tanıştırmak istediğim kişiler var.”

LeMonde ve adamları temkinli adımlarla genci takip ettiler. Ada gittikçe gizemlerini ortaya çıkarmaya başlamıştı. Şekildeğiştirenler insan formuna geçmişti ve gelen yabancıları dikkatle süzüyorlardı. Derken içlerinden şehrin kharta’sı, yani bir çeşit belediye başkanı öne çıkarak kendi dilinde bir şeyler söylemeye başladı.

“Kim olduğumuzu, burada ne aradığımızı soruyor.” dedi delikanlı. LeMonde bu dili daha önce hiç duymadığını, kendi kendine öğrenmeye çalıştığı hiçbir dil ailesindeki dillere benzemediğini düşündü.

“Ona de ki, biz yeni yerler görebilme umuduyla ülkesinden çıkıp dünyayı dolaşan insanlarız. Peki ya sizler kimsiniz?”

Delikanlı sözleri çevirdiğinde Kharta’nın yüzü aydınlandı. Yeniden bir şeyler söyledi.

“Daha önce bizim gibi akıllı yaratıkların olduğunu bilmiyorduk, bu dünyada yalnız olmadığımıza çok sevindik diyor. Sizleri ağırlamak istediklerini söylüyorlar, ziyaretinizi dostça karşılayacaklarmış.”

“Harika” dedi LeMonde. “Çok yorulmuştuk, biraz dinlenmek adamlarımı da rahatlatacaktır.”

* * *

Akşam vakti çökmüştü. LeMonde ve arkadaşları, şekildeğiştirenlerin onca ısrarına rağmen şehirde kalmayı kabul etmemiş, ormanın içinde şehre çok yakın bir bölgede kamp kurmuşlardı. Delikanlı da dahil herkesle sohbet etmiş, yorgunluk çökünce de çadırına girip uyuyakalmıştı LeMonde. Delikanlı da neredeyse uyuyacaktı, çadırından dışarı çıktı. Gökyüzü berrak ve yıldızlıydı. Delikanlı içine derin nefesler çekerek temiz havanın tadını çıkarırken bir takım sesler duydu. Hemen yakındaki bir çalılığa saklandı.

“Her şey hazır mı? Şekildeğiştirenlerin arasına soktuğun adam talimatları iyice anladı değil mi?”

“Merak etme. Bir dahaki karşılaşmamızda hem LeMonde’den kurtulacağız, hem de bu ada halkını sömürgeleştirmek için savaşa zorlayacağız. Bir taşla iki kuş, ne dersin?”

Delikanlı yüzlerini göremiyordu ama duydukları yeterliydi. Muhtemelen keşfin getireceği ün ve paranın peşinde olan tiplerdi bunlar. Adamlar bir süre daha böyle konuştuktan sonra çalığın yanından geçerken biri döndü.

“Kim var orada?”

Çalılığın ardından bir tarla faresi olarak çıkan delikanlı alakasız bir yöne koşmaya başlayınca adamların dikkatini çok fazla çekmedi. Seslerini hafızasına kaydetmişti, onların kim olduğunu mutlaka bulacaktı.

Herkes uyuduktan sonra tarla faresi kendi formuna geçmekte acele etmedi. Çevresindeki sesleri iyice dinlemeye başladığında sesleri ayırt edemediğinin farkına vardı, bunun için çok küçüktü. Kendini bir baykuşa dönüştürdü, gözleri ve kulakları en keskin hayvanlardı baykuşlar. Üstelik bu ona gece görüşü de sağlamıştı. Hemen şekildeğiştirenlerin yanına uçtu, kendi formuna bürünüp kharta ile konuşmak istedi. Kharta sakin bir şekilde konutunda oturup tek başına çay içiyordu. Delikanlıyı gördüğünde mutlu olmuştu.

“Onların da içlerinde bazı hainler var, üstelik bizim içimize sokmayı başarmışlar.” dedi delikanlı. Kharta başını eğdi.

“Zaten o Erdic denilen adam bende de şüphe uyandırmıştı. Adamlarıma onu hemen yakalamalarını söyleyeceğim.”

Bunları duymak delikanlı için büyük şok olmuştu. Tanıdığı tek Erdic onu buraya yollayan adamdı ve ondan hiç hoşlanmazdı.

“Kharta” dedi kibar bir sesle. “Bu Erdic denilen adam da kim? İsmi bana çok tanıdık geliyor.”

“Biz her şeyi biliyoruz delikanlı.” dedi Kharta. “LeMonde’nin gelişini haber veren, seni buraya yollayan adam Erdic idi. Daha önce şekildeğiştirenlere ihanet etti, şimdi de güya kendini affettirmeye çalışıyor. Ona karşı temkinli ol.”

“Dikkat ederim.” Dedi delikanlı. “Bilmeniz gereken bir şey daha var. Bu ihanet meselesinden LeMonde’nin haberi yok. O sadece meraklı bir adam. Ben onun yanındaki hırslı ve yok edici adamı arıyorum. Bu konuda yapabileceğiniz bir şey var mı?”

Kharta düşündü. “Kim olduğunu bilmiyorum ama Kızıl Ruhu görebilmen için özel bir şekildeğiştiren metodu biliyorum.” dedi. “İnsanların gözbebeklerine 10 saniye bakarsan sen de Kızıl Ruhu görebilirsin. İnsanın aklındaki kötülüklerin yansımasıdır bu. Ama bu, özellikle muhatabına yöneldiğinde görünür.”

Delikanlı anlamıştı. “Sanırım bunu yapabilirim. Dük’e adamlarıyla toplantı yapmasını önereceğim.”

* * *

Ertesi akşam Dük ve adamları, Kharta’nın davetlisi olarak şehirdeki ziyafete katılacaktı. Ama ondan önce, delikanlının da önerisiyle kendi aralarında toplantı yapmaya karar verdiler.

Bu akşam Kharta ve halkının davetlisiyiz.” Dedi Dük. “Şu yeni bilimlerden antropolojiye merak sarmıştım, bilgilerimi kullanmam için harika bir zaman. Sizlerden tek ricam, saygılı olmanız ve çok fazla içip aykırı davranmamanız.”

“Bu insanların dost olduğunu da nereden çıkardınız anlamış değilim ekselansları.” dedi ismi Magnus olan adam... “ 9, 1O. Magnus değil.” Dük gülümsedi ve haritasına baktı.

“Karşımızda ilkel bir kabile yok. Kendi iletişim araçları bile olan bir toplumdan bahsediyoruz, üstelik biz hâlâ mektup kullanıyoruz. Bizim kaz kafamıza kalsa engizisyonla mektubu günah ilan edip dumanla haberleşiriz. Dolayısıyla bu insanlara üstünlük kurmayı denemeyin bile. Burası çok önemli bir keşif dostlarım, ilerlememizi belki yüz yıl daha erkene alacak bir keşif.”

“9, 10. Yakaladım seni Rene. Hain sensin.”

Kendine Rene diyen adam tam da o anı bekliyormuşçasına bıçak çekip LeMonde’ye saldırdı. “Sizi lanet soylular. Ailem sizin saçma sapan keşif merakınızdan dolayı öldü.”

Ama tam o anda Delikanlı ayağını uzattı ve Rene takılıp yere kapaklandı. LeMonde ve adamları çok şaşırmıştı. Bu nedenle delikanlı Rene’in üzerine oturup ellerini bağlayarak etkisiz hale getirdi.

“Ne zamandan beri Dük’ü öldürmeye çalışıyordun bilmiyorum ama bu çok beceriksizce bir plandı.”

Rene denilen delikanlı ağlamaya başladı.

“Dün gece, ailemden kalan son kişiyi, kız kardeşimi sıtmadan kaybettim. Bu gemide Dük’e yemek hazırlıyordu. Yıllar önce engizisyon annemle babamı aldı, Dük de kardeşimi. Lanet olası soylular, lanet olası ruhbanlar. Hayatımı mahvettiniz.”

Dük LeMonde’nin gözlerinde yaşlar birikmişti. Ağlayan delikanlının hizasına gelebilmek için diz çöktü.

“Kaybın için çok üzgünüm delikanlı. Boş sözler diye düşünebilirsin belki, ama gerçekten üzgünüm. Bundan böyle, beni baban yerine koymanı çok isterim. Her türlü dertle, sıkıntıyla seninle birlikte baş etmek isterim. Kız kardeşin için güzel bir tören yapalım. Hak ettiği gibi, huzuru Tanrı’nın yanında bulsun.”

Delikanlı sarsılarak ağlamaya devam ederken Dük onun omzuna elini koydu, ayağa kaldırdı. “Benimle gel de biraz dertleşelim.” dediğinde Şekildeğiştirenler dahil orada bulunan herkesin saygısını kazanmıştı. LeMonde yıkmanın değil yapmanın erdemine inanırdı. Ve onu esas büyüleyici yapan da buydu.

* * *

“İnsanların zaafları.” Kendi kendine gecenin bir vakti, evinin gökyüzünden yıldızsız gökyüzüne bakıyordu Erdic. “Her zaman kullanıma açıktır. Ve ben insanlarla çalışmayı bu yüzden seviyorum.”

“Kendini affettirmek için LeMonde’yi kurtarmak istedin.” dedi kuzgun şekline girmiş delikanlı. Erdic manalı bir gülümsemeyle baktı kuzguna.

“Bu seferki ufak bir kurnazlıktı. Rene’in aklına girmek hiç zor değildi. Diğer adamları da ele verdiği iyi oldu, gereksiz açgözlülerden kurtulmuş olduk. Ama her neyse, bunun bir önemi yok. Bir dahaki sefere kendimi affettirmeme gerek olmayacak.”

“Profesörün araştırmasını benden önce bulmana izin vermeyeceğim.” dedi delikanlı. “Tıpkı bu sefer LeMonde’nin ölümüne izin vermediğim gibi.”

Erdic boş gözlerle kuzguna baktı. “Elinden geleni ardına koyma.” dedi. “Çok yorgunum, beni rahat bırak. Hem, havada yağmur kokusu var. Bir an önce evine gidip dinlenmelisin.”

Kuzgun kanatlarını açarak havalanırken Erdic uzun zamandır giremediği yatağına atlayıp yumuşacık yorganın içine gömüldü. Belki bir şeylerin sonuydu, belki başka şeylerin başlangıcıydı, kim bilir? LeMonde’yi ve onda gördüğü sonsuz iyiliği düşünerek, huzursuz rüyalarla dolu bir uykuya daldı.

Duygu Korkmaz

Okumayı öğrendiği ilk andan itibaren kendini binlerce maceranın içinde bulan, sonra bu maceralarla yetinmeyip kendi kurmaca maceralarını yazan, bir çeşit kurgu kaşifi olma yoluna baş koymuş bir dünyalıyım. Mesleğim sosyoloji, derdim insan. Çünkü insanın olduğu her yerde macera da vardır. Fantastik bilimkurgu türünde Zümrüd-ü Anka Serisi ve şarkıların içindeki öyküleri duyurmayı amaçlayan Melodilerin Öyküsü isimli çalışmalarım var.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Emeğine sağlık. :smiling_face: Heyecanlı bir kurguydu. Ancak öyküyü okuduğumda öykünün aslında çok daha uzun olduğu ama yer darlığından dolayı küçük bir alana sıkıştırıldığı izlenimine kapıldım. Yanılmıyorsam yaklaşık 3000 kelime, ancak 5000 kelime sınırını doldurmayı hak eden bir konusu var.

    Tekrar elden geçirilse potansiyeli oldukça yükselecek bir öykü. Mesela başlangıç kısmından şurayı not aldım:

    Genç adam, yıllar önce ölüp gitmiş olan Profesör Malter’in gizli araştırmasının kaynaklarını arıyordu. Şekildeğiştirenlerin varlığına tanıklık etmiş sayılı insanlardan biriydi ama o bile bu yaratıkların varlığına inanmamıştı.

    Burada ikinci cümlede anlatılan kişi (şekildeğiştirenlerin varlığına tanıklık eden) ilk cümlenin öznesi olan genç adammış gibi anlaşılıyor. Oysaki ileriki paragraflarda anlıyoruz ki o genç adam şekildeğiştirenlerden biri. Bu tarz özne karışıklıkları, büyük hata olmamakla birlikte, öykünün güzelliğini gölgeliyor.

    Daima yaz, hep yaz. :smiling_face_with_three_hearts:

  2. Aslinda basta öyle planlamistim ama oykunun akisi degisince karar degistirdim, bu kucuk cumle de gozumden kacmis tabi ki. Elestirin için teşekkür ederim, son gunlerde yazdigim icin sıkışık bir oykü oldu, daha iyisini yazmaya calisirim. Şekildeğiştirenlerin evrenini kendi evrenime bir sekilde baglamaya kararliyim, umarim guzel bir sekilde basaririm bunu. Sevgiler :dizzy:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka Avatar for Duygu_Korkmaz