Öykü

Büyücünün Mezarı

Uzun zamandır görmediği dedesini görmek için köye gelme niyetiyle yola çıkmış Harun, otobüsten, elinde eşek ölüsü gibi ağır bavullarla indikten sonra gördüğü manzara karşısında donakalmıştı. Köy halkı ellerinde meşaleler olduğu halde, kadim zamanlardan kalma hayalet bir ordu gibi yürüyordu. Taşrada çekilen bir korku filminin setini andıran görüntü, yan taraftaki mezarlık manzarasıyla birleşince, insanın kanını dondurmaya yetiyordu.

Kalabalığa doğru temkinli bir biçimde yaklaşan Harun, meşalelilerden birinin dedesi olduğunu ayırt edince karşıdan sevinçle seslendi:

– Hakkı Dede, ben geldim; Harun!

Torununun sesini duyan adamcağız da, sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı:

– Evladım hoş geldin! Vay be amma büyümüşsün! Kaç yıl oldu görüşmeyeli?

– Ben diyeyim dört, sen de beş, dede. Üniversiteye başladıktan sonra hiç görüşemedik.

Köy halkıyla ayaküstü tanıştıktan sonra kahveye buyur edildi Harun. Sürekli yön değiştiren sohbet sırasında geldiği andan beri aklında olan bir soruyu dillendirmeye vakit buldu nihayet:

– Saat epeyce geç değil mi? Bu saatte nasıl olur da bütün köy ayakta olur? Hem ellerinizdeki meşaleler de neyin nesiydi Allah’ınızı severseniz?

Kısa bir sessizlik ve karşılıklı bakışmalardan sonra sözü Hakkı Dede devraldı:

– Dün öğle vakti toprağa verdiğimiz Zeynel’in mezarını açık bulduk az önce. Karısı ziyarete gittiğinde fark etmiş. Biz de bakmaya gittik. Sadece birkaç parça kefen bezi vardı orada. Merhumun yerinde yeller esiyor, anlayacağın… Ayriyeten Hasan Emminin oğlu Yılmaz da “Gördüm ben onu, tepeye çıkmış, köye kinle bakıyordu,” demez mi? Yani, anlayacağın… Zeynel hortlamış. Huzur bulamamış, halletmesi gereken bir işi varmış ki… hortlamış.

– Halletmesi gereken bir iş mi? Dede ama bu çok saçma. Batıla inandığınızı söylemeyin sakın. Vay be, adam zombi olmuş ha? Yapmayın Allah aşkına, gece gece! Film yapımcıları bile kullanmaktan sıkıldı artık bu klişeleri.

– Evlat, ister inan, ister inanma; sana kalmış… Durum böyle. Bu batıl değil. Tabii bunca sene toprağından uzak kaldığından senin anlamanı da bekleyemem.

– Peki dede öyle olsun,

diye kestirip attı Harun. Konuyu da hemen değiştiriverdi. Ama herkes evlerine çekildiği vakit, meraktan çatlayacak gibi olup, dedesinin yanına gitti. Bunda çocukluğundan beri anlatılan muska, ecinni, albastı, hayalet dolu hikayeler yüzünden ufaktan tırsmasının da payı yok değildi hani. Hata ettiğini, eğer vakti varsa hortlama olayıyla ilgili konuşmak istediğini söyledi; onca koşuşturma sonrası nihayet yatsıyı kılıp, uyumak üzere yatağına uzanabilmiş dedesine.

Hakkı Dede de ciddi, hatta davudi sayılabilecek bir ses tonuyla seslendi torununa:

– Olur, konuşalım. Amma bu sefer de sözümü keser, bana cahil muamelesi yaparsan nah şuraya yazıyorum daha da yüzüne bile bakmam.

– Estağfurullah dedem, “cahil” nasıl laf? Ben öyle şey der miyim hiç?

– Madem öyle, söyle bakalım ne bilmek istiyorsun?

– Zeynel dediğiniz adam nasıl biriydi? Neden hortlama gereği duymuş ki? Kaderine boyun eğip de adam gibi ölmemiş?

– Zeynel biraz içine kapalı bir adamdı. Evinden pek çıkmazdı. Muska yazardı, büyü yapardı. “Nerden biliyorsun, gördün mü?” diye sorma sakın? Zaten saklamazdı kimseden gizli ilimlere olan merakını. Hatta sırf bu yüzden köyün gençleri, geceleri onun evinin önünden geçerken türkü söyleyip, ıslık çalmayı adet edinmişti. Hani mezarlığın yakınından bacakların titreye titreye geçersin de üç harflilere göz dağı vermek için “korkmuyorum,” anlamında ıslık çalar, türkü söylersin ya… Bunlarınki de o hesap. Yani pek hayırlı, nurlu biri olarak bakılmazdı ona… Amma, bana soracak olursan iyiliği de vardır köyümüze. Köyün suyu, elektriği onun sayesinde bağlandı. Daha çocukken, Şam’da yaşayan amcası onu okutmak için yanına almış, orada su tesisatından elektriğe, fırıncılıktan çiftçiliğe her şeyin doğrusunu öğrenmiş. Suyu nasıl bulurmuş biliyor musun? Sen şimdi gene inanmazsın: Kutsal kitabı bir masanın üzerine koyar, eski dilde bir dua mırıldanır; ve kitap ne tarafa dönerse orayı kazarmış. Her seferinde de su çıkarmış ha! Ben görmedim, amma herkesin dilindedir bu. Zaten bana da ilk babam anlatmıştı.

Bunları söylerken, torununun yüzünü iyice süzen Hakkı Dede, dikkatle dinlendiğini görünce tebessüm ederek:

– Devamını dinlemek ister misin?

– İstemem mi dede? Meraktan ölüyorum.

– O halde bana bir bardak su getiriver, boğazım kurudu valla.

Az sonra Harun’un getirdiği suyu bir dikişte bitiren dede devam etti sözlerine:

– Demin sormuştun, “Neden dirildi?” diye. Bana kalırsa kara ilimle uğraşırken ölümle ilgili bir önlem aldı. Yani bir efsun yaptı ölüme karşı. Ölüm geldi gelmesine bedene ama o ölümden sonra mezarından çıkmayı başardı. Zeynel olarak mı, yoksa Zeynel görünüşlü bir iblis olarak mı, orasını bilemem gayri. Amma, köye öfkeli öfkeli baktığına göre birinden intikam almak ister. Ya da eğer iblisin biriyse… ruhunun açlığını doyuracak başka ruhlar toplamak ister benliğinde.

Bu sözlerden sonra adamakıllı korkmuş Harun, dedesinden izin isteyerek uyumaya çekildi. Sabah ezanına kadar da düşünmekten alıkoyamadı kendini. Uyuyamayacağını anladığında hiç olmazsa temiz havayı ciğerlerine doldurarak, burada olmanın tadını çıkarmaya karar verdi. Hem nereden bulacaktı bu kadar temiz havayı şehirde? Yıllardır egzoz dumanı, toz-toprak dolan ciğerleri az da olsa temizlensindi şimdi.

Dışarı çıkıp biraz yürüdüğünde köy çeşmesinde abdest alan dedesiyle karşılaştı. Anlaşılan burada gün çok erken başlıyordu.

***

Köydeki ilk günlerinde kahvaltı menüsünü yumurta, süt, bal ve taze köy ekmeğine sabitlemiş Harun; şehirdekine nazaran sakin –bir o kadar da güzel- geçen günlerin ardından bir gece yarısı, bağırış çağırışla uyandı. Uyku sersemi, saatin kaç olduğuna bakmak için yanındaki telefonunun bir tuşuna bastı: Daha sabahın dördüydü. Bu bağırışlar da neyin nesiydi peki? Tekrar hatırlayıp da korkmasın diye zihninin en ıssız köşelerine bıraktığı hortlak hikayesi belirdi zihninde aniden.

“Yoksa bu bağırışın sebebi…” diye mırıldandı, “Yok, canım. Olur mu öyle şey? Ben de buradakiler gibi cahilce düşünmeye başladım.” Yine de içindeki sıkıntıdan tam olarak kurtulamadığından cam kenarına gidip, perdeyi araladı. Karanlığa gözleri alışınca, yerde kanlar içinde yatan çocuk cesedini ve evlerinden tüfek, saban, balta vs. ile çıkan köylüleri gördü. Koca bir çığlık da o atarak perdeyi sımsıkı kapadı. Yatağında korkudan büzülmüş, ecel terleri dökerek geçirdiği birkaç dakika sonrası dışarıda her ne olduysa öğrenmek için olay yerine gitmesi gerektiğini düşünüp korka korka dışarıda aldı soluğu. Maktulün etrafında çember şeklinde toplanmış, şaşkın ve korkulu gözlerle yerdeki cesedi süzen kalabalığı izleyip, konuşmalara kulak kabarttı: “Zeynel! Kesinlikle onun işi bu…”, “Şuna baksana, nasıl bir vahşettir bu! Hep o büyücü deyyusun yüzünden.”, “Zavallı çocuk… Demek hortlağın ilk kurbanı torunu oldu ha?”

Bu duydukları karşısında titremeye başlayan Harun, şakaklarında baş gösteren ağrıyı elleriyle ovuşturarak azaltmaya çalıştı. Yerde yatan ceset ve yanı başında ağıt yakan kadını gördüğündeyse iyice soyutlandı dış dünyadan.

“Ayşe” adındaki kız çocuğunun cenaze namazının kılınması, defnedilmesi, duasının okunması sırasında da yine aynı soyutlukla gördü dünyayı. Yalnız anlamsız bir korku duyması değildi bu soyutluğunun sebebi. Aklına sonradan gelen birkaç şey vardı: dedesi bu olay sırasında neden hemen yanlarına gelmemişti? Neden o saatte çeşmeden su doldurmak için evden çıktığını söylemişti? Bu ayrıntıya kimsenin dikkat ettiğini düşünmüyordu ya. Ayrıca çocuğun cesedi hiç de bir hortlağın elinden çıkmışa benzemiyordu. Daha önce hiç hortlak görmemiş olmasına rağmen, böyle düşünmesini sağlayan şey, kafasındaki hortlağın tırnaklarının –ya da dişlerinin- kurbanını bıçak gibi keskin kesemeyecek olmasındandı. Bir psikopatın belki, ama bir hortlağın işi olamazdı; çocuğun vücudundaki bıçak izlerini andıran derin yaralar. Aklında dolaşan bin bir tilki bu vahşetin sebebini gösteriyordu göstermesine; ama o, gösterilen tarafa bakmamakta ısrarla direniyordu.

***

Olaydan sonra dedesine karşı soğuk ve tedbirli davranan gencin bir yanı, hiç beklemeden köyü terk etmesini; diğer yanıysa Ayşe’nin katilini ele verecek en ufak bir kanıt bulması için burada kalması gerektiğini söylüyordu. Ve en sonunda “süper ego”sunun sözüne uymayı, yani köyde kalmayı tercih etti Harun.

Günler günleri kovalarken doğru dürüst uyku dahi uyuyamadığından sağlıklı düşünemiyordu. Stresten ne yapacağını şaşırmış, geceleri sık sık bölünen uykusu sırasında gördüğü kabuslar artık dayanılır olmaktan çıkmıştı. Gözlerini bir anlık kapamayagörsün; belinden çıkardığı sipsivri bir bıçakla onlarca, yüzlerce, binlerce Ayşe’yi ardı ardına katlederken görüyordu Hakkı Dede’yi.

İşte tam bu sıralarda, ikinci olay patlak verdi: Köyün biraz dışındaki Balıksızgöl’e kağıttan yaptığı gemileri yüzdürmeye gitmiş olan Aliş de Ayşe’nin akıbetine uğramıştı.

Üstüne üstlük dedesinin yokluğu yine gözüne çarpmıştı. Köyde geçirdiği ilk günlerdeki neşesinden eser kalmayan Harun, çapanoğlunun sorumlusu olarak gördüğü Hakkı Dede’sinin karşısına dikildi büyük bir hışımla:

– Sen ne cani, kalleş, vicdansız bir adammışsın be! Acımadın mı o zavallı çocuklara? Gözünü hiç kırpmadın değil mi onları deşerken?

– Evladım ne diyorsun Allah aşkına! Dellenme! Kimi öldürmüşüm ben?

– Sus! Cevap verme bir de. Çıkar şu belindeki bıçağı!

– Peki oğul,

deyip söyleneni yaptı Hakkı Dede. Sessizce bekliyordu hakkındaki kararı. Torunuysa evirip, çevirdiği bıçaktaki tam temizlenememiş kan izlerini gösterip, bağırmaya devam ediyordu:

– Bunlar ne o zaman? Bu kan izleri… Aceleyle yıkamışsın da temizlenmemiş, belli. Sen öldürdün biliyorum… Aliş’i de, Ayşe’yi de sen öldürdün, yok hortlak falan.

– Etme eyleme oğul, o kan izleri ille de onlara ait diye bir şey mi var? Kim bilir nereden kalma o iz? Biz rençperiz. Şehirdekiler gibi her dakika bıçak mı satın alıyoruz sanki.

– Savunma kendini, Allah’ın cezası! Yeter artık, öldürdüğün garipler,

dedikten sonra ardı ardına indirmeye başladı elindeki sivri metal parçasını, Hakkı Dede’nin vücudunun en hayati yerlerine.

***

Dakikaların su gibi geçip, yerde oluşan kan gölünün gittikçe büyüdüğünü fark eden Harun bıçağı yere attıktan sonra kana buladığı ellerini güzelce yıkadı. Ellerini kurulamak için havluya uzanırken birkaç el tüfek sesi duyuldu.

Hızla dışarı fırladı Harun. Köy meydanının orta yerinde dikilmiş Cebbar Ağa elinde av tüfeği olduğu vaziyette bağırıyordu: “Hey, ahali! İşitin, o hortlak sandığınız melunu indirdim işte. Aha da burada yerde yatıyor.” Gerçekten de ayaklarının dibinde azman bir kurt yatmaktaydı. Dişleri de… tıpkı bir bıçak gibi keskindi!..

Derin bir “of!” çekti Harun, kanı donmuş; pişman olmuş bir halde. Herkesten, her şeyden üstün gördüğü mantığını bırakıp, vicdanının -her ne kadar kendine yediremese de batılın- sesini dinlemenin verdiği azabı bütün iliklerinde hissediyordu. Bu korkunç çileden kurtulmak için demin dışarı çıktığı, dedesinin henüz soğumamış cesedinin bulunduğu odaya girip yerdeki bıçağa uzandı.

Cebbar Ağa’dan işittiği sözlere kadar suçlu sandığı dedesine yapmıştı, kendine de uygulayabilirdi aynı vahşeti. Ama işlediği cinayetin etkisini azaltması için daha çok çile çekmesi gerektiğini düşündüğünden olacak; bileklerinden başladı kesmeye. Temelli kapanmaya yüz tutmuş gözlerini açık tutmak için yoğun çaba sarf edip, yarım kalan “iş”ini bitirdi çabucak.

***

Ertesi sabah dede-torunun yokluğundan şüphelenen köylüler jandarmaya haber verecek; ölümler şüpheli bulunup bıçağın üstündeki kan izleri adli tıp tarafından incelenecek; dede-torunun dışında –muhtemelen her ikisi de on yaşından küçük- başka iki kişinin daha kan izi bulunacaktı…

Mustafa Men

Büyücünün Mezarı” için 5 Yorum Var

  1. Çok güzel, çok güzel de ben hep merak etmişimdir bazı kurguların her şeyinin tam görünüp en hayati kısmının eksik bırakılması/unutulmasının nedenini. Neden dede o adamın, yani büyücünün torunlarını öldürdü? Bunun küçük bir açıklamasını ya da açıklama kırıntısını, katilin torununa olayı anlatırken o adam hakkında kötü bir söz söylemesiyle açıklayabilirsiniz mesela. Ya da uzun uzun son kısmında anlatabilirdiniz bu kıyımın nedenini. Öyküde gizem iyidir; ama bazı yerlerde kurgu yetersizliğine delalettir bence. Yine de ellerinize sağlık…

  2. Öykümü okuyup, eleştirdiğiniz için çok teşekkür ederim.

    Haklısınız, Hakkı Dede’nin işlediği bu cinayetlerin nedenini belirtebilirdim. Ama, bunu yapmamamın birkaç nedeni var. İlki ve en önemlisini söyleyeyim: bu öykünün devamı niteliğinde, tüm ayrıntıların gözler önüne serileceği bir öykü daha yazmayı planlıyorum. Yetiştirebilirsem sonraki seçkiye göndereceğim.

    Diğer nedenleri şimdilik belirtmesem daha iyi, çünkü ikinci öyküyle çok yakından ilgililer. 🙂

    Kısacası öykümün muallakta kalmasının; ya da bu şekliyle “kurgu yetersizliği”nin nedeni devamının gelecek olması. Belki öykü sonunda belirtmem lazımdı, ama aklıma gelmedi.

    Tekrar teşekkürler…

    Not: İkinci maktulün; yani Aliş’in, Büyücü Zeynel’in torunu olduğunu belirtmemiştim.

  3. Selamlar;

    Biraz geç de olsa öykünüzü okuma fırsatını bulabildim. Şunu söylemek isterim ki kesinlikle bir önceki hikayenizden daha iyiydi. Yazım tarzınızı biraz daha oturmuş, anlatımınızı biraz daha güçlenmiş buldum. Ne mutlu.

    Tabi ufak tefek aksaklıklar yok değil. Mesela hikayenin başında tüm köy meşalelerle yürüyüşe geçmişken birdenbire Harun’u köy kahvesine buyur etmeleri biraz eğreti durmuş. Harun’un çok sevdiği dedesine bu kadar çabuk kıyması da öyle… Tabi bunların hepsi hikaye aslında bitmediği için akla gelen sorular da olabilir. Son olarak hikayenizin sonuna bir “Devam edecek” ibaresi koymanız yerinde olacakmış.

    Kaleminize sağlık, devamını merakla bekliyorum.

  4. Selamlar,

    Öykü sonu ile beni ziyadesiyle sevindirdi. Zira demek ki o değilmiş, adama yazık etmiş derken birden gelen şaşırtıcı son paragrafla birlikte ne oluyoruz diyor insan. Gizemle alakalı yukarıda belirttiğiniz üzere devam öyküsünün geleceğinden söz etmişsiniz fakat şu ana kadar yeni bir bölüm yok ortada! Heyecanla bekliyoruz, yazım tarzınız okunmaya oldukça elverişli ve kullanılan cümlelerdeki o köy kokusu insanın içini ısıtıyor.

    Ellerinize sağlık, devamının kısa sürede gelmesi dileğiyle…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *