Bazen düşününce hastalıklar niye var oluyor anlayabiliyordu Tamsin. Elindekinin kıymetini öğretmek gibi bir misyonu vardı hastalıkların. Ya da bir diğer açıdan, belki de daha önce ormanın derinliklerinde öldürdüğü tavşanların veya koyunların intikamı da olabilirdi. Fakat üzerine biraz daha düşününce tam emin olamıyordu, sonuçta onu dünyaya getiren güç, karnını doyurmayı da emrediyordu. Hayatta kalmak ancak dolu bir mide ile mümkündü. Hem zaten o tavşanlar ve kuzular da bir şey yiyordu illaki. Yoksa tatları nasıl bu kadar lezzetli olabilirdi ki!
O arada aklına geldi, yolda bulup yediği leşler. Bedava yemek her zaman iyiydi ancak lezzet kısmı tartışmaya açıktı. Sanki kendi payına düşecek yemeğin peşinden koşup, yakalayarak; gücünü ortaya koyma kısmında da bir şey vardı. Tam emin olamıyordu Tamsin.
O arada kafasını çevirip çok ama çok sevdiği Azrailine baktı. Az kavgaya karışmamıştı onu elde etmek için. Onu hak ettiğini göstermek için az direnmemişti. Günlerce arkasından koşmuş, Tamrin’in çevresini bir türlü boş bırakmayan dalkavuklara her seferinde çığlık çığlığa meydan okumuştu. Tamrin ise genel olarak bir ilgi veya beğeni belirtmemiş daha çok maçı kimin kazanacağına odaklanmıştı hep. Küçük orospu! Bir kere yenilse, suratına bile bakmazdı kesin. Neyse ki o bahar Tamsin’den daha hırçın ve inatla Tamrin’i kovalayan çıkmamıştı. Yine emin olamadı Tamsin, belki o gün yenilse bugün böylesine hoyratça aç kalmayacaktı.
Ve elbette Tamrin’in böyle zalimce gözlerinin önünde ölüşünü de izlemeyecekti.
Tamrin’e son günlerde her baktığında tam ne hissetmesi gerektiğini düşünüyordu ama o lanet cevap bir türlü aklından ağzına düşmüyordu. Seni çok sevdim be, diyebilirdi ama geçmiş zaman kipinde konuşmaktan korkuyordu. Beni de öldürdün be kadın, demek istiyordu bazen ama kıyamıyordu işte. Hayatı var eden doğa, bulaşan hastalıkları da var etmişti işte. Tamrin kimdi ki karşısında durabilsin. Yine de sırf böyle dokunmaktan bulaşan bir hastalığı kabul etmek ağırına gidiyordu. Aç kalmaktan bile daha çok ağırına gidiyordu, dokunmanın cezalandırılması. Kim tek başına ayakta ya da hayatta kalabilirdi ki!
O arada tam önünde yüzsüz bir cesaretle yürüyen kertenkeleye kaydı gözleri. Hastalığın dilini biliyordu şerefsiz. Ondandı kaygısızca bel kıvırışı. Ne Tamrin’in ne de Tamsin’in günlerdir avlanmayı bırak, bir leşi bile koklasalar yiyemediklerine şahit oluyordu. O yüzden de böyle pervasızca yanlarından geçebiliyordu. Eski gücünde olsa, bu ucuz meydan okumayı sadece öldürerek değil, hırsından yavaş yavaş parçalarına ayırarak cevaplardı Tamsin. Ah ölmek niye bu denli zordu ki!
Önünde küçük Tamli’yi görünce vazgeçti böyle düşünmekten. Bir anlığına. Tamli ile Tamra hastalığa doğduklarında dahil olmuşlardı. Yüz güneş günü geçmişti üzerinden. Diğer iki bebeğin düşüşünü düşünmek istemiyordu. Zaten yeterince zordu her şey bugün. Zamanı gelmeden gidenleri düşünmek…Tamli’ye baktı tekrar. Tüm dayanıklı, oyuncu, mutlu duruşuna rağmen onun da çok vakti kalmamışa benziyordu. Belki diye düşünmeden yapamadı. Belki o garip, devasa, çok ses çıkaran hayvanlar gelir ve Tamli’sini de alırlardı.
Bir daha baktı. Yok almazlardı. Tamli de hastaydı ve elbet daha kötüleşecekti. Yalanlara vakit ayırmak salakçaydı. Ve Tamsin kesinlikle bir salak değildi. Salak deyince içinden kıs kıs gülmesi geldi, gülemedi Tamsin. Yüzünü ve boynunu saran bu devasa yaralar engel oldu. Ama o içinden güldü yine de. En büyük rakibi, Tamdin’i o garip yaratıklar bir kutuya tıkıştırarak alıp götürmüşlerdi. Ne gülünesi bir sondu Tamdin için. Az kavga çıkarmamıştı Tamrin’i kazanabilmek için. Ama her seferinde yenilmişti işte. Güzel günlerdi. Yenmek güzel histi. Yalan söylemeyecekti ya; rakibini hapsedilmiş görmek de güzel histi.
İçinin bir yanı kim yenildi acaba diye konuşup durmasa elbet daha iyi olacaktı. Yine de gülüşünü acılaştırmadı Tamsin. Bazı zaferleri cepte tutmak önemliydi. O zaferler olmasa açlık herhalde daha ekşi bir şey olurdu.
Tamrin seslendi o arada. Tamrin’den çıkan son ses olduğunu idrak edemedi önce Tamsin. Gücünü toplayıp yanına gitmeyi planlıyordu. Bir süre uğraştı da. Tam o arada fark etti canı gibi sevdiği, bu lanet hastalığı kendisine bulaştıran Azrail’i, Tamrin’i ölmüştü.
Sakince kafasını öbür tarafa çevirdi. Bakmasa da olurdu.
O garip, devasa, çok ses çıkaran hayvanlardan duymuştu, kanser demişlerdi adına. Bulaşıcı kanser. İşte o ismi verdikleri lanet hastalık, şu an sevdiğini yemesine bile engel oluyordu. Ne ölüye ne yemeğe ne de yaşama saygı yoktu işte. Oysa Tamrin onun içinde yaşayabilirdi. En son sevgi gösterisi olurdu Tamrin’e, yiyerek, saygıyla hem ölümü hem hayatı paylaşırlardı. Biri, ölürken bile doyururdu öbürünü…
Bir daha Tamli’yle Tamra’ya baktı.
O arada duydu bir rüzgâr bir de dalga sesini…
Merhaba,
Diliniz ve cümlelerinizin yapısı oldukça baÅarılı. Ä°simler ilk okuyuÅta biraz karıÅıyor ama kimin kim olduÄunu açıklama yapar gibi yazmak yerine okuyucuyu biraz dikkatli olmaya teÅvik etmeniz bence daha iyi olmuÅ.
Bazı cümlelerde virgül eksikliÄinden doÄan anlam karmaÅası var. Ä°nsan cümleyi tekrar tekrar okuma zorunluluÄu hissediyor.
Mesela burada bence doÄrusu ya “Ve elbette Tamrin’in böyle zalimce, gözlerinin önünde ölüÅünü de izlemeyecekti.” ya da “Ve elbette Tamrin’in gözlerinin önünde böyle zalimce ölüÅünü de izlemeyecekti.” olmalıydı.
Bunun gibi birkaç cümle var. Onun dıÅında dediÄim gibi, gayet baÅarılı bir anlatımınız var. BaÅka öykülerinizi de okumak dileÄiyle