“İnsanlar hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır.”
– Leviathan
Etin tadı güzeldi, insan insanın kurduydu.
Peki daha önce ne oldu?
Kollarını cennete uzatmış kulelerin arasında, adını İslam’dan almış bir kentin sokaklarını adımlıyordu kahraman. Klavyenin tuşlarıyla lekelenmiş pelerinini omuzlarına, kahverengi gözleri parlamak için yükseklere bakan bir halk sermişti. Tombul yüzünde burnuna doğru kaymış gözlüğü tıpkı kendisi gibi demirden yapılmıştı: Bükülmeden önce çürürdü, yeni yüzyılda pek de tercih edilmeyen bir özellikti.
Cemal gözlüğünü düzeltti, kendini öğle vaktinde kabarmış nehre bıraktı. Yürüdüğü yolda pek azı yere bakıyordu, kaldırımlara basan çıplak ayaklar soğuktan şikayet etmiyordu ama Cemal’in gözleri yedikleri sopalarla kızarmış bu ayakları gördükçe yaşarıyordu. Kravatı yoktu, diğerlerinin boynundaki bağlara uzanmaya çalışan elleri titriyordu.
Parmakları açıp kapandı, gömleğinin yeninin ardına saklanmış saatine gitti. Keskin siyah çizgilerle suratının geri kalanından ayrılmış gözleri ya geleceği görüyorlardı ya da tanık olduklarıyla ihtiyatı öğrenmişlerdi. Koca canavar yemeğine cesurlarla başlardı.
Özgür olmak isteyen ruhunun zorladığı düğmelerinin hizasına gelen, üzerlerinde “POLİS” yazan bariyerlerin arasından geçti. Bu surların ardında memleketin değil, şatosunda oturan derebeyinin hukuku geçerdi.
Pek çok dürüst adamın kemikleri üzerine kurulmuş düzenle kumun tutuculuğunun buluştuğu yüksek makama ilk adımını attı. Okuduklarının doğruluğunu kendine kurulan tuzakla öğrendi.
Hobbes haklıydı ve insanlık çoktur huzuru özgürlüğe tercih ediyordu, korkuyu savaşa yeğlediği gibi. Cemal’i yere seren kurtlar önce gömleğini yırttılar, ardından kahramanın asla huzur bulamamış ruhunu çıkardılar içinden. Büyük patrona, Leviathan’a, sunacaklardı onu.
İpekçileriyle ve mumcularıyla pek alışıktı bu toprak yolu aydınlatanların kurban edilmesine. Bu sefer yine bir zanaatçı -Cemal- 86’dan beri hizmet veren bir mermerin üzerine yığılmış debeleniyor, son nefesinde tüm bir coğrafyanın yardım çığlığını atıyordu. Yalnız tek bir kelime çıktı dudaklarının arasından, tek bir adam gelmişti aklına ona elini uzatabilecek: “Godot!”
Etin tadı güzeldi, insan insanın kasabıydı.
Peki daha sonra ne oldu?
Hâlen bekliyoruz.
samimiyim ki;
ne diyor “lan” bu? Diye basladim…
du be bisi anlatiyor diyerek devam ettim…
hmm itici ama okutan bir tarzi var dedim.
SUPERMIS BE ile bitirdim. Klavye tutan eller dert gormesin…
Merhaba,
Anlatım güzeldi. Cümleler hoştu fakat ben sonunu anlayamadım. Muhtemelen “Godot” nedir hiç duymadığımdan. Söyle bir araştırdım. “Godot’yu Beklerken” diye bir eserle karşılaştım. Godot ise God (Tanrı) ve Idiot(Budala) sözcüklerinin birleşiminden oluşmuş. Esere hakim olmadığımdan da anlatmak istediğini net olarak anlamadığımı düşünüyorum. Tabi eğer siz de bundan esinlendiyseniz. Aslında beni bir aydınlatırsanız sevinirim. Yeni şeyler öğrenmek güzel. Bana yeni bir şey kattığınız için ve güzel anlatımınız için teşekkür ederim.
İlginiz için ben çok teşekkür ve tebrik ederim. Hikâye bütününde tek bir anlam olsa da bazı noktalarda birkaç şeyi anlatmak istemiştim, okuyacak kişilere bu konuda rahatsızlık vermemek için sadece Godot’yu Beklerken’den bahsedeyim. Oyun temelinde iki kişinin hiç görmediğimiz “Godot” adında birini yola çıkmak için bir şart olarak görüp beklemesi üzerine. Eserde aslında insanların kendileri harekete geçmek yerine hayatlarını başka bireylere bağlamalarını anlatıyor, burada da ben aynı şekilde insanların bir "kurtarıcı"yı beklemelerini anlatmak istemiştim.
-Gidelim.
+Gidemeyiz.
-Neden?
+Godot’yu bekliyoruz.
Çok teşekkür ederim
Açıklama için teşekkürler. Mükemmel bir noktaya değinmişsiniz. Şu an kafamda yerli yerine oturdu her şey ve hayran kaldım. Etkileyici gercekten. Vay canına neler öğreniyor insan. Kendi adıma çok çok teşekkür ederim.