Öykü

Çene Kemiği

Karaşar küçük bir yerleşimdi. Kaza sayılırdı ama köye daha çok benziyordu. En belirgin özelliğiyse yakınlardaki yüzyıllarca önce yapılmış olan ve hâlâ iş gören Kervansaray’ıydı. Karaşar kazasının yakınlarına mı kervansaray yapılmıştı yoksa kervansarayın yakınlarına mı Karaşar kurulmuştu, hatırlayanı yoktu. Üç adam boyundan daha fazlaydı kervansarayın duvarları. Dört kenarı vardı ve bir köşeden diğer köşeye adımladığınızda iki yüz adım sayardınız en azından. Doğu cenahında yola bakan kubbeli büyük bir kapısı vardı. Aslında kervansaraydan çok bir kale havasındaydı. Doğudan gelen ve batıya uzayan yolun biraz yukarısında yamaçta bina edilmişti Karaşar Kervansarayı.

Yatsı namazlarının kılınmasından çok sonra, el ayak iyice çekilince, dolunayın ufka yaklaştığı saatlerde kervansarayın Doğu tarafında kalın ve yüksek duvarların dibinde üç delikanlı ellerindeki küçük aletlerle toprağı kazmaya çalışıyorlardı. Bir kol boyu derinliğe ulaşmışlardı ama hala aradıklarını bulamamış gibiydiler. İçlerinden biri “Daha çabuk arkadaşlar” dedi. Kazılan yerin dışarısında çömelmiş bir halde bekleyen gençlerden biri kafasını kaldırdı gökyüzüne baktı.

“Yağmur indirecek sanki” dedi. Önüne atılan küçük bir malayla irkildi.

“O zaman sende yardım et bize” dedi.

“Tamam İsa ben de kazıyorum” dedi ve diğer ikisi gibi önce biraz kazıyor ardından çıkan toprağı dışarı atıyordu. “Hah, buldum” dedi karanlıkta kazanlardan biri sesi yüksek çıkmıştı sanki. Ama o anda müthiş bir patlama sesi korkudan irkilmelerine neden oldu. Ardından gelen kalın ses daha ürkütücüydü sanki “Kıpraşmayın yakarım.”

“Neler oluyor, Arif” dedi yerinde yere yapışan bir genç. Adını Arif olduğu verdiği cevaptan belli olan diğeri cevap verdi “Basıldık sanırım, silah attılar” dedi diğeri kazdıkları yerin başucunda duran büyük kayanın arkasına saklandı ve “Kaçalım” dedi.

“Mezar soyguncuları, hemen ellerinizdekileri bırakın” dedi gür bir ses. Arif konuşanı tanımıştı sanki “Yakup Dede sen misin?”

“Bildin hele, ben Gedikli Çavuş Yakup, deyin hele siz kimsiniz”

“Beni tanımadın mı Yakup Dede, Muhlis Ustanın çırağı İsa’yım ben.” Yaşlı adam kısa bir süre durdu, belleğinin yerine gelmesi birkaç saniye sürdü. “Bildim, Mukallit İsa” dedi. “Arastadan Demirci Muhlis’in çırağı olmalısın.” Diğer iki kişi bundan cesaret alarak.

“Ben Nalbant Mamer’in oğlu Arif, babam az mı nalladı Devleti Aliyye’nin hayvanlarını.”

“Bre veled ne dersin sen. Baban atlarımızı nalladıysa akçesiyle yaptı bedava değil ya.”

“Yok” dedi çocuk utangaç bir sesle “Tanımana yardım etsin diyerekten dediydim” Yaşlı adam “Melek Taşının arkasındaki, sen söylemedin kimlerden olduğunu.”

“Ateş etme dede, bende çıkıyom.” Çekingen adımlarla boyundan daha yüksek kayanın ardından çıktı. Diğerlerinden daha iri ve daha şişmandı. “Fırıncı Veysel’in çırağıyım ben de” İsa tamamladı delikanlının sözünü “Rüstem” dedi Kasabanın pehlivanı Rüstem.”

“Yakup Dede attığın piştov yüzünden yahut korkudan birimiz öleydik, o zaman ne olacaktı.”

“Buraya gelmekle ölümü göze almış değil miydiniz? Hemi bir demirci, bir nalbant ve bir terzi yamağı burada, gecenin bu saatinde ne yapıyorsunuz” dedi.

“Dede ayıp ediyon, bizler yamaklığı geçeli yıllar oluyor” Rüstem alınmıştı yaşlı adamın sözlerine.

“Üç arkadaş bir araya geldik ve muhabbet ediyoruz” dedi Demirci İsa. “Ne var bunda?”

“Gecenin bir yarısında, üstelik koca kasabada muhabbet edecek bir yer bulamadınız da burada mı toplandınız” Yakup Çavuş çevresine bir daha bakındı. “Bura Hatçe Kızın mezarı değil mi?” Üç delikanlıda utanmış başlarını öne eğmişlerdi.

“Hava güzeldi ve bizim içeride canımız sıkıldı” Arif sözlerini boğazına tıkayan bağırış geldi “Bre densiz bre soysuz” Yaşlı bekçi kafasını kaldırdı gecenin karanlığını arttıran bulutlara baktı “Siz benimle maytap mı geçiyorsunuz” dedi. Sözlerini teyit edecek bir şimşek çaktı, bir an belki göz açıp kapayıncaya kadar ortalık gündüz gibi oldu ve ardından gece tüm kasvetiyle tekrar üzerlerine çöktü.

“Şimdi dönün arkanızı ve doğru kasabaya” dedi ama aklına gelmiş gibi “Önce şu garibin toprağını örtün hele” dedi. Kervansarayın arkasında, yamaçla duvarın oluşturduğu boşlukta bir sıra mezarlık vardı. Burası kimsesizler mezarlığı gibi kullanılıyordu. Gençler düşmeye başlayan damlalar arasında hızla kapattılar kazdıkları yerleri ve işini tamamladıklarında silah bir kere daha patladı.

“Şimdi koşarak evlerinize gidin” Can havliyle uzun bir süre arkalarına bakmadan koştu en büyüğü on beş yaşında olan gençler. Biraz uzaklaştıktan sonra Yaşlı adamın sesi bir kere daha duyuldu. “Rüstem, cebindekini kadı Efendiye götür, O anlatacaktır derdini” dedi. Ama çocukların duyup duymadıkları belli değildi. Kasaba yolunu yarılamamışlardı ki içlerinden biri aniden durdu.

“Ülen biz kimden kaçıyoz” dedi. Arkadaşları da durdu. Rüstem, nefes nefeseydi ee tabii zordu o kiloyla koşmak. “Ne oldu gene Arif” dedi soluk alış verişini düzeltmeye çalışarak.

“Arkamızdan fişek atan ihtiyar, ‘Yakup Çavuşum’ dedi değil mi?”

“Evet” dedi diğer ikisi “Gedikli Çavuş Yakup dediydi.”

“Hay aklınıza şaşayım sizin. Eğer gördüğümüz Yakup Çavuşsa geçen ay cenaze namazını kıldığımız kimdi o vakit” İşte o an İsa’nın da Rüstem’inde kafaları dank etti.

“O zaman o bir ermiş” dedi İsa.

“Yok yok, biri bizimle alay ediyor olmalı” dedi kendi kendine düşünür gibi Arif. Ama düşüncelerini Rüstem’in sözleri böldü.

“Bal gibi Yakup çavuştu. Melek kayasının ardından bi güzel gördüm. Üzerinde çarşı pazarda gezerken hiç çıkarmadığı libaslar vardı. Hatta o çok hoşuma giden körüklü çizmeler bile ayağındaydı.”

“Tabii öyle görünecek, anadan üryan görünecek değil ya.”

Tekrar yürümeye başladıklarında akılları iyice karışmıştı. Uzaktan Karaşar evlerinin karaltıları görünmeye başladığında bu defa İsa, Rüstem’in yanına yaklaştı.

“Piştov patlamadan önce “Hah” dediğin neydi” dediğinde İri yarı çocuğun gözleri parladı. “İyi söyledin İsa” Elini cebine attı ve bir kemik çıkardı. Arkadaşına uzattı. Üzerinde yapışmış toprağı yağan yağmur damlaları nedeniyle silinince çene kemiği olduğu belli olan buluntu garip bir şekilde parlamaya başlamıştı. Karaşar’a girdiklerinde evlerine dağıldılar.

Gece yattığı döşekte aklına geldi Yakup Dedenin arkasından söyledikleri “Rüstem cebindekini kadı Efendiye götür, O anlatacaktır derdini” Kafası karışmıştı iyice ama yorgunluk yüzünden kısa bir süre ardından uykuya teslim oldu.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Öykünün karanlık atmosferini sevdim. Sonunun okura bırakılmış olması da çok iyi, böylece teori üretebilirim! Bence çocuklar Hatice’nin altın dişlerini arıyorlardı ama çene kemiği bir cinayeti kanıtlayacak.

    Kervansarayın bir kenarı 200 adımsa bir köşegeni de 282 adım eder. (gereksiz matematiksel bilgi)

  2. Teşekkür ediyorum okuduğunuz ve değerlendirdiğiniz için. Aslında daha uzun bir hikayeydi ama yetiştiremedim. Bugün yarın tamamlayıp paylaşacağım. Tekrar teşekkürler.

  3. Avatar for SJack SJack says:

    Aslında daha iyi olabilirmiş. Yazım hataları öykünüzü oldukça baltalamış bana göre. Bir de anlatımınızdaki karakter karışıklığı da öykünün okunmasını zorlaştırıyor. Bunlar düzeltilirse öyküleriniz çok daha iyi görünür.

  4. Teşekkür ederim eleştirileriniz için. Ne demiş şair; “Hiç bir şeyden çekmedi nasırından ( yazım hatalarından) çektiği kadar” Ama… Bana… Hala yazık olmadı , değil mi?

  5. Sürükleyici ve merak uyandırıcı. Bahsedildiği üzere akıcılığa gölge düşüren bazı noktalar olsa da; aceleye getirildiği için olduğu anlaşılıyor. Güçlü bir anlatımınız var, devamı beklenesi kesinlikle. Çok teşekkürler sayın @azizhayri :blush:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for azizhayri Avatar for SJack Avatar for acimatriyarka Avatar for freyablue