Öykü

Çırak II – Hapishane

NOT: Bu öyküyü okumadan önce, kurguyu anlamanız adına ÇIRAK adlı öyküyü okumanız son derece önem teşkil etmektedir.


“Ne oldu?” kendini, hiç tanımadığı bir ormanda, birkaç yıl yaşlanmış ve çırılçıplak bulan birinin soracağı ilk soruydu. Eğer soracağı kimse yoksa sadece merak etmekle yetinecekti tabi ama o sormadı, merak da etmedi. Merakı buraya nasıl ve neden geldiği değil, evine -ustasının yanına- nasıl döneceğiydi.

Daha önce hiç bu kadar büyük bir ormanda bulunmamıştı. Oysa ustasıyla çok kez uçsuz bucaksız doğa okyanusunun ortasındaki köylerinden yine doğaya açılmışlardı, çünkü ustasının marangozluktan önce ona öğretmek istediği şey, ağaçların da canlı oluşuydu. Çırak, o küçük yaşında ağaçların canlı olmasını nasıl düşündüyse en korkunç kâbuslarında hep ağaçlar vardı. Şimdi de bir kâbus görüyor olmalıydı.

Vücudu artık eskisi gibi çelimsiz değildi. Her zamanki soluk bakışları bu sefer ek olarak çaresizlik doluydu. Bütün hayatını zindana çeviren baş ağrısı burada da iş başındaydı. Şakaklarını ovuşturup bundan kurtulmaya çalışırken “Ben hala çocuğum.” diye geçirdi içinden.

“Ben hala çocuğum, bu vücut büyük ve en az bir ayı kadar kıllı da olsa ben hala çocuğum.”

Dışarıdan bakıldığında güçlü bir savaşçıya benzeyen bu bedenin içindeki çocuk ruhu hüngür hüngür ağlıyordu. Mutluluk hariç bütün duyguları birbirine karışmıştı. Sinirlenip buluta benzeyen bir taşa çıplak ayağıyla tekme indirdi ve taş birkaç metre uzağa düştü. Ayağının acımadığını görüp bir tekme daha atmaya hazırlanırken bir ses duydu. Hiçbir kuştan, böcekten veya ormandaki herhangi bir şeyden duyamayacağı kadar sağlam bir ses:

“Giy şunları!”

“Selamın sabahın yok mu senin be adam!” derdi çırak normalde, ama burada küfür bile duysa gidip ona sarılırdı muhtemelen ve öyle yapmak için arkasına döndüğünde kimseyi göremedi.

“Giyin!”

Sesi bir kez daha duyunca artık kaynağını görebilmişti. Kısmen giydiği kıyafetlerden kısmen de boyunun kısalığından dolayı kamufle olmuş bir cüceydi bu! Cücenin elindeki iki parçadan oluşan gri kıyafetleri aldı ve çabucak giyindi. Cücenin sürekli ona bakmasından ne kadar rahatsız olduysa giyindiği için de o kadar rahatlamıştı.

“Selamün aleyküm” dedi cüceye ustasından öğrendiği kadarıyla, ama çıkan ses kendisine ait değildi. Başka biri konuşuyor zannetti, öksürüp bir daha konuşunca bu kalın sesin kendisine ait olduğunu anladı. Anlaşılan buna alışması bir hayli zor olacaktı. Cüce başını hafifçe yana eğip birkaç saniye bekledikten sonra çok düzgün bir Arapçayla:

“Ve aleyküm selam” diye yanıtladı ve Türkçe olarak devam etti “Beni takip et.”

Cücenin boynunda asılı duran sarı düdük, büyüklüğüyle ve oluşturduğu tezatla ‘ben buradayım’ diye bağırıyordu. Çırak buna önem vermeden yürümeye başladı.

Kısa bir süre sessizce yürüdüler. Yanındaki kısa boylu adama baktıkça köydeki Tıfıl Emmi aklına geliyordu. Onun ne kadar komik yürüdüğünü hatırlayıp gülmek istedi ama cücenin sert ve keskin bakışları altında fikrini değiştirdi. Koca koca çınar, köknar ve kayınların arasında tek bir yöne doğru emin adımlarla yürümeye devam ettiler. Çırak, cücenin kendinden beklenmeyecek bir hızla yürümesi nedeniyle ona yetişmek için fazladan çaba harcamak zorunda kalıyordu.

Cüceye güvenip güvenmemeyi hiç aklından geçirmemişti yetişkin kabuğundaki çocuk ruhlu çırak. Onun asil ve kendinden emin duruşu bulaşıcı bir hastalık gibi çırağa da geçmişti. Ama bu asillik yine de soru sorma dürtüsünün önüne geçemedi. Ne de olsa o hala bir çocuktu:

“Ustamın nerede olduğunu biliyor musun?”

“Bu soruya cevap vermekle yetkin değilim.”

“Nereye gidiyoruz acaba?”

“Sorguya.” dedi cüce net bir şekilde.

“Niçin?” diye sorarken ormanın derinliklerinden gelen çığlıkları ve uzaktaki çamların arasında koşuşan çıplak insanları fark edip sorusunun cevabını beklemeden yeni bir soru daha sordu:

“Onlar kim?”

“Güzel gözleri her şeyi gören güzelin saçtığı tatlı ışığın önüne geldiğinde kendi yaşam yolunla beraber sorularının cevaplarını da öğreneceksin.” dedi cüce. Köyde büyümüş biri olarak çırak, cücenin konuşmasındaki düzgünlüğü ve akıcılığı bariz bir şekilde görmüştü. Kendisi de daha düzgün konuşmaya çalışarak, dışarı fırlamış küçük bir kökün üzerinden atlarken,

“Peki, bari bu soruma cevap ver: Burası neresi?” diye hafif sinirli bir şekilde sorusunu yöneltti. Cücenin, o kökün üzerinden zıplamamış olması çırağın dikkatinden kaçmamıştı.

“Hapishane.” diye cevap verirken asil cüce, yanındakinin aklından şüphe etmeye başlamıştı. Çırak etrafındaki çıplak insanları görmemeye çalışarak, “Bir ormandan nasıl hapishane olur ki?” diye mırıldandı. Bu sefer cevap bekler gibi bir hali yoktu ama cevap geldi:

“Demek orman olarak görüyorsun ha? Orman birisi için nasıl kâbus olabilir ki?” Bu kez soru soran taraf cüceydi. Cevap gelmeyince bir öğretmen edasıyla konuya açıklık getirdi:

“Evrenin en güvenlikli ve en iyi düşünülmüş hapishanesindesin, evlat. Her mahkûma göre farklı bir görünüme sahiptir burası: kimine göre örümceklerle dolu büyük bir oda; kimine göre su yerine ateşle dolu bir deniz. Bu, mahkûmun en derin kâbusuna göre değişir. Sana göre de bir ormanmış, bunu ilk kez duydum.”

Cüce bunları söylerken güneşin daha bol olduğu bir açıklığa, ormanın bitiş sınırına, geldiler. Açıklığın ortasında tek başına duran heybetli kayaya doğru ilerlerken toprağın ne kadar yumuşak olduğunu fark etti, belli ki yakın bir zamanda yağmur yağmıştı. Cüceden neredeyse iki kat daha uzun olmasına rağmen ıslak topraktaki ayak izleri eşit büyüklükteydi.

Ona yaklaştıkça kaya yeni şekillere bürünüyordu. En sonunda bunun beyaz bir tahtın üzerine oturmuş güzel bir kadın olduğunu gördü. Hayır, bu kadın oturmuyordu, ayaktaydı. Ayakta da değildi –kim, niye tahtın üzerinde ayakta durur ki. Bu şahane tablo karşısında aklı karışmıştı zavallı çırağın.

Kıpkızıl, dalga dalga saçları her gün melekler tarafından yıkanıp özenle taranıyor olmalıydı. Bembeyaz elbisesiyle tahtla bütünleşmişti. Olabilecek en güzel şekilde yaratılmıştı yüz hatları ve gözleri. Ah, o gözler ki bütün şeytanları dize getirmeye yeter! Onu görünce karnından yayılan tanımlayamadığı bir his oluştu çırağın. Karın ağrısı gibi değildi, karnından başlayarak boğazına ulaşan ve orada düğüm oluşturan bir ağrıydı. Aynı zamanda hem acı hem mutluluk veren bir ağrı…

Kadın bir baş işareti yaptı ve cüce hiçbir şey demeden oradan ayrıldı. Çırak bu işaretle kendine geldi –daha doğrusu gelmeye çalıştı. Aklından geçen her şeyi biliyormuş gibi gülümsüyor ve delici bakışlarıyla onu süzüyordu kadın. Buraya gelene kadar çırağın aklında cevaplanmasını beklediği birçok soru vardı; artık her şeyi unutmuştu. Kadının sorusundan sonra ağzının açık olduğunu anladı çırak.

“Buraya getirilme sebebini biliyor musun?”. Çırağın aklına cücenin söylediği ‘yargılanma’ ifadesi geldi ve bunu kadına geveleyerek iletti. Kadının çelik gibi dişlerinin arasında ezilen bir sakız gibiydi çırak.

“Evet, yargılanıp gereken cezayı çekeceksin, zaten çekmeye başladın bile.”

“Ceza almama sebep olacak ne yaptım? Ayrıca yargılama olmadan yaptırım uyguluyorsunuz. Bunda adalet nerede?” diye sordu çırak. Belli ki cüceden cesaret mikrobunu da kapmıştı. Ses tonuna alışmaya başlamıştı artık, ama şimdi de anlamadığı terimlerle konuşuyordu.

“Bizim adaletimiz sorgulanmaz. Burada ne yaptığını değil, ne yapacağını tartışıyoruz.”, kadın da cüce gibi hiç harf yutmadan, akıcı bir Türkçeyle konuşuyordu. Çırak:

“Bizi izleyen başkaları da mı var?” diye sorarken sanki binlerce göz onu izliyordu. Etrafta binlerce göz yoktu elbette, kadının gözü bütün hepsine değerdi.

“Bu önemli değil,” diyen kadının ses tonu hiçbir duygusunu belli etmiyorken çırak korku dolu titrek sesiyle sordu:

“Peki, siz kimsiniz?”

“Herhangi bir parktaki herhangi bir çınar ağacı olabiliriz.”

“Kimsenin farkında olmadığı…”

Çırağın çocuk tarafı hiçbir şey anlamadan olanları izliyordu: Kalın sesli kıllı genç gittikçe daha rahat konuşmaya başlamıştı. Konuştukça açılıyor, çelik dişlerin etkisinden kurtuluyordu. Ardından hemen sorusunu ekledi:

“Ben neden büyüdüm?”. Bu soruyla beraber kadının yaşını da merak etti, ama kadının pürüzsüz cildiyle tezat oluşturan olgunluğu bunu bilmesini engelliyordu.

“Demek çocuksun. Küçük yaşta buraya gelmek kimsenin istemeyeceği ve yapmaya cesaret edemeyeceği bir şeydir doğrusu.”, çırağın anlamsız bakışlarını görüp ekledi, “Burada bütün mahkûmlar yaşıttır, çektikleri cezayı aynı şiddette hissederler. Normalde kaç yaşında olduklarının bir önemi yok.”

Kadın bu açıklamadan sonra sustu ve çırak bu fırsatı değerlendirip en çok merak ettiği soruyu sordu:

“Ustam nerede?”

“ ‘Fili’ demek istedin sanırım. O da cezasıyla meşgul şu anda. Onunkinin daha…”

Kadının güzel konuşması patlama sesleri ve ardından gelen kulak yırtıcı bir düdük sesiyle kesilmişti. Cüce, ağaçların arasından koşarak gelip bağırarak kadına bir şeyler söyledi. Çırak, mağara adamı konuşmasına benzettiği bu dilin kadına hiç mi hiç yakışmadığını düşündü.

Hiçbir şey demeden ağaçlara –ya da çırağın ağaç sandığı şeylere- doğru çıkıp gitti kadın. Daha önce hissetmediği duyguları hissettiren bu güzel ne de çabuk gitmişti, hiçbir şey demeden. Aklına, hayal meyal hatırladığı bir şarkı geldi bu kargaşada: “Çekti gitti arabayla, egzozuna boğuldum. Gözümde tomurcuk yaşlar…” Ama şarkıdaki çıraktan tek farkı yanında sırtına vuracak bir ustasının olmamasıydı.

Oturup ağlayacak mıydı? Belki, ama o artık büyümüştü, yetişkin gözleri buna izin verir miydi, bilmiyordu. Tek bildiği etraftaki çıplak insanların artık mutluluktan çığlık atmaya başlamış olmasıydı. O da durumu anladı: Patlama hapishanenin koruma duvarında meydana gelmişti, artık serbestti. Ama o, olduğu yerde ne yapacağını bilmeden durdu.

Patlamadan sonra gökyüzü kararmıştı. Kafasını kaldırdığında ‘ben bu anı daha önce yaşamıştım’ diye düşündü. Karşısında kırışık vücuduyla yaşlı ve sefil biri vardı. Omzuna dokunma hissine karşı koymadı, ama o anda başka biri kolunu tutup çekti:

“Gel, oğul, gel!”

Kim olduğunu göremedi ancak sesinin güvenilir bir yanı vardı. Zaten istese de o kuvvetli kollardan kurtulamazdı. Birkaç saniye sonra çırağın midesi aniden bulandı ve yine aniden düzeldi. Başka bir yere gelmişlerdi. Tanıdık havası olan bir şatoydu burası: Çınarlı, kubbeli, mavi bir şato.

Elinden tutan adama bakmadan “Neredeyiz?” diye haykırdı.

“Bir ‘merhaba’ bile demeyecek misin?”, ses o kadar tanıdık gelmişti ki dönüp baktı: Ustasından başkası değildi. Emin olmak için gözlerini kırpıştırdı, hala ustasıydı karşısında duran adam. Tek bir farkla, bu adam daha gençti. Şakaklarına aklar düşmemiş, yüzünde daha kırışıklıklar çıkmamıştı.

“Merhaba, Usta”

Bıraksalar böyle güzel bir yerde ustasıyla beraber sonsuza dek yaşardı. Neler olduğunu öğrenmek, köye dönmek istemezdi. Yeter ki ustası hep yanında olsun.

Çırak II – Hapishane” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar;

    İlk bölümü çok iyi devam ettiren, bazı şeylere açıklık getiren ama okuyucu daha çok cevaplanmamış soruyla bırakan bir öyküyle katılmışsın bu ay aramıza. Çırak’ın neden büyüdüğüne getirdiğin açıklamayı, hapishane kavramını, cüce ve hanımı sevdim. Biliyorum, başlangıcı ve sonu olmayan, devam ediyormuş gibi görünen öyküleri seviyorsun. Bunda bir sıkıntı yok. Ama okuyucuyu bunca güzel detaya boğup, iyice meraklandıktan sonra bütün soruları yanıtsız bırakmak pek de hoş olmuyor. İyi bir hikâyenin biraz da “Okuduğuma değdi,” dedirtmesi lazım. Devam etmeyi düşünüyorsan o başka… Ama o zaman da metnin sonuna “Devam edecek…” ibaresi koyman çok önemli. Ki bence etmeli çünkü eskiden bir soru vardı şimdiyse onlarca açıklanmamış şey var artık elimizde.

    Kalemine sağlık…

    1. Vakit ayırıp okuduğun için teşekkür ederim İhsan abi.

      3. ve son öyküyü yazmaya başlamadan önce sonunun nasıl olacağını düşündüm ki artık bitsin bu iş. Gerçekten sonlandırabildim bu sefer. Arkaplanda iyi bir hikaye var(ufak detaylarla burada vermeye çalıştım, diğerinin sonunda onları da belirteceğim). ‘Devam edecek’ ibaresi hiç aklıma gelmedi açıkçası, koysaydım güzel olurmuş dediğin gibi. Keşke bunun üçleme olacağını en başta ben de bilseydim de belirtseydim.

      Sonuncuyu da okuyunca ‘Okuduğuma değdi.’ diyeceksiniz merak etmeyin. Tekrar teşekkür ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *