Bir zamanlar dünya çok güzel bir gezegendi. İnsanlar barış içinde yaşar, şarkılar söyler, resimler yaparlardı. Balık tutar, salıncakta sallanır, piknik yaparlardı. Hangi dinden olurlarsa olsunlar ibadetlerini yerine getirir, sağlık ve aşk için, bolluk ve bereket için dua ederlerdi. Şükrederlerdi. Paylaşırlardı. Ellerindeki yiyecekleri, kitapları, giysileri, müzikleri…
Bu rüya biteli çok olmuştu. Terörist saldırılar ve anlamsız nükleer savaşlar etrafı bulanık bir toz bulutuyla kaplamış, kapılar bacalar kitlenmiş, panik odaları inşa edilmişti. Bu odalara sahip olamayanlar bodruma, depolara, alt katlara inip sığınmışlardı. Her şey çok çabuk gelişmişti. İnsanlar aç kalıp çıldırmaya başlamış, erzakı bitenler dükkanları yağmalamış bunlar da tükenince sıra sokaklardaki kedi ve köpeklere, farelere hatta böceklere gelmişti. Açlık herkesi deliye döndürmüş, bütün ahlaki değerler çökmüştü. Sokak ortalarında birbirini bıçaklayanlar, tecavüz edenler, yakanlar, yıkanlar, işkence yapanlar ve bunları izlemek zorunda kalan bir avuç dolusu insan!
Yönetimler çökmüş, asker gitmiş, politika bitmişti. Sadece aç olan vahşiler ve bu mahlukların besin maddesi olmaya muhtaç insanlar kalmıştı. Kaçacak, sığınacak yer yoktu. Açlıktan kriz geçirenler ya zayıflıktan ölüyor ya da koku alma ve işitme duyularını geliştirip, avlanma yeteneklerini sergiliyorlardı. Bağırsakları daha rahat deşebilmek için uzun tırnaklara, çiğ eti daha rahat çiğneyebilmek içinse eğelerle törpüledikleri sivri dişlere sahip olmuşlardı. Ortalıkta yürüyen, koşan, kaçan kim varsa, hangi canlıya denk gelirlerse hiç düşünmeden parçalayarak yemeye başlıyorlardı. Kuruyan barajlar ve dere yataklarından dolayı susuzluklarını baş aşağı astıkları bu yarı ölü vücutlardan akan ılık kanlar sayesinde gideriyorlardı.
Sınırlar birbirine karışmış, ülkeden ülkeye akın eden et yiyiciler binalara, kırsallara, adalara yayılmıştı. Dil, din, ırk bütün küresel olgular birbirine karışmıştı. Kimse kimsenin dilinden anlamıyordu artık. Sadece hayatta kalmaya çalışanlar ve bu zavallı azınlığın peşine düşen kan emiciler diye ikiye bölünmüştü insanlar. Asırlardır bütün devlet adamlarının ülküsü haline gelen nihai birleşmenin bu şekilde gerçekleşmesi nasıl bir ironiydi? Dünyanın çöküşü böyle mi oluyordu? Kıyametin gelişi? İnsanlığın yok oluşu?
Et yiyicilerin istilası neredeyse tamamlanmıştı. Bir zamanlar Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlamış olan efsanevi bir köprü yıkılmak üzereydi. Birbirini tanımayan bir kadın ve bir erkek köprünün tam ortasında mahsur kalmışlardı. Etrafları et yiyicilerle sarılmıştı. Yanındaki adam korkusundan, eski zamanlarda sularında bin bir çeşit balık yüzen şimdiki kurumuş Marmara’nın çatlak ve sert toprağına attı kendini. Atlamadan önce kadını bu canavarların ortasında yalnız bıraktığı için özür diler gibiydi umutsuz bakışları. Bu dehşet manzaraya şahit olan kırklı yaşlarındaki kadın birden tanıdık bir lisan duydu. Üzerine doğru gelen bir grup et yiyicinin lideri olan çirkin yaratığa gözyaşları içinde haykırdı.
- Neden biz? Neden bunu yapıyorsunuz?
Et yiyici kanlı gözleriyle bir süre kadına baktı ve sarı, sivri dişlerini açarak içindeki son insanlık kırıntısı olan konuşabilme yeteneğiyle çabaladı. Kısa bir tereddütten sonra kadına yaklaşarak:
– Çünkü başka hiçbir yerde kalmadı!
Kadının son gördüğü şey, gözüne akan leş kokulu salyaların bulanıklaştırdığı bir köprünün halatlarıydı.
Yamyam temalı bir bilimkurgu, ancak post-apokaliptik olabilirdi ki siz de bunu çok güzel yerine getirmişsiniz. Fena bir kurgu değil ama keşke bu kadar yüzeysel olmasa, biraz daha ayrıntılı bir hikaye olsaydı.
Sevgili Okan,
Değerli yorumun için çok teşekkürler, uzun hikayelerden inan ben bile sıkılıyorum, başkalarını da sıkmak istemedim! Belki biraz daha ayrıntılı olabilirdi ancak sahneleri açarsam uzayacak gibi geldi bana. Yine de ilgi gösterip vakit ayırdığın için binlerce teşekkürler…Sevgilerimle
Çağatay ŞENKAY
Okan’a ben de katılıyorum. Fakat sanma ki bu bir şikayet. Hayır, sadece açgözlülük. Öyle bir ayarda vermişsin ki, insan daha fazlasını istiyor. Ki bu da işinin ustası olduğunu belirtiyor.
Akıcı, katmanlı, sade. Sürekli yazdığın ortada. Gözüme takılan tek yer son cümle oldu. Ne dediğini anlamak için (daha doğrusu anlattığın güzelliği görmek için) 4 defa tekrar ettim. Bir düzeltme önermek istedim, ama yazdığım her cümle aynı etkiyi yaratmadı. Belki de sen, benim göremediğim kadar iyi yazıyorsun.
Sevgili Deniz,
İsimlerle hitap ediyorum ama bu sitede hepimizi bir aile olarak gördüğüm için bu şekilde yazıyorum…
Çok teşekkür ederim güzel sözlerin için, evet Sevgili Okan2da gayet haklı hikaye uzun değil belki daha çok ayrıntı ekleyebilirdim sonra sonra okuyunca ben de farkediyorum ve sizlere hak veriyorum. Hepimiz yazdıkça daha iyi oluyoruz…Yazmaya devam:)
Bir okuyucu olarak son cümlede aklımda beliren düşünceyi aktarayım. Bir çatışma, bir-iki ısırık, kadının bu kaos içinde düşüncesini toplayıp kendisini köprüden atması. Anlatım tarzı, uzaktan uzaktan “İçimdeki Yangın” filmini anımsattı.
Ayrıca “7 kat” öyküsü ile senin aranda fark var. Uğur’un iki seçeneği vardı. İntihar veya kahramanın çabasını sürdürmesi. Senin kahramanının seçenekleri ise intihar veya yem olmak. Yani onun öyküsüne yazdığım yorum seni içermiyor. Senin kahraman zaten zor olanı seçiyor.
Sen benden sıkılmadan önce gözüme takılan bir noktayı yazayım da,
“Atlamadan önce kadını bu canavarların ortasında yalnız bıraktığı için özür diler gibiydi umutsuz bakışları.”
Umutsuz, kelimesini kaldırmalısın. Gereksiz, kafa karıştırıcı. Harika bir cümleye fazlalık olmuş. Daha yazayım mı? Sen git bakışı, ballandıra ballandıra tasir et, okuyucunun gözünde canlandır, sonra de ki, umutsuz. Sen zaten olayı resim resim kağıda dökmüşsün, tanıma ne gerek var?
Anladım demek istediğini sevgili Deniz…İçimdeki Yangın’ı izleyememiştim şimdi güzel bir sebep oldu izlemem için. Çok teşekkürler yorumların için..
Hikayenin başlığını görür görmez aklıma Frank Russell Ve sonra hiç kalmadı adlı kitabı gelmişti. Ben üstteki yorumda bahsedilenlerden çok “affınıza sığınarak” ilk paragrafı gereksiz buldum. Sözgelimi “İnsanlar barış içinde yaşar, şarkılar söyler, resimler yaparlardı” son derece sade bir betimleme olmuş sanırım.
Hatta siz de denemelisiniz; ilk paragrafı es geçip baştan okuduğunuzda hikayedeki atmosfer çok daha profesyonelleşecektir. Kaleminize sağlık, sevgilerle
Evet orada anlatılmak istenenin biraz toz pembe yansıtılması gerekliydi diye düşündüm. Sadece 1 cümle yazıp geçseydim gereksiz olabilirdi ancak 1 paragraf yazarak en azından dünya vahşileşmeden önce nasıl bir yerdi onu vermeye çalıştım. Belki de fazla Pollyanna vari olmuştur:) Dediğiniz gibi ilk paragraf olmasa da olur muydu? Haklısınız!
Sizin de kalbinize sağlık, sevgiler…
Gerek uzunluk, gerekse anlatım açısından öykünüzü oldukça yerinde buldum. Daha fazla uzun ve detaylı olsaydı öykü başka bir forma dönüşürdü kanımca. Tebrikler.
Uğur harika yakalamış. “Rüya biteli çok olmuştu.” diye başlayınca hikaye direkt seviye atlıyor. İyi, daha iyi oluyor. Yazarken göz önünde bulunduracağım bu eleştiriyi.
Didem Hanım çok teşekkürler değerli yorum için…Okuyup zamanlarını ayıran herkese çok teşekkürler sevgili arkadaşlar…
Genelin aksine ben öyküyü yetersiz buldum. Öncelikle konu basmakalıp fakat bu anlatımla güzelleştirilebilir. Öykü ilerledikçe derinleşeceği yerde sürekli makro bir çerçevede seyretti.
Sanırım hikâyedeki et yiyiciler yamyamlardı. Oysa ben onları zombi olarak gördüm. Yamyamlık çoğu zaman sapkınlıktan veya yoğun bir tatmin isteğinin giderilme ihtiyacından ortaya çıkar. Öyle ki karınlarının doymasından öte kişisel bir fayda veya inanç söz konusudur. Bu derece kafayı sıyırmış vaziyette ete susamış yamyamları ilk defa sizin öykünüzde gördüm. Tercihle değil delicesine bir zorunlulukla hareket ediyorlardı. Pek yamyam tanımına uydukları söylenemez.
Yanlış anlamanızı istemem ama öykünün biraz aceleye gelmiş olabileceğini düşünüyorum. Güzel unsurlar da yakalamışsınız. Bunları biraz detaylı ele alsaydınız eminim gerçekten iyi bir şeyler ortaya çıkabilirdi.
Emeğiniz için elinize sağlık.
Çok teşekkürler değerli yorumunuz için,
Ben hayalimde öyle bir dünya kurdum; derinlemesine araştırdığım bir konu olarak değil, biraz abartarak açlık duygusunun insanı ne derece yamyamlaştırabileceğini ( vurgulamaya çalıştığınız sapkınlığı da açlık hissiyatını başka dürtüleriyle gidermeye çalışan sonra da et yemeye başlayanlar olarak yaratmaya çalıştım) vurgulamak istedim o karamsar dünyada!
Eleştirdiğiniz çoğu noktalar bundan sonraki yazılarıma yansıyacaktır:)
Öykünün olayların gelişimini anlatış şekli biraz fazla… Güçlü olmuş gibi geldi bana. Bu gücü olumsuz anlamda söylüyorum. Sanki bir yerlerde öyle şeyler olmuş ki bir türlü zihnim tasavvur edemiyor ve benim için televizyonda gördüğüm herhangi bir simülasyonsa dönüşüyor… Kendi gerçekliğinde, nüfuz etmeye izin vermiyor.
Kocaman önsel yargılar, hızhı hızlı geçen anlatımlar ve betimlemeden yoksun paragraflar… Neredeyse hiç bir şey anlatmıyorlar gibi:( kabalığım için özür dilerim ama bu dil beni çok rahatsız etti.
“Keşke” demekten alamıyorum kendimi. Keşke bir belgesel veya buluntu anlatım tekniğini kullansaydın post-apokaliptik film giriş sözleri veya özeti gibi yapmak yerine…
“Nasıl oldu da o güzel ibadetli ve birbirime bağlı insanlar, ilk fırsatta toparlanmak yerine birbirine saldırır oldular” diyor insan. Belirtmeni dilediğim çok fazla şey var.
Elbette, bunlar yazarın tercihleriyle ilgili ama… Okuyucu olarak doğrudan etkim olmasa bile dileklerimi aktarma hakkımın olduğunu düşünüyorum.
Kapanış sözleri beni pek ürkütemedi. Amaçlarının bu olmadığını düşünüyorum. Eğer amaçları buysa, belki de o zamana kadar olan bölümde minik minik germeliydi öykü beni. Bu noktaya parmak ucunda getirmeliydi. Sanırım.
Yine de, o son sözleri çok sevdim. Canavara olan bakışa… Gezegenin en güçlü varlığı olduğuna inanan insan sona kalıyor ve o zamana dek defalarca kehanet edilmiş olanı gerçekleştirerek kendi kendisini yiyor. Herkes ekmek derdinde ve masum:)
Biraz hızlıca okudum ama herhangi bir anlatım bozukluğu veya yazım yanlışı göremedim. Tebrik ederim.
Öykü oldukça yetersizdi, sanki herşey bir kaç saniyede bitiverdi. Elbette kısa öykü diye bir sanat var, ama kesinlikle bu o değildi. Bu öyküde bir amaç yada giriş gelişme sonuç örgüsü yoktu, masalsı bir anlatım dahi yoktu, kısa öykülerde tasvirler okuyucuya bırakılır belki ama belli bir olay örgüsü vardır. Senin yaptığın ise hayali evrenini hızlıca anlattın, sonra bir kaç saniyeyi kabataslak sundun, bu öyküde oldukça fazla eksik vardı.
Sevgili Kalkanoğlu,
Hangi ismini kullanmayı tercih ettiğini bilemedim:) eleştirini iki defa okudum ve detaylı dönüşün için de teşekkür ederim. Hızlı bir anlatım olduğunu kabul ediyorum, genellikle vuruşları son yerde yapmayı tercih ediyorum senin de belirttiğin gibi!
Sonuna kadar dikkate alıyorum her ne dilediysen umarım sonraki yazılarımda eğer paylaşırsam seni ve tabi ki diğer eleştriri yapan dostları bir yazar olarak daha çok tatmin etmekten mutluluk duyacağım. Hikayeni deo kudum bu arada, ben de seni tebrik ediyorum.
Not: Kaba değilsin açıksın, kabalığı tanırım:)
Marsl, teşekkür ederim okuyup değerlendirdiğin için.