“Heykeller” dedi kara cübbeli adam, “içlerinde bir nefes taşıma zorunluluğu olmayan ne mutlu varlıklar… Özeniyorum onlara. Ne güzel üfürülmemiş bir ruh olmak ya da olamamak. Kısmî delilik, yarı felç. Hayat hiç akar mı? Su olsa akar. Zaman bile akıyor, bükülüyor hatta ama hayat? Akan, yuvarlanan, işleyen ne varsa paslanmayan ve yosun tutmayan, hayat değil. Biliyorum bunu. Çünkü hayat, ekmek gibi küflenir durduğu yerde. Durdu, bekledi ve küflendi. Kimsenin midesine inmeden, faydalı bir şeye dönüşemeden… İnsan bir kez küflenmeye görsün, başlar çürüme.”
Kara cübbeleri ve göğüsleri hizasına denk düşen kara başlıklarıyla yer altında gezinen dev böcekleri andıran Ubor Metenga Cemiyeti üyeleri aylık olağan toplantılarını, kollarındaki çift beyaz şeritlerden “ser” olduğu anlaşılan konuşmacının sözleriyle başlatmıştı. Ser –kıdemli üye- on beş kişiden oluşan yönetici gruba ve on kâtibe bilge sözlerini şiirsel tamlamalarla aktarıyordu. Karşısında kendisine bakan yirmi beş çift gözden başka görebildiği bir şey olmamasına rağmen ortamdaki –yerin on metre altı- huşu, bağlılık ve teslimiyet yaptığı işin kutsiyetini bir kez daha hatırlatıyordu beynine. Sırlarla dolu gizli bir cemiyete üye olmak, herkese nasip olacak bir şey değildi elbette. Öncelikle ve bilhassa daimi katılımcının haiz olması gereken belli başlı vasıflar aranıyordu ki bunlardan en mühimi erkek olmaktı. Hiçbir kadın bu cemiyete katılamazdı, cemiyetten haberdar bile olamazdı. Katiyetle yasaktı bu. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kadim bir ritüel gibi Tv’lere dantel örtmeye devam eden, kumandalara dantelden kılıflar ören hemcinsleri olduğu sürece kadın eli, ayağı yahut başka bir uzvu bu yer altı toplantı alanına giremezdi. Hem kadınlar mutfağa daha çok yakışıyordu. İşveli sesleri hele ki gülüşleriyle erkek üyelerin konuya odaklanmalarını engelleyebilirlerdi kuşkusuz. Daimi katılımcıda olması gereken şartlardan biri de kitleleri etkileyebilme gücünün olmasıydı. Şimdilik etkilenmesi beklenen kitle, iki yüz elli kişiyi geçmiyordu. Sayıları azdı ama dikkat çekmeden büyüyebilmeleri için yeterli bir sayıydı. Bir diğer aranan şart ise, daimi katılımcının daimi bir işinin olmamasıydı. Devlet memuru olmanın handikap olduğu sayılı yerlerden biriydi cemiyetleri.
“Biz” dedi Ser, “kutsal bir amaca hizmet ediyoruz ve her kutsal amaç gibi uzun uzadıya sorgulamalara kapalıyız. Amacımızın ve yaptığımız, yapacağımız şeylerin kendi ilkelerine ters düştüğünü düşünen varsa aranızda, ya şimdi konuşsun ya da ebediyen sussun. Ubor Metenga bir suç örgütü değildir, Ubor Metenga insanları korkutarak onları evlerinden çıkmamaya zorlayan bir psikopatlar çetesi değildir, Ubor Metenga bir cosplay parti alanı hiç değildir. Ubor Metenga bunların çok üstünde, hem bunların hepsi hem bunların hiçbiridir. Ubor Metenga, bir semboldür, bir ilkedir, bir varoluş bilmecesidir, aklın ve beynin füzyonudur; bir dönüşümdür Ubor Metenga. Ve ben, bu ulu amaç doğrultusunda bana tabi olduğunuz, beni kayıtsız şartsız ‘ser’ bellediğiniz için sizlere şükranlarımı sunuyorum. Yaşasın Ubor Metenga! Yaşasın aklının sınırlarını bilen ve kahrolsun miskin akıllılar, sakarlar, unutkanlar, içi geçmişler, boş verenler, bilinçsizler ve erteleyenler! Norgunk kardeşlerim norgunk!”
Ser, alkış tutmayı yasaklamıştı ama eğer yasaklamasaydı dinleyenleri avuçları patlayana kadar alkışlarlardı onu. Rütbe delisi, alkış sevdalısı değildi; ulvî bir amacı vardı ve Moğol diyârındaki atalarından ona geçen “odaklanma” yeteneği sayesinde görünenin arkasını görebiliyordu kısmen. Kimseye görünmeyip ona görünen “şey” onu diğerlerinin gözünde “ser” yapıyordu ve elbette soy ağacı.
Ser, kürsüden inip mektup yazıcıların oturduğu ön sıraya yöneldi. Ellerini arkasında kenetleyip on kâtipten en soldaki kara başlıklı cüce yoldaşına, cemiyetlerine ait özel bir alfabeyle yazılmış mektubu kime yazdığını sordu.
“Türk diyârından efendim, adı Güray… Yirmi sekiz yaşında. Lisans mezunu; ikinci üniversite olarak açıktan işletme okumuş. Birkaç işe girip çıkmış. Hiçbir işte dikiş tutturamayınca gitmiş köye, dedesinden kalma köy evinde yaşamaya başlamış. On beş günde bir, kasabaya iniyor, zorunlu işlerini halledip alacaklarını da alarak doğruca köydeki evine dönüyor. Tek başına yaşıyor. Hiç evlenmemiş. Sevgilisi dahi olmamış.”
Ser, kâtibi dikkatle dinledikten sonra mektup göndermek için neden onu seçtiğini sordu.
“Onu seçtim efendim. Çünkü potansiyelinin farkında değil. Başına birkaç talihsiz olay geldi diye…”
“Ne gibi talihsiz olaylar mesela?”
“Henüz altı yaşındayken, babası evi terk etmiş. Başka bir kadın anlayacağınız… Sonra efendim, annesi tek başına büyütmüş bunu. Hem çalışmış hem okumuş o da. Âşık olmuş bir kere, en yakın arkadaşı da aynı kıza âşık olunca bu daha açılamadan kıza, diğer oğlan evlenmiş kızla. Sonra girdiği işlerde hiç bir yıldan fazla çalışamamış.”
“Neden peki?”
“Biraz fazla dürüstmüş de ondan. Sen git rüşvet alan müdürü genel müdüre ispiyonla. Hiç olacak iş mi efendim? Genel müdür de göstermiş buna kapıyı. Bir diğerinde de zimmetine para geçiren biri, suçu bizim safın üstüne atmış. O da kendisini aklayana kadar canı çıkmış. Ee ondan sonra iyice güvensiz olmuş insanlara tabii. Sonra bir de…”
“Daha da mı var?”
“Eh efendim, biraz daha var. Seçtiğim kişi, pişmiş tavuktan biraz hallice. Ama amacımız onu silkeleyip kendine getirmek değil mi zaten? Bu iş için biçilmiş kaftan.”
“Öyle olsun. Yazdın mı mektubu?”
Kâtip, mektubu Ser’e uzatarak “Yazdım efendim. Sonuna da cemiyetimizin mührünü bastım: Ubor Metenga. Norgunk yazmayı da ihmâl etmedim.”
Ser, mektubu aldı ve masanın üzerindeki insan kemiğinden yapılmış çanağın içine bıraktı. Çanağın içindeki diğer zarflara baktı. Kimi Doğu’ya kimi Batı’ya gidecekti. İçlerinde İran’a gidecek bir mektup dikkatini çekti. Zarfı eline aldı ve kâtiplere dönerek:
“İran’a gidecek bu mektubu kim yazdı?”
Bir başka cüce kâtip, sandalyesinin üzerine çıkarak “Ben yazdım efendim.” dedi.
Ser, mektubu kime yazdığını sordu. Kâtip de “Seçtiğim kızın adı Leyla. Kırk yaşında bir adamın ikinci karısı olmak üzere. Henüz on dört yaşında. Adam, erkek çocuğu doğursun diye ailesinden beş bin dolar başlık parası ödeyerek satın almış kızı. Ben de bu mektubu Leyla’ya yazdım efendim.” diye karşılık verdi.
“Hımm… Ona biz bile yardım edemeyiz Kâtip” dedi Ser. “Hem Leyla mektubu aldıktan sonra diyelim ki evden çıkmadı, aklını oynattı. Bunun bizim misyonumuzla ilgisi ne, delirmiş bir kızın bize ne faydası olur ki?”
“Delirmiş bir kızı kimse kendisine eş yapmaz efendim.”
Ser, bir müddet sessiz kaldı. Ardından “Doğru söylüyorsun” dedi “ama şöyle yapalım. Mektup Leyla’ya değil onu satın alan adama gitsin. Erkek çocuk diye tutturduğuna göre delirmeye elverişli olmalı.”
Ser kürsüye geri döndüğünde, bağlılık yemini etmiş üyelerinin gözünde bir merhale daha yükseldiğini bilmiyordu. Eğer Ser, bir adalet dağıtıcı olsaydı bütün davalar çözüme kavuşurdu. İlişki uzmanı olsaydı, hiçbir sevgili ayrılmaz; dükkân sahibi olsa kasası hiç açık vermez; kapıcı olsa aidatlar tık diye eline ödenirdi. Ser, bunların hiçbiri değildi. Ubor Metenga’nın yönetim kurulu başkanı, aynı zamanda fikir babasıydı.
Zaman, makromeden örülmüş hamağıyla bahçede keyif çatarken; dünya mutsuz insanları daha ne kadar mutsuz edebilirim derdine düşmüş, çenesinde koca et beniyle bir cadıya dönüşmüştü. Aynı Zaman, yüzüne yüzüne salvo yapan sivrisinekleri rüzgardan nefesiyle yan bahçeye yolluyordu şimdi. Ve yine aynı Zaman, yan bahçede barbekü keyfi yapan komşu ailenin çocuklarının gürültüsüne de aldırış etmiyordu. Niye etsin ki? Nasıl olsa onlar büyüyünce intikamını alırdı. Elinde zamandan bol ne vardı? Mesela Güray, küçük bir çocukken babasının başka bir kadını öptüğünü gördüğünde, babası da sus payı olsun diye çok istediği bisikleti ona aldığında, sonra babası o kadınla kaçıp gittiğinde; annesi günlerce ağladığında, komşu teyzeler zaman her şeyin ilacıdır kızım, henüz çok gençsin dediklerinde, Güray bunları duyduğunda, komşu teyzeler zamana bırak kızım dediklerinde, Güray kapının arkasından onları dinlediğinde, komşu teyzeler boyu devrilsin, bu zamanda kimseye güvenmiycen dediklerinde, Güray ilk öğrendiği küfrü Zaman’a savurmamış mıydı? Küfrü duyan Zaman’ın yüzü kızarmamış mıydı? O gün yemin etmişti Zaman, sana ilaç değil dert olacağım diye. Oldu da. Her geçen gün, yeni yaralar açıldı Güray’da. Zaman ona hiç iyi gelmemişti. Şimdi köyde, dedesinden anasına, anasından da ona kalan şu derme çatma köy evinde, bir suçlu gibi, bir kanun kaçağı gibi saklanan o değil miydi? Hiç kaderden kaçılır mıydı? Sanıyordu ki eve saklansam, hiç dışarı çıkmasam başıma kötü şeyler gelmez. Al, geldi işte! Şu elinde tuttuğu, yüzüncü kez okuduğu mektup o evdeyken, on gündür kapı önüne dahi çıkmadığı halde gelmemiş miydi evine?
Ne diyordu mektupta, hah:
“Morde ratesden,
Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, fer to tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!
UBOR-METENGA”
Bu mektup, bu imza… Ah biliyorum hepsi, o talihsiz kahramanın başına gelmemiş miydi? Ona da aynı mektubu göndermişlerdi ve adam zamanla aklını yitirmişti. Ben de mi öyle olacağım? Allahım neden? Kime ne yaptım ben? Tamam, beni lanetledin; öyle ya, başıma gelen tüm bu aksilikler, her şeye, sevdiğimi söylemeye dahi geç kalmalar… Şeytan, ayna diye beni kullanıyor olmalı. Evet, evet öyle evrensel bir kötülük bu.
Tüp de bitti işte. Yenisini alacak param da yok, dışarı çıkacak takatim de. Arayıp isteyecek bir telefonum bile yok. Yumurtaya, makarnaya, çaya veda etme zamanı. Sanmam ki köy bakkalının motosikletli çırağı gelsin de “Abi, kaç gündür alışverişe gelmiyorsun. Öldün mü kaldın mı merak ettim” desin. Bu zamanda Ahaa, yine bana sataşıyor! kaldı mı ki öyle insanlar? En ilkel haliyle de olsa, sırf merak dürtüsü ağır bastı diye on gündür görmediği bir vatandaşın kapısına gelen? Bir vatandaştan daha fazlası olamayan ben, oldurmayan insanlar… Yüzlerine zamk sürüp köpükten maske takanlar… Öyle sakil ki mide öz suyum fokurduyor düşününce. Antasitlerin de canı cehenneme! Maskeli madrabazlar, menfaat soysuzları, düzenin ve iş birlikçinin kurmalı oyuncakları… Antasitlerle birlikte gayya kuyularında iyi yanmalar size!
Ah başım! Sanırsın iki şakağımda iki ağaçkakan beynime ulaşmaya çalışıyorlar gagalaya gagalaya. Aspirin bile yok, hadi ben almadım, bir evin demirbaşı değil midir aspirin? Yıllarca yeşil-beyaz kutusunda açılmadan dursa da, ecza dolabının en gerisinde olsa da bulunmalıdır her evde. Dedemden kalma şu köy evinde o da yok! Kazayla parmağımı kessem saracak yara bandı bile yok! Kan kaybından ölmem, baş ağrısından delirmem, reflüden sürünmem an meselesi. Tabii şu mektup var bir de. Evden çıkmamamı söyleyen. Aynı satırlar, aynı imza. Üniversite yıllarımda okuduğum bir öyküde geçen. Kurgusal bir cemiyetti son gördüğümde; belki de bazı sâdık okurlar kurguyu gerçeğe döktü. Bu bir tehdit mi yoksa tavsiye mi bilemiyorum. Hoş, artık ikisinin ayrımına da varamıyorum. Bir elmanın iki yarısıdırlar belki. “Beni dinlemeni tavsiye ediyorum”la “Beni dinle yoksa…” arasında fark değil korku var. Korkunun bir ucu tavsiye bir ucu tehdit. İkisi de bilinmeze götürüyor insanı. Eline feneri alıp da önüne düşeni, sana yol göstereni yok. Teksin bu hayatta. Tavuktan çıkıp karton kutulara dizilen, çoğunluk içinde kimsesiz bir yumurtadan farkın ne? Hem seni kırsalar emin ol sarın ve beyazın dağılır. Bayatsın çünkü. Evinden çıkmayan, çıkmadıkça sanrılar gören bir adama dönüşüyorsun. “Ben böyle dünyanın, ben bu zamanın…” diyorsun. Sabrımı deniyor, bir köşede sessiz sessiz oturduğum halde yine bana sataşıyor! Kendine acıyorsun; kendine acımak dünyaya acımaktan kolaydır çünkü.
Hem ne olmuş seni seçmemişse? Neymiş, arkadaşım da onu seviyormuş. Severse sevsin, iş mi yani bu? Neden çekilen sensin? Hayır, hayır aradan çekilmekten bahsetmiyorum; kabuğuna çekilmekten, savaşmaktan korkmaktan, korkunun kendisinden korkmaktan bahsediyorum. Ya o sevmiyorsa; gözleri bal rengi kız, hani içinde dikkatli bakanın göreceği yeşil hâreler bulunan. Çok güzelmiş. Ne yapalım güzelse? Aynalara küsmedik ya. Bizim de var bir ederimiz. Yok mu? Bir bunu diyemedin işte. Ne kıza ne diğer oğlana. Kendine ulan kendine!! Var mı senden safı, var mı senin gibi bile isteye fedakâr olmak için sıraya giren? Hak ettin ama. İşte böyle elin böğründe kalakalırsın!
Aptal seni! Dürüstlükmüş, ulan kaldı mı bu devirde dürüst adam, ilk mi olacaksın oğlum? Rüşvet mi almış, alan memnun veren memnun sen ne karışırsın? Ama diğeri başka. Bak onda haklısın işte. O deyyus herif yüzünden hapislerde sürünecektin, adi hırsız! Sanki alnımda yazıyor, “Kazık mı çakacaksınız, işte tam burası” diye. İnsanın babası da dolandırır mı insanı, kaçıp gider mi bir bisikletle kandırıp? Şimdi de şunlar çıktı başıma, Ubor Metengacılar… Evden çıkmamamı salık veriyorlar. İyi de ne yiyeceğim ben? Koltukların kolçaklarını mı? Gidip bakkala alırım kendime canım ne isterse. Onlar mı engel olacak? Hiç… Ama gidemem ki… Cepte beş kuruş para kalmadı. Veresiye istesem… Ay başında vereceğim derim; üç hafta kafam rahat. Sonra da buluruz bir yolunu. Sersem kafam, sersem! Köy bakkalı bilmiyor mu senin çalışmadığını? Neyle ödeyeceksin diye sormaz mı adam? Acaba şu koltukları versem ona, karşılığında kaç günlük yiyecek verir bana? Akılsız, ne yapsın adam dedenden kalma sidikli koltukları. O zaman… Kasabaya giderim, araba bulmak kolay. Varınca da bir markete girerim, derim “Şuradan bana beş paket makarna, bir kilo un, bir paket pirinç, bir bütün tavuk, bir kalıp beyaz peynir, yarım kilo zeytin, bir de tahin helvası…” Adam terslemezse iyi. Kendin koyacaksın sepete, bu zamanda böyle. Öyle uzun uzadıya bakkalla konuşur gibi konuşulmaz marketçiyle. Veresiyeyi ise unut. Ne mâlum ödeyeceğin? Adam seni tanımıyor ki. Kimse kimseyi tanımıyor. Şuracıkta açlıktan ölsen kokun çıkmadıkça gelip de bakmaz kimse.
İnsan bir kez yenilmeye görsün; yılgınlık, savsaklık, umursamazlık ve tüm olumsuz görünen o netameli duygular düşer yoluna. Adımını her attığında asfalta yâhut kaldırım taşına her bastığında topraktan ayrılmış bir solucan gibi hisseder kendini. Bütün elektriği vücuduna yüklemiş, yüksek gerilim hattına dönüşen bir adam… Hamam böceklerini Kafka’ya özgü bilirdim oysa Ubor Metengacılar, nem görmüş kara böcekler gibi girdiler yaşam/ama alanıma. Beni seçtiler, belki de bütün köyü seçtiler. Hayır hayır, tek beni seçtiler. Çünkü ben, gölgesinden korkan iki yaşında bir çocuğun korkusuna sahibim. Gölgelerden korkuyorum; fikirlerin gölgelerinden, kırılmış ve burkulmuş kalplerin, terk edilmişlerin, iftiraya uğramışların, yanlış yola sapmışların gölgelerinden. Günden güne çürüyen küflü düşünceler, sahte adanmışlıklar; liyâkatsiz işverenler, karın tokluğuna çalışanlar… Âcizliğin toplardamarını kesmeli; âciz olan korkar çünkü.
Buldular izimi. Kesecekler etimi, oluk oluk akıtacaklar kanımı. Çünkü onlar korkulardan beslenirler. Çünkü korku damarlardan geçer kan gibi. Korkuyu beslerken ve korkuyu beklerken gelecekler. Ansızın gelecekler, ben hiç beklemiyorken, hiç hesapta yokken… Olur mu öyle? Tehdit mektubu gönderdiler ya. Tamam açık açık demediler, dışarı adım atarsan ölürsün diye –ki ölmekten daha kötü şeyler de var. Çıkmamamı salık verdiler, mektubu aldıktan sonra evde kal dediler belki de dedi. Belki bir kişidir bütün bunları yapan. Ama kitapta bir cemiyetti bu. Aklım almıyor gerçek mi tüm bunlar? Karnım da öyle aç ki…
Ooo, gelen var. Elinde de koca bir tepsi. Ne şanslısın sen! Açım dedin bak ayağına geldi. Amann hâlâ iç sesiyle kavgada. Kalk da aç kapıyı tembel!
Kapı mı tıkladı? Evet evet, kapıydı bu. İyi de kim olabilir? Yoksa onlar mı? Ne saçmalıyorum ben, onlar olsa niye tıklasınlar kapıyı. Kale kapısı değil ya yüklendiler mi tamam kapıya. Hay Allah, ne yapsam? Perdenin gerisinden şöyle bi’ baksam. Hım.. Kimseler görünmüyor. Belki de yanlış duy… Dur dur, hemen emin olma, kapıya bir şey bırakmış kim geldiyse. Çıkıp baksam mı ki ne olduğuna? Ama evden çıkma demişlerdi. Kapının önü dışarı sayılmaz ki canım. Yoksa sayılır mı? Neyse ne… Aç şu kapıyı be adam! Bu ne şimdi, kim bıraktı ki bunu? Ne var acaba içinde? Şöyle ucundan… Off off, tavuklu pilav, irisinden dört tulumba, iki kutu da ayran.. Ziyafet ziyafet!
Ziyafet tabi… Sen Sami’nin oğlanın sünnetine gitme, onlar ayağına yemek getirsin! Oh ne âlâ! Hımbıl şey. Akıl etti de aldı tepsiyi içeri.
Masaya koyayım şöyle. Of ki ne of… Ayranı çalkala bi’. Dur biraz pilav kaşıkla. Tavuk da iyice hani. Az da koymamışlar. İki günlük açlıktan sonra cennet menüsü bu be! Tulumbaya bak hele. En son ne zaman yediğimi unuttum. Hımm… Çıtır çıtır tazecik.
Az soluklan be adam! Nefes boruna kaçacak. Boğulursun falan hiç kurtaramam seni kusura bakma. Evrenin işleyişini bozamam bi’senin hırtlağın için!
Sakin oğlum, sakin. Açlıktan ölmedin nefessizlikten öleceksin. Valla’ şurada boğulsam sırtıma iki yumruk atacak kimsem bile yok.
Başladı gene kendine acımaya. Hep trajedi hep melodram.
Yok be, şu caanım ülkemi hiçbir yere değişmem. Kokum çıkmadan gelip yemek koymuşlar kapıma. Belki biraz abartıyorumdur. Tamamen ümidi kesmemek lazımmış bak. İyi insanlar; köylüler çünkü. Bozulmamışlar, saflar. Şehirde olsalar bak kalıyor mu o saflıktan eser? Sen de hemen yelkenleri suya indirdin be Güray. Şöyle bir tavuk pilav yedin diye. Bu zamanda köyün şehirin farkı mı kaldı Allahını seversen. İnsan her yerde insan; tabii çiğ süt emmemişse, hile hurda bilmiyorsa, ah en önemlisi dürüstse be dürüstse!
Karnı doyunca beynine kan gitti demek… Proteinsizlik böyle yapar işte.
Karnım da doydu. Azıcık hava almaya kapı önüne çıksam… Hem kararımdan dönmemiş oluırum; kapı önü dışarı sayılmaz. Üşürsem diye ceketimi de alayım. Hadi bakalım… Oh, mis gibi hava, kapı önüne bir sandalye çekip oturayım bari. Neredeydi sandalye? Hah, gördüm, vişnenin dibinde. Hay Allah, o kadar gidebilir miyim ki? Hem nereden bilecekler canım evden çıktığımı, kamerayla izlemiyorlar ya? İşte, aldım sandalyeyi. Dur bi’ dakika… Tövbe bismillah! Şu gidenler de kim? Kapkara cübbeleriyle… Bir yerleri de görünmüyor. Allah Allah… Papaz cübbesi desem… Bizim köyde gayrimüslim var da benim mi haberim yok? Cenaze vardır belki… İyi de köyde hiç kilise de yok. Hava da kararmadı, gündüz gözüyle cin mi görüyorum yoksa? Ah be Güray, iyice saçmaladın ha… Aaaa! Vallahi onlar, vallahi onlar! Allah geldiler işte. Benim için geldiler. Ah aptal kafam, ne çıkarsın dışarı, bekle bakalım başına ne çoraplar örecekler? Seni uyarmışlardı ama. Hak ettin sen. Çabuk çabuk gir eve, çabuk…
İşte böyle tutuşur paçaların… Bak bakalım, camın kenarına ne koymuş Ubor Metalciler, yoksa Metancılar mıydı? Aman canım, neyse ne. Güray beyimize dönelim asıl.
Şu sarı zarf da ne vergi zarfı gibi? Camın önünde, kim… Kim olacak akılsız, onlar işte. Ah ah, ne yaptım ben? İdam fermanım mı var içinde? Çok kızmış olmalılar. Emre itaatsizlik sonuçta. Gir içeri de bak ne var içinde. Çok kötü oldu bu çok.
Girdi içeri. Koltuğa oturmuş, kara kara düşünüyor. Zarfı açmaktan korkuyor. Bu yaşına kadar bu korkuyla nasıl yaşadığına şaşar insan. İnsan dedim, çünkü ben şaşmam. Zamanın şaşırdığı nerede görülmüş?
Açmaktan başka çare yok. Ah yırtılmıyor da meret. Şöyle kuvvetlice… Allahım parmaklarımda takat kalmadı… Oh nihayet… Hayret, bu kez bizim dilden…
“Kuralları ihlâl ettin. Kaçınılmaz sona hazırlan.
UBOR METENGA”
Nasıl da sarardı birden… Kalpten gitmese bari.
Korktuğum başıma geldi işte. Affetmeyecekler. Öldürecekler beni. Birilerine haber mi versem? Jandarmaya, polise gitsem… Olmaz, hayır gidemem polise. Dışarı çıktığım anda öldürmeyecekleri ne mâlum? Belki de o iki cübbeli, buralarda hâlâ. Bahçede saklanıyorlardır, çıktığım anda da… Neden ama? Neden, ne yaptım ben? Katiller, hırsızlar, ahlâksızlar dışarıda ellerini kollarını sallayarak gezerken neden ben? Kimseyi öldürmedim, kimsenin malına göz dikmedim, hiçbir canlıya zarar vermedim, hele ki kadınlara… Niye o zaman, neyin kefareti bu? Bula bula beni mi buldunuz caniler, acımasız katiller! Hayır, korkmuyorum sizden! Korkmuyorum. Korkarak kendimi yem etmeyeceğim size! Duydunuz mu beni?
Nasıl da bağırıyor. Köşeye sıkışınca sesi çıkanlardan… Herkes de Sami’nin oğlanın mevlüdünde. Kim duyacak seni?
Yok öyle, tehditler falan. Ben göstereceğim size, Güray’ın kim olduğunu gö…
Who can say where the road goes? Where the day flows? Only time and who…
Kim var orada? Heey!
… say where the road goes? Where the day flows?….
“Hay Allah, kapansana be! Ahh, yakalandık işte!”
Masanın altında olduğunu görüyorum. Telefonla işin bittiğine göre çıksan iyi edersin! Sana diyorum, ÇIK ÇABUK!
“Tamam abi kızma, çıkıyorum”
Tövbe bismillah! Tövbe tövbe! Uzak dur, yaklaşma!
“Tamam abi”
Aç yüzünü, HEMEN!
Allahım karnıma ağrılar girdi gülmekten. Güray beyimizin sıkıcı hayatı sirke döndü baksana. Metalciler cüce göndermişler bizimkine.
Sen de kimsin be! Ne işin var benim evimde? Pardon, evimde masamın altına gizlenmiş, üstelik kapkara bir cübbe geçirip sırtına… Söyle hadi, kimsin sen? Ne bu Gargamel kostümü, ne ayaksın oğlum sen!
“Abi ayıp oluyor ama… Öyle Gargamel falan…”
Kes. Ayıpmış. Hırsız gibi evime gir, sonra da ayıp de! Kimsin dedim, duymadın mı?
“Duydum abi… Şeyim ben… Hiç kimse.”
Bırak martavalı da adını söyle.
“Suat abi, adım Suat.”
Suat kardeşim, evimde masamın altında ne işin var?
“Şey… Cemiyettenim abi.”
Onu anladım zaten, sirkten kaçmadığına göre. Demin bahçedeyken gördüğüm iki cübbeli… Onlar da mı sizden?
“Evet abi.”
Peki mektubu sen mi bıraktın?
“Evet abi.”
Neden bırakıp gitmedin peki? Cezamı sen mi vereceksin yoksa?
“Yok abi, estağfurullah ne cezası.”
Ee öyle yazmışsınız mektupta.
“Sen onu yanlış anlamışsın abi.”
Yanlış mı anladım? Niyetiniz beni delirtmek mi? Ne istiyorsunuz benden?
“Abi… Ben artık gitsem…”
Ne uyanıksın sen öyle! Bana her şeyi anlatmadan şuradan şuraya gidemezsin!
“Ben sadece elçiyim abi. Elçiye zeval olur mu?”
Sana ne diyorsam onu yap. Anlat, kimsiniz? Neden beni seçtiniz?
“Cemiyeti biliyorsun abi… Sen de okumuşsun o kitabı.”
Okuduğumu da nereden çıkardın?
“Üniversite kütüphanesinden almışsın abi. Seni de öyle bulmuşlar.”
İyi de üzerinden on yıl geçti be!
“Onlar aradıklarını bulurlar.”
Tamam, diyelim öyle buldular. Ne olmuş o kitabı okuduysam?
“Kitabı okuduysan cemiyeti de bilirsin. Kitaptaki karaktere benziyor olabilirsin. Nedenini tam olarak bilemiyorum, dedim ya altı üstü elçiyim ben.”
Nasıl yani?
“Araştırma bölümünden değilim yani. Ben bana verilen listelerden mektup yazılacak kişileri seçiyorum. Listeler çok uzun… Biz de ‘potansiyeli olanlar’ ve ‘kaybetmeye mahkumlar’ı seçmekle görevliyiz.”
Ben hangisiyim ‘kaybetmeye mahkum’ mu?
“Hayır abi. Sen ‘potansiyeli olan’sın.”
Bak bu ilginç işte. Hayatım kaybetmekle geçti. Neyin potansiyeli bu dediğin?
“Dünyayı kurtaracak potansiyel.”
Saçmalama. Kendime hayrım yok benim, dünyayı nasıl kurtarayım?
“Abi, neden hep bi’ süper kahraman bekliyoruz? Yenile yenile yenmeyi öğrenemez mi insan? ‘Dibe vurmadan zirveye çıkamazsın’ derler ya abi. Kendini keşfetmen için bir sınav gibi düşün bunu. Savaşacak mısın yoksa teslim mi olacaksın?”
Mektupta yazan ‘kaçınılmaz son’ ne peki?
“Ne olduğu açık değil mi abi? Ölüm… Kaçınılmaz olan o.”
Orası öyle. Bunları ezberletiyorlar mı size? Yani böyle bilgece sözler…
“Yok abi. Elçilerin hepsi felsefe okumuştur, sözler ondan öyle.”
Niye katıldın bunlara, madem okumuşsun? Memur olsaydın ya, öğretmen falan.
“Allah korusun!”
Nasıl da koyulaştı sohbet… Sanki iki ahbap… Ah Güray efendi ah, hâlâ mı öğrenemedin insanları? Hemen koyverdin yelkenleri.
Söylesene, şimdi ne olacak bana?
“Şimdi abi… Evinden çıkmamaya bir müddet daha devam edeceksin. Bir mektup daha gelecek. O mektupta ne yapman gerektiği yazacak. Son mektupları Ser yazar, yani bizim başımız.”
Anlıyorum.
“Mektupta sınav sonucun yazacak. Sınavı geçersen bizimle çalışacaksın.”
Ya geçemezsem?
“Artık gitmem gerek… Yalnız gelmedim abi, biliyorsun. Telefonu da açmadım. Şüphelenirlerse işler karışır. Hoşça kal abi, unutma, son mektup gelene kadar sakın evden çıkma.”
Mevtayı nasıl bilirdiniz?
Korkak bilirdik hocam. Bir evi, dört duvar bir betonu bekledi durdu haftalarca. Yemeyi içmeyi unuttu da şu kahrolasıca mektubu unutmadı. Bekledi, bekledi…
Mevtayı nasıl bilirdiniz?
Akılsız bilirdik hocam. “Kaçınılmaz son” dediler, onu bile anlamadı. Bütün cevapları bildiği halde sorular sormaya devam etti. Kahraman olmayı beklerken aklını yitirdi. Potansiyeli vardı.
Mevtayı nasıl bilirdiniz?
Yalnız bilirdik hocam; tembel, miskin, hımbıl bilirdik; ağzı bozuk bilirdik -bu aramızda şahsi bir mesele- ; mutsuz bilirdik; isyankâr bilirdik… Yine de… Dürüst adamdı be! Hilesi hurdası yoktu işte. Beyaz bir kağıt gibiydi, önüne baksan arkasını görürdün. Öyleydi işte, toprağı bol olsun…
Biliyorum, umdukları gibi olmadı. Çünkü onlar bilemediler Güray’ın delirmekten öleceğini. Onlar ölü değil diri istediler. Ama deli istediler. İstediler ki her on kişiye bir deli düşsün ve insan kendini bir delinin aynasında görsün. Düzen böyle sağlanacaktı çünkü. Ama Güray sevmekten öleceği, yaşamaktan öleceği, mutluluktan öleceği yerde henüz yirmi dokuzunda delirmekten öldü.
“Kardeşlerim, bugünkü kaybımız sizi yolunuzdan döndürmesin. Birer birer delirdiğimizde ama delirmekten ölmediğimizde işte o zaman mutluluk ülkesine varacağız. Hatırlayın: Heykeller içlerinde bir nefes taşıma zorunluluğu olmayan ne mutlu varlıklar… Ne güzel üfürülmemiş bir ruh olmak ya da olamamak. Kısmî delilik, yarı felç. Hayat hiç akar mı? Su olsa akar. Zaman bile akıyor, bükülüyor hatta ama hayat? Akan, yuvarlanan, işleyen ne varsa paslanmayan ve yosun tutmayan, hayat değil. Biliyorum bunu. Çünkü hayat, ekmek gibi küflenir durduğu yerde. Durdu, bekledi ve küflendi. Kimsenin midesine inmeden, faydalı bir şeye dönüşemeden…
İnsan bir kez küflenmeye görsün, başlar çürüme. Hatırlayın daima.”
Uzun bir öykü olmasına rağmen, akıcı yazım tarzınız sonuna kadar sıkılmadan okutuyor. Çok güzel betimlemeler kullanmışsınız.
Öykü genel olarak bir felsefesi olan eli yüzü düzgün bir yapıya sahip. Başlıyor ve bitiyor; çoğu kısa öykünün aksine bir kesitmiş izlenimi vermeden, bütünsellik içinde tamamlanıyor, şiirsel bir öyküydü.
Elinize sağlık,
Merhaba, teşekkür ederim yorumunuz için.
Evet, felsefi bir öykü. Şöyleki öyküye seçtiğim başlık Erasmus’un aynı adlı eseriydi. İçerikte de özellikle öykünün ideolojik mesajında aynı eserden faydalandım/etkilendim. Temayı öğrendiğimde Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı öyküsünü -daha önce okumamıştım- iki kez okudum. Öyküyü sindirdikten sonra Deliliğe Övgü ve Korkuyu Beklerken karışımı, kurmaca ama Oğuz Atay’ın yolundan da fazla sapmayan bir öykü yazdım. Postmodernizme uydum; öyküde pek çok gönderme var; motosikletli bakkal çırağı da bunlardan biri.
Diğer öyküler gibi tamamen yaratıcı zekaya bırakmadım temayı. Çünkü çok ağır bir taşın altına girdik; önümüzde Oğuz Atay gibi bir kült var. Bu sebeple öyküyü bilenlere çok da yabancı gelmeyecek, elime yüzüme bulaştırmayacağımı düşündüğüm şekilde yazdım zihnimdeki Ubor Metenga’yı.
Uzun bir öykü olduğu için bütünsellik olması mühim.
Elimden geleni yaptım; çok titizlendim, öykümü sayısız kere okudum. Her satırı ezberledim neredeyse. Umarım seçki okurları da sever 🙂
Selam. Öykünün ilk başlarında hafif gülümsedim. Benim öyküyle neredeyse birer bir özellikleri var. Buralarda uzun öyküleri sevmezler; ama uzun uzun yazmak iyidir. Sizin öykü de gayet güzel, akıcı olmuş. Hikaye genel hatlarıyla sıkmıyor; ama sanki felsefeyi biraz daha az yapıp olay anlatmaya biraz daha yer verseydiniz daha güzel olabilirdi -benim kendi kişisel görüşüm.-
Elinize sağlık.
Merhaba,
Teşekkür ederim yorumunuz için. Buradaki öykülerim genelde uzun. Öykü güzel yazılmışsa uzun kısa fark etmez, okurunu bulur diye düşünüyorum. Elbette haklı da olabilirsiniz ama ben seçkideki her öyküyü okumaya çalışıyorum, uzun kısa diye ayırmıyorum; niteliğe bakıyorum 🙂
Öykümü beğenmenize sevindim. Üstteki yorumumda belirttiğim gibi Oğuz Atay’ın yolundan sapmadan bir öykü yazmaya çalıştım. Öyküyü okuduysanız o öyküde de olaydan ziyade felsefenin ağır bastığını görmüşsünüzdür. Bu öyküde bu yoldan gitmeyi uygun gördüm. Bu tema felsefeyi kaldırabilecek güçte kanımca.
Evet, sizin öykünüzü de okudum, dediğiniz gibi benzerlik var. İkimiz de cemiyete odaklanmışız. Sizinki Yüzüklerin Efendisi tadında olmuş benim öykümden farklı olarak.
Merhabalar. Öykünüzü ilk gün okumuştum, yazmak anca nasip oldu. Yine çok güzel bir öykü. Metnin her satırı ayrı ayrı özenilmiş, üzerinde durulmuş, yazılıp geçilmemiş kısacası. Bu kadar uzun öyküde küçük de olsa hata olmaz mı? Olmuyormuş demek ki, aramama rağmen bulamadım. ”Elimden geleni yaptım; çok titizlendim, öykümü sayısız kere okudum. Her satırı ezberledim neredeyse,” demişsiniz, belli oluyor. Ayrıca bir kadın olarak erkek bir karakteri bu denli güzel aktarabilmeniz kıskanılmayacak gibi değil.
Felsefesi güzel, eğlenceli ve samimi bir öyküydü. Felsefe ve samimi kelimelerini yan yana görmek bile biraz abes değil mi? Başarmışsınız bunu da.
Giriş bitiş aynı paragrafla, başka bir güzellik. Aynı öyküde farklı teknikler kullanılmasına rağmen bütünlük ustaca korunmuş, bir güzellik daha…
Her şeyiyle Öznur Babur kokuyordu öykü.
Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.
Merhaba,
Teşekkür ederim güzel yorumunuz için ve öykümü beğenmenize sevindim.
Önümüzdeki seçkide yazar olarak değil okur olarak olacağım inşallah.
Merhabalar,
Öykünüz uzun gibi gözükse de aslında bir çırpıda okunuyor, hatta yerinde bitirmiş olmanıza rağmen “devamı da olsaydı keşke” demeden edemedim. Aslında öykünün sonu beni biraz şaşırttı, nedense böyle bir son beklemiyordum karakterimiz için ancak başka türlüsü de öyküyü öykülükten çıkartıp romanlığa sürükleyebilirdi sanırım 🙂
Atay’ın öyküsünde olduğu gibi ciddi bir çizgiye gönderme yaparken ‘zaman’la da yer yer pek güldürdünüz açıkçası. Sizin de yorumlarınızdan birinde belirttiğiniz gibi öyküde pek çok gönderme var, bunları kullanmanız da hoş olmuş bence.
Elinize sağlık 🙂
Merhaba,
Teşekkür ederim yorumunuz için ve öykümü beğenmenize sevindim.
Öykü bu haliyle yeterince uzun aslında, daha uzasaydı nasıl olurdu bilemedim 🙂 Öyküyü akıcı bulmanıza ayrıca sevindim zira uzun metinlerde bunu sağlamak her zaman mümkün olamıyor.
“Zaman”ı burada karakter olarak kullandım, farklılık olsun istedim. Her öykümde küçük de olsa farklılık ve yenilik yapmaya çalışıyorum.
“Metinlerarasılık” bu öyküde çatım oldu, o çatı altına sağlam bir bina oluşturmaya çalıştım diyelim.
Osman Eliuz’un da dediği gibi felsefesi olan ve samimi bir öyküydü. İkimiz de kısa yazmayı beceremeyenlerdeniz ama siz sıkmadan ana olayın etrafında dolanmayı çok iyi kotarmışsınız. Güzel öykünüz için teşekkürler.
Merhaba,
Teşekkür ederim yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.
Kısa öyküler de yazıyorum aslında ama seçkideki öykülerim dediğiniz gibi biraz uzun.
Merhabalar,
Kaleminize sağlık.
Şiirsel bir öykü olmuş. Uzun olmasına rağmen, betimlemeleri ve göndermeleri sayesinde kendini okutmayı başarıyor.
Tebrik ederim sizi bu güzel öykünüz için.
Merhaba,
Teşekkür ederim güzel yorumunuz için ve öykümü beğenmenize sevindim.
Merhaba;
Her zamanki gibi güzel, akıcı ve merak uyandırıcı bir öykü kaleme almışsınız. Ellerinize yüreğinize sağlık. Birkaç kez okumak ve aralara serpiştirdiğiniz ipuçlarını tutup çekmek zevkliydi. Teşekkürler…
🙂 Teşekkür ederim yorumunuza ve öykümü beğenmenize sevindim.