Öykü

Honor Heshima

On dört farklı koridora açılan on dört kapının bulunduğu salon, düzgün -kusursuz- bir ondörtgenden oluşmaktaydı. Her bir kapıdan, Ubor Metenga’nın Yüksek Lordları geçer, her haftanın son günü, sabah 04.00’daki toplantılarını gerçekleştirmek üzere “Karar Odası” adını verdikleri salona varırlardı. Salonda, her bir Yüksek Lord için, masif ahşaptan bir çalışma masası ve aynı ağaçtan yapılarak tasarlanmış sandalye bulunurdu. Masanın üzerinde, her üyenin, o haftanın raporunu yazacağı sadece bir adet A4 kâğıdı, sivri uçlu bir dolma kalem, mürekkep hokkası ve Ubor Metenga’nın, -Üstün Yol’un- sembolü hazır bulundurulurdu.

Bu sembol, örgütün yüce amacını bir meta olarak göz önüne seren, ustaca yontulmuş bir puttan ibaretti. Kusursuz vücut ölçülerine sahip, ancak bir suratı olmayan, cinsiyetsiz, bütün insanlığı –kusursuz olanları- simgeleyen bir heykelcikti bu. Tüm hatları ve detaylarıyla gerçek bir insanı anımsatan, on dört santimetre boyunda, porselenden imal edilmiş bir sembol…

Masaların oluşturduğu çemberin ortasındaki büyük halıya dünya haritası dokunmuş; ancak dünyadaki bütün sınırlar ve ülke isimleri yok sayılmıştı. Karar Odası’ndaki bütün dekorasyon masalar, sandalyeler, çalışma ekipmanları, halı ve aydınlatma ünitelerinden ibaretti. Yerin yüz kırk metre altına inşa edilmiş bu karargâhın aydınlatması ise elektrikli ampullerle değil, eski usul gaz lambalarıyla yapılmaktaydı.

“Son Meclis” diye bilinen, yerin altındaki bu devasa yapıda bulunan onlarca salon ve odadan biri olan Karar Odası’nın, birbiriyle tamamen aynı boyda ve aynı girift işlemelere sahip kapılarından biri açıldı. Kapının açılmasıyla aynı anda, baştan ayağa siyahlara bürünmüş bir adam, gaz lambasını yaktı. Bu adam, on dört üyeden ilkinin hizmetkârıydı. Ne bir an geç ne bir an erken, tam tamına kapı kolunun aşağı itildiği anda yakmıştı gaz lambasını. Onun tek görevi, işini dikkatle ve kusursuzca yapmaktı. Dikkat ve kusursuzluk Ubor Metenga için her şeydi. Lambanın loş ışığıyla hafifçe aydınlanan kapı önünde beliren siluet, on dört üyenin ilki ve Ubor Metenga’nın Kadim Yüksek Lordu’ydu.

Kadim Yüksek Lord; dökümlü, kızıl bir cübbe, cübbenin üzerine siyah, sırtında Ubor Metenga’nın simgesinin işlenmiş olduğu bir pelerin giymiş, pelerininin kukuletasını, gözlerini kapatacak şekilde başına geçirmişti. Sağ elinde, mertebesini simgeleyen kendisiyle aynı boyda, işlemeli bir asa olduğu halde Karar Odası’na girdiğinde onun ardından diğer on üç Yüksek Lord da mabede aynı terane ile toplanmıştı.

Ubor Metenga’nın, Üstün Yol’un on dört Yüksek Lordu, mertebe sıralamasına göre Karar Odası’na girip masalarına yerleşince haftalık raporlarını tarikata sunacakları toplantı da başlamış oldu.

“Norgunk!” Kadim Yüksek Lord, kendisine ait sandalyede mağrur bir halde oturmuşken “Dikkat!” diyerek, her zamanki gibi diğer Yüksek Lord’ları selamladı. Her biri, dünyanın başka başka şehirlerinden, başka başka kültürlerinden olsalar da eskiye ait bütün alışkanlıklarından, doğumdan gelen tüm özelliklerinden vazgeçip ortak amaçları doğrultusunda aynı lisanı konuşuyorlar, aynı hayat tarzını kendilerine yol ediyorlardı. “Üstün Yol’un yüce amacı doğrultusunda ilerlediğimiz bu günde sizleri bir kez daha dikkatle selamlarım!” Buraya kadar olan konuşması, her hafta söylediği kalıp sözlerden ibaretti.

“Teslarom!” Rütbece Kadim Yüksek Lord’dan sonra gelen Lord da tekdüze; ama yüksek bir tonda örgütü selamladı. Her bir Lord, o haftanın raporunu kaleme almadan evvel örgütün karşısında sözlü bir değerlendirme yapar, örgüte layık olduğunu yoldaşlarına gösterirdi.

“Beş yüzüncü yılına girmek üzere olan Üstün Yol’un ulu amacı doğrultusunda, Büyücü’nün emirlerini yerine getirmeye, geçtiğimiz hafta da devam ettim. Bu yolun en önemli kilometrelerinde yaşam hakkını kaybetmiş, -onlara insan bile diyemiyorum- varlıkların cezalandırılması benim -ve hepimiz- için bir onur oldu. Dünyayı Büyücü’ye layık bir yer haline getirmek üzere ben, üç yerel yöneticinin, sekizi çeşitli bakanlıklardan olmak üzere yirmi iki devlet adamının ve otuz beş büyük şirket çalışanının yaşam haklarını -sanki varmış gibi- sonlandırdım.”

“Bunlardan yarısının suçu, kendi hatalarını başkalarına mal etmekti. Diğer yarısı ise dikkatsizliklerinin bedelini ödediler. Bunlar, devletin nasıl işleyeceğini bilmeyen, dikkatsiz, başarısız kimselerdi. Gerekli önlemleri almadığı için çalışanlarının ölümüne sebep olan maden sahiplerinden iş güvenliğini gereksiz para harcamaları olarak gören kalantor müteahhitlere, siyasi çıkar sağlamak için komplolar kurup sivil masum halkı -her ne kadar onların da büyük kısmı ölümü hak ediyorduysa da- ölüme sürükleyen siyasetçilere, bir hafta için yeterli olmasa da gerekli temizliği yaptım. Dünyayı bu biyolojik atıklardan temizlemek benim için bir şeref oldu. Hiçbiri uyarı mektuplarımızın gereklerini yerine getirmeye tenezzül etmemişti bile. İşte bu atıkların yok edilmesi, insan ırkının onura yükselmesini bir adım daha yaklaştırdı. Esur Orneketa Serg!”

On dört Lord, kıdemlerine ve mertebelerine göre sırayla sözlü raporlarını verip değerlendirme yaptıktan sonra sıra raporlarını yazıya geçirmeye gelmişti. Önlerinde bulunan tek A4 kâğıdına, cezalandırdıkları dikkatsiz -değersiz, defolu, suçlu- kişilerin isimlerini, toplumdaki statülerini ve suçlarını sığdırmak zorundaydılar ki bu onlar için hiçbir zorluk teşkil etmiyordu. O haftanın, Büyücü’yü bekleyen dünyadan, temizlenen defolu mallarının yazıldığı listeleri tamamlanınca Kadim, bütün raporları topladı. Kâğıtlar mabedin ortasında, halıyı tam ortalayacak şekilde yerleştirilmiş küçük, -tıpkı cezalandırılan biyolojik atıklar gibi- varilde yakıldıktan sonra yeni haftanın başlaması için gerçekleştirilecek ayine sıra gelmişti.

Büyücü’nün, dünyayı ziyaret ettiği ilk gün kurulmuş olan Ubor Metenga, o günden beri her hafta hiç sektirmeden bu ayini gerçekleştirmekte, dünyada yaşamaya değer olmayan insanları cezalandırmaktaydı. Cezalandırmanın ilk kıstası dikkatti. Dikkatli olmak, bir insanın -gerçek bir insanın- yapması gereken ilk şeydi. Eğer dikkatsizliği sonucunda bir suç işlerse Ubor Metenga ile karşılaşması kaçınılmazdı. Örgüt, acımasız katiller olmadığı gibi, dikkatsizlikle suçlanan kişiye öncelikle bir mektup gönderir, onu uyarırdı. Eğer mektubun gereğini yapmazsa cezası belliydi. Ölüm.

Yüksek Kadim Lord, itlaf edilenlerin listesini yakıp küllerini havaya savurdu. Diğer Yüksek Lordlar sandalyelerinden kalktı, mertebe sıralamasına göre Kadim’in etrafında dizilmeye başladılar. Yeni haftayı başlatmak, cezalandırmalara kaldıkları yerden devam edip dünyayı olması gerektiği noktaya getirmek için, insanı ‘onura’ eriştirmek için yemin ettiler.

Büyücü dünyaya ikinci kez ve temelli geldiği gün; dünya parazitlerden, olmayan aklı semada gezip kendi hataları sonucu hem kendisine hem başkalarına hem de bizatihi dünyaya zarar vermekten başka bir şey olmayan ham madde atıklarından, nüfus fazlalığı kalabalıktan tamamıyla arınma vakti gelmiş olacaktı. Beş yüz sene önce yazılan raporlara, verilen değerlendirmelere ve önceki Kadim Lord’ların söylediklerine göre o gün geldiğinde Büyücü son noktayı bizzat kendisi koyacak, dünyayı kendi elleriyle arındıracaktı.

Ubor Metenga’nın yedinci Kadim Lordu, okuduğu raporlardan yola çıkarak o günün yaklaşmakta olduğu sonucuna varmıştı. Büyücü dünyaya tekrar geldiğinde kendisi hayatta olacaktı ve bu şerefe erişme şansını düşününce bile tüyleri diken diken oluyordu. İşte bu yüzden son yıllarda, cezayı hak etmiş olanlara gönderilen mektup sayısında bir hayli artış yaşanmıştı. Büyücü geldiğinde dünyanın mevcut halinden hoşnut kalmalı, kendisini ödüllendirmeliydi.

 

Posta kutusunda o gizemli mektubu buluşunun üzerinden iki hafta geçmişti. Mektubu aldığının ilk haftası internette bu dili araştırmakla geçti. Araştırmaları, yoğun çalışmalarının sonucunda meyve vermiş, yazılan dilin ölü bir lisan olduğunu keşfetmişti. Hatta kısmen de olsa bu dili çevirmeyi başarmış, üç aşağı beş yukarı yazılanların ne anlama geldiğini öğrenmişti. Anladığı kadarıyla bu bir tehdit mektubuydu. Kendilerine Üstün Yol diyen bir grup, onu evden kesinlikle çıkmaması konusunda uyarıyordu. Elbette kimden geldiğini bilmediği bu tehdide göz yumacak değildi Mete. O makul bir insandı. Özellikle de yazılanlarda, mektubu aldığı andan itibaren evden çıkmaması gerektiği yazdığı için bu saçmalığı hiç ama hiç ciddiye alamıyordu.

Mektubun gerçekten bir örgüt tarafından mı gönderildiğini, yoksa arkadaşları tarafından aptalca bir şaka mı oluğunu bilmiyordu. Ancak çoktan ölmüş bir dilde anlamlı sözcükler yazacak kadar uğraşacak, hatta aptalca şakalar yapacak kişilerle arkadaşlık etmediği için bu seçeneği elemişti bile. Yine de bu örgüt kendisinde ilginç bir merak uyandırmıştı. Onların kim olduğunu öğrenme hususunda hevesli bir heyecan duyuyordu.

Çok fazla dışarı çıkıp ortalama insanların kabul ettiği eğlence tarzlarında etkinlikler yapmayı seven birisi değildi Mete. Yirmi yedi yaşında, bağımsız çalışan bir illüstratördü. Konvansiyonel eğlence anlayışını sevmeyip evde takılmasının nedeni belki de sanatçı olmasının getirdiği geniş hayal gücüydü. O, kendi zihninde tasarladığı karakterleri, yaratıkları çizmeyi, onlara birer hikâye uydurmayı, tüm gece boyunca yüksek sesli müzik eşliğinde eğlenmeye tercih ederdi. Bir de elbette kitapları vardı. Daha çok kurgu romanlar okumaktan keyif alsa da bilimsel yayınları takip etmeyi de severdi. Varoluş felsefesinden spiritüalizme, kuantum fiziğine çeşitli dallarda makaleler okumayı onun, kendisini geliştirebileceği aktivitelerinden yalnızca biriydi.

Hayal gücünün temel kaynağını rüyalarından alan Mete’nin, gizemli mektup eline geçtiğinden beri rüyaları da değişim göstermeye başlamıştı. Eskiden rüyalarında sadece çizdiği yaratıkların suretlerini görür, onlarla herhangi bir iletişime geçmezdi. Sadece taslaklar halinde, puslu şekiller olan bu rüyaları uyanık halde daha berrak hayal eder, kalem takımlarıyla onları netleştirir, hikâyelerini yazar, özelliklerini ve zayıf noktalarını oluşturur, nelere zaafı olduğunu belirler, ne gibi güçleri olduğuna karar verirdi. Ancak şimdilerde öncekilerin aksine rüyaları berrak, hayal gücü daha zayıftı.

Mektubun üzerinden iki hafta ve üç gün geçmişken her zaman olduğu gibi, uykusunu aldığı vakit uyandı. Tek sabah rutinini yapıp önce yüzünü yıkadı, tuvalete girdi, kahve suyunu kaynatmadan önce bir sigara yaktı. Sigarası yarılanınca kaynayan suyu, üç yemek kaşığı Death Wish marka kahve koyduğu french presse döktü. Kahvesi demlenirken bilgisayarı açtı. Sosyal medya hesabına girdi, hiçbir haber sayfasına üyeliği olmamasına rağmen neredeyse herkesin paylaştığı bir haber dikkatini çekti. Linke tıkladığında Üstün Yol’cuların haberine denk geldi.

“Dün sabahın erken saatlerinde Bayır Köyü yakınlarındaki bir çiftlikte köylülerin ihbarı üzerine gizli bir tarikatın üyeleri yakalandı. Kendilerine Ubor Metenga diyen tarikat üyeleri alışılagelmişin dışında bir ayin gerçekleştirirken polislerin çiftliğe gerçekleştirdiği başarılı bir operasyon sonucunda yakalandı. Gözaltına alınan tarikat üyeleri sorguları sırasında Büyücü dedikleri bir şahıstan bahsetti ve onun dünyaya gelmek üzere olduğunu söylerken bütün insanlığı tehdit etmeyi de ihmal etmediler. Tarikat üyelerine göre dünya nüfusu bir hafta içinde yüzde doksan oranında eksilecek ve insan ırkı son evrimini geçirecek. Son aylarda polis kayıtlarına geçen Ubor Metenga imzalı tehdit mektuplarının, bu tarikatla bağlantılı olduğu tespit edildi. Örgütün sorgusu devam ediyor.”

Haber karşısında nasıl tepki vereceğini bilemeyen Mete, haber üzerinde biraz düşündükten sonra kaygılanmanın yersiz olduğuna karar verdi. Zira yakalanmış olmaları tehditlerinin boş olduğunu bir kanıtıydı. Kahvaltı boyunca internette gezinmeye devam eden Mete, kahvaltıyı bitirdikten sonra Ubor Metenga ile ilgili düşüncelerinden neredeyse tamamen soyutlanmıştı.

Günlük hayatına kaldığı gibi devam edip çizimlerini müşterilerine yetiştirmeye çalışıyor, yeni karakterlerin karalamalarını yapıyor, ilhamını yitirdiği zaman da çeşitli boş işlerle ilgileniyordu. Bu sıralar Ubor Metenga hariç kafasına takılan tek konu rüyalarıydı.

Çalışma programını çok etkilemese de yıllardır alışık olduğu düzenin tam tersini yaşamaya başlaması onu az da olsa sarsmıştı. Artık rüyalarında gördüğü karakterler olabildiğine duru, ayrıntılı ve belirgindi. Öyle ki karalamaları bile eskisinden daha kısa sürüyor, yeni bir karakteri baştan sona oluşturması bir gününü bile almıyordu.

Yeni düzene yavaş yavaş alışmaya başlasa da çizdiklerinde eskisi gibi bir ruh göremediğini fark eden Mete günlük kısa süreli bunalımlara dalıyor, yaptığı işlerden zevk alamadığını düşünüyordu. Böyle zamanlarda ya komedi filmi izleyip kalp çarpıntısını az da olsa gidermeye ya içkiyle umar bulmaya çalışıyor ya da en kısa şekilde kendini tatmin etme yoluna gidiyordu. Ancak bunların kalıcı çözümler sunmayacağını da bildiğinden bir yandan da iç sesinde hal çareleri aramaya çalışıyor, durumuna ayak uydurmanın yollarını düşünüyordu. Ya da eskisi gibi bulanık rüyalar görebilmek için yapabileceği bir şeyler olup olmayacağını merak ediyordu…

Haberin üzerinden üç gün geçmiş ve hayatı bu git gellerle devam etmekteyken üçüncü gecede gördüğü rüyayla yerinden sıçrayarak kalktı. Bu defa rüyasında çizmeyi çok sevdiği yaratıklar yahut karakterlerden birini değil kendisini görmüştü. Rüyasında fiziksel olarak yine kendisi gibiydi. Ancak üzerinde ejderha derisi olduğunu bildiği bir deriden yapılmış zırh-kostüm karışımı bir elbise, arkasında demir yahut çelikten dokunmuş olmasına rağmen yumuşacık bir his veren pantolon, omuzlarında dolunay pırıltısına benzer şekilde parlayan bir pelerin vardı. En ilginci ise elinde tutmakta olduğu asaydı. Avucunu tam olarak dolduran kıvrımlı, girift işlemelerle süslenmiş, kendi boyundan iki karış daha uzun bir asaydı bu. Asanın ucunda rüyada olmasına rağmen adını bilmediği bir mücevherden taş vardı. İki avuç büyüklüğündeki bu taş okyanus renginde ve yarı şeffaftı. Ona baktığında içini garip bir huzur dolduruyor, kendisinin çok değerli olduğu hissine kapılıyordu.

Tüm dünyayı gören bir tepede dikilmiş, elinde asasıyla insanlığı izliyordu rüyasında. Oradan oraya koşuşan, bağırıp çağıran, cinayetler işleyen ve intihar eden insanlığı. İzlediği dünya en karanlık kıyamet sonrası filmlerden bile daha depresif, orada yaşayan insanlar o filmlerdekilerden daha bencil ve kurnazdı. Ancak bu manzarada kendisini en çok rahatsız eden grup dikkatsiz kişiler olmuştu. Dikkatsizliklerini bencillikleriyle perçinlemiş, kendisinden başkasını düşünmeyen, güç elde ettiği vakit kendi hatalarını başkalarına yıkan insanlar midesini bulandırmıştı. Elindeki mavi taşlı asa olmasa bu manzara karşısında kusabilirdi. Ancak taşa baktığında içindeki kusma isteği, yerini dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek arzusuna dönüşüyordu. Bunu gerçekleştirmeninse tek bir yolu olduğunu söylüyordu bilinci. Bütün bu bencillikleri, tüm bu dikkatsizliği, karmaşayı sona erdirmek… Onları yok etmek ve geriye kalan temiz insanlarla yepyeni bir ütopya kurmak dileği…

Bu istek içini öyle bir doldurmuştu ki uzun zamandır hissetmediği kadar büyük bir heyecan dalgasına kapılmıştı. Bir an önce harekete geçmek, dünyayı değiştirmek istiyor, bunun için her şeyi yapabileceğini hissediyordu. Bu istekle tepeden inip dünyaya kondu. Ve tam bu anda uyandı.

Rüyasında hissettiklerini hala içinde görebiliyordu. Yatağından kalktı, hiç duraksamadan banyoya gitti, soğuk suyu sonuna kadar açıp kafasını suyun altına soktu. Kendine gelmesi birkaç dakikasını almıştı. Sonunda rüyanın etkisinden çıktığında aynaya bakmayı akıl edebildi. Yansımada gördüğü surat kendisine aitti. Ancak ruhunun bedeninden çıkıp başka bir yere gittiğini, onun yerineyse başkasının ruhunun kendi bedenine girdiğini anlayabiliyordu. Böyle bile olsa eski kendisinden hala bir parça kalmış olmalıydı. Bir makalede okuduğu gibi, beyin gibi kalbin de elektromanyetik bir alanı olduğundan beyni kendisini terk etmiş olsa bile kalbindeki ruhunun hala orada olduğunu hissedebiliyordu. Ancak zayıf, ipinden koparılmış bir parçaydı bu. Doğumundan beri kafeste tıkılı olan muhabbet kuşunun pencereden çıkıp sokağa kanat açtıktan sonra hissettiği kararsızlık gibi, hem orada durmak istiyor, hem kaçıp gitmeyi diliyordu.

Mete ne yapacağını bilemedi. Odasına gitti, üstünü giyip kendini sokağa vurdu. Sabahın ilk ışıkları şehri henüz aydınlatıyor, ortama sarhoş bir mavi-kızıllık hüküm sürüyordu. Amaçsızca dolandığı sokaklarda rast geldiği tek tük insanlara kısa bakışlar atıyor, yanından geçip giderlerken olduğu yerde durup onların uzaklaşmasını izliyordu. Çoğuna karşı rüyada hissettiklerini beslediğini fark etti. Bu insanlar ona göre gereksiz bir kalabalık, evrimin alt edemediği mutasyonlar gibiydi. Böyle düşündüğünü fark eder etmez bu fikirlerden uzaklaşmaya çalışsa da bir an sonra yine aynı düşüncelere kapıldığını, aynı anda hem dehşet hem soğukkanlılıkla fark ediyordu. Bir türlü susturamadığı zihni gibi rüyasındaki düşünceleri de kafasından ne olursa olsun atamıyordu.

O gün neredeyse akşama kadar bütün şehri yürüdü. Yorgunluğu ciğerlerinde ve bacaklarında hissetmesine rağmen ne yürümeye ara veriyor ne bir şeyler yiyip içmek için kısa molalar veriyordu. Tek yapabildiği yürümek ve karşısına çıkan insanlara tiksintiyle bakmaktı. Yanından geçip giden bu kalabalığın onun farkına bile varmadığını biliyordu. Bu onun sinirlerini daha da bozuyor, kendini görünmez hissetmesine sebebiyet veriyordu. Böyle olunca içindeki hisler git gide kabarıyor, nefret yerini intikam duygusuna bırakıyordu.

Sonunda akşam olduğunda kendisini evinin önünde buldu. Aynı umursamazlıkla girip doğrudan yatağına yöneldi. Ancak uyuyup uyumamak konusunda emin değildi. Yorgunluk bir an önce uyumasını söylerken artık bir kıvılcım kadar bile ışımayan kalbindeki ruh, ona uyumaması için fısıldıyordu. Tekrar aynı rüyaları görmesinden korkan yanı söndü. Göz kapakları yavaşça kapandı ve tekrar kendisini o tepede buldu.

Bir sonraki sabah artık bu yeni fikirlerini benimsemiş olarak uyanmıştı. Dünyanın insanlığı bu haliyle hak etmediğini biliyor, adını unuttuğu rahip iktisatçıya hak veriyordu. Bu kadar fazla boğazı beslemek toprak israfından başka bir şey değildi. Dünya fazlalıklarından arındırılmalı, devletler yıkılmalı, sınırlar kaldırılmalıydı. Tüm insanlık birbiriyle iletişim kurabilmeli; kusursuz, onurlu bir mertebeye yükselmeliydi. Bunu nasıl yapabilirdi? Sıradaki soru buydu.

Yedi milyar insanın arasında, çoğunluğu oluşturan bu parazitleri temizlemenin bir yolu olmalıydı. Ancak bunu gerçekleştirebilecek ne siyasi güce ne de bilimsel bilgi birikimine sahipti. Aklına ilk gelen fikir biyolojik bir silahla gen havuzunu temizlemekti. Ancak bunu yapabilmesi imkânsızdı. Belki bağımsız bir terörist olabilir, birkaç hafta önce kendisine tehdit mektupları atmaktan başka bir şey yapamayan Ubor Metenga’nın aksine etken bir rol oynayabilirdi. Bir seri katil olabilir, gereksiz yığınları kurşunlarla yok edebilirdi.

Aklına binlerce fikir geliyor, bazılarını makul bulup o fikirleri geliştirmeye çalışıyor; ancak üzerinde ayrıntılı düşününce bunlara imkân olmadığını anlayabiliyordu. Geliştirip elediği onlarca çılgın fikirle günü bitirdiğinde bu defa çılgınca bir hevesle uyumaya çalıştı. Belki de bu heves yüzünden yatakta hiç olmadığı kadar çok oyalanıp ancak sabaha karşı uyuyabilmişti.

 

Aynı rüyayı üçüncü kez gördüğünde artık o tepede değildi. Yerini tam olarak bildiği bir yeraltı sığınağının koridorlarında dolaşıyor, karanlık koridorları, asasının mavi mücevheri ışılatıyordu. Girişik koridorları bir bir geçip sığınağın en dip yerine ulaştığında kendisini büyük bir kapının karşısında buldu. Çift kanatlı bu kapı üç adam yüksekliğindeki duvarın tavanına kadar ulaşıyordu. Her iki kanadında birer insan figürü olan bu kapının dört gün evvel burada olmadığını adı gibi biliyordu. Dört gün önce burada yalnızca on dört normal kapı vardı. Bu ise kendisi içindi. Büyücünün geçeceği kapı buydu.

Kapının önünde bir süre bekledi, asasını zemine iki kez vurduğunda iki kanat yavaşça açıldı. On beş saniye sonra tamamen açılan kapıdan içeri girdiğinde kendisini karşılayan salonun tüm lambaları yakılmış, içerisi kısmen de olsa aydınlatılmıştı. İçeriye girdi. Odada kendisi haricinde on dört kişi bulunmaktaydı. Ona hayranlıkla bakan on dört mürit…

Müritleri, karşısında el pençe hazır beklerken gür bir sesle selamladı onları. “Norgunk!” ağzından son ses çıkıp sessizlik tekrar Karar Odası’na hakim olduğunda müritleri aynı anda ve aynı yükseklikte selamını karşıladılar. “Teslarom!”

Büyücü, asasını yere bir an bile değdirmeden kendisini bekleyen müritlerinin karşısındaki yerini aldı. Sabırsızlıkla bekleyen Ubor Metenga’ya bir konuşma yapması gerekmiyordu. Beş yüz yıl önce yaptığı konuşma bugüne kadar her hafta tekrarlanmıştı zaten. Kadim ve diğer Yüksek Lordların karşısında beklediği tahta kuruldu. Bir süre müritlerini tek tek inceledi. Her birini değerlendirdi. Honor Heshima’nın ilk üyeleri olmak için yeterli donanıma sahip görünüyorlardı. Onur Sahibi ismini yeni nesillere hakkıyla geçirebilirlerdi.

“Zaman bizimdir,” dedi gür sesle. “Biz zamanın kendisiyiz, dünyayız, varlığız. Biz Onur Sahipleriyiz. Artık dünya bizim değil, biz dünyanınız. Doğa ile birleşik, bir kaplan gibi dikkatli, dişi bir aslan gibi çevik olacağız. Bonobolar gibi zeki ve karıncalar gibi örgütlü yaşayacağız. Toprak bizim, biz toprağınız. Gökyüzü bizim, biz gökyüzününüz. Denizler bizim, bizim denizleriniz. Biz doğadan ibaretiz. Doğa bizden ibaret. Yarın itibariyle Honor Heshima dünyaya hâkim olacak. Yarın itibariyle dünya fazlalıklarından kurtulacak!”

Kendisini pür dikkatle dinleyen müritleri, Büyücü konuşmasını bitince başlarını gururla kaldırdılar, kukuletalarını çıkarıp yüzlerini görünür kıldılar. Her bir Lord böylece yeniden doğmuş oldu.

Mete; yeni kimliğiyle, eski adıyla Büyücü, tahttan indi. Karar Odası’nın ortasına yöneldi. Onunla eşzamanlı olarak Lordlar da etrafında çember oluşturduğunda artık adının gereğini yapmaya hazır hale gelmişti. Asasını göğe yöneltti. İki avuç büyüklüğündeki okyanus mavisi mücevher odayı ışıkla doldurdu. Işık odadan taştı, yeraltındaki bu mabedi aşıp toprağın üzerine çıktı. Okyanus mavisi ışık dünyayı dolaştı ve Onur Sahibi olanların gözlerini alırken diğerlerinin canını aldı. Yaşama onuruna sahip olmayanlar ışığın parlaklığına tahammül edemeyip bir avuç küle döndü. Bütün bunlar yalnızca bir yürek atımı sürede gerçekleşti. Dünya Ubor Metenga’nın, Üstün Yol’un arzuladığı hale bürünmüştü. Artık insan ırkı Honor Heshima adına layıktı. İnsan ırkı bugünden sonra Onur Sahibi idi…

 

SON

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.

Honor Heshima” için 6 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Tam bir gizli cemiyet öyküsü olmuş; ritüelleri, pelerinleri, başlıkları, kutsal amaçları vs. On dört sayısının fazla tekrarı biraz yorsa da sanırım bu tarz öykülerde olağan bir şey; ritüel gibi.
    Kaleminize sağlık.
    Her gün bir haiku yazıyor musunuz hakikaten? 🙂 Öyleyse ne güzel.

    1. Teşekkür ederim. Korkuyu Beklerken’de de 14 sayısına yer verildiği için biraz öne çıkarmak istemiştim. Beğendiğinize sevindim. Ve evet, “her gün” birer tane olmasa da haiku yazmayı seviyorum.

    1. Teşekkür ederim. Kısa hikaye yazmayı bir türlü beceremiyorum yahu. Eski öykülerimde de en kısa hikayem sanırım 3000 kelime falandı. Bu hikayeyi yazarken de Korkuyu Beklerken’e olabildiğince benzetmeye çalıştım. Karakter tahlillerini vs. Sanırım bu yüzden de akışta biraz yavaşlık hissetmiş olabilirsin. Tekrar teşekkür ederim değerli yorumun için.

  2. Merhabalar,

    Uzun olmasına rağmen oldukça sürükleyici bir öykü kaleme almışsınız. Metindeki ana fikir de beni oldukça eğlendirdi. Nedense okurken aklıma Death Note geldi verdi. Mete adının da gelişigüzel seçilip seçilmediğini merak ettim açıkçası. Elinize sağlık 🙂

    Başka öykülerde görüşmek dileğiyle,

    1. Selam,
      Yorumun için teşekkürler. Evet, Mete’yi bilerek seçtim, eğlenceli olur diyye düşündüm açıkçası. Akıcılıkla ilgili yorumuna sevindim. Yazarken olmasını istediğim en önemli unsurlardan birisidir akıcılık. 🙂
      Sanırım artık Rıhtım’a daha fazla öykü yazmayı deneyeceğim. Uzun zamandır rıhtımda görünmüyordum. Umarım tembellik etmem 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *