Öykü

Güneş Tohumu

Bu metin, Vaskalerya topraklarının büyük kısmını kaplayan Kumullar adlı çölden çıkarılan, aynı adlı bir üçlemeye konu olmuş Güneş Tohumu’nun kısa geçmişini anlatmaktadır.

Kimi şeyler zamanla unutulur. Anımsanmaya değer olsa bile. Kimiyse belleklerde derin bir yer edinir ve üzerinden bin yıl geçse de unutulmaz. Hatıralardaki canlılığını muhafaza ederken dilden dile nakledilerek değişime uğrayan vakalar ise zamanla birer söylence olmaktan fazlasına dönüşememiştir. Bunlardan biri de Güneş Tohumu idi.

Bilinen tarihin en uzun dönemi sonlanıp yeni bir çağa girildiğinde, tüm dünyada yalnızca kırk sekiz karatlık Güneş Tohumu bulunmaktaydı. On üç bin yıllık çağın hangi evresinde o ilk karat tohumun kazıldığı meçhul, belki çok daha önce bulunmuştur, bilinmez. Madenin yaşlandıkça daha da parladığı ise kanıtlanmış bir gerçek.

Kimi ozanların sazından akıp giden nağmeler cevherin hikâyesini, güneşten küçücük bir parçanın dünyaya damlamasıyla başlatır. Notaların arasında gizlenen bu söylence, Kumullar’ın bir zamanlar engince deniz olduğundan dem vurur.

Güneşten yalnızca bir damlanın düşmesi tüm o bucaksız deryayı buhar etmeye yetmiş. İkinci damla ise deniz tabanında kalan azıcık nemi ve ölmemek için debelenen hayatı pençeleri arasına alırken üçüncü dalmanın sonunda bölge şimdiki haline gelmiş. Kum.

İşte kum deryasının altında yatan bu cevher böylece var olmuş. Elbette kati gerçek üç telli bir saz eşliğinde söylenenlerden daha farklıydı ancak yine de melodiler arasında bir iki damla hakikat kırıntısı barındırmıyor değildi. Zira malûm madenin menşei sahiden de güneşin bizatihi kendisiydi.

Kelimelerle anlatılması neredeyse mümkün olmayan bu parıltılı mücevheri aracısız görmek pek az insana, sahip olmaksa çok daha azına nasip olmuştur. Rengi elbette güneşin kendisi gibidir. Bünyesinde kızıl, sarı ve mavinin her tonunu ayrı ayrı ve birlikte barındırır. Ancak insan gözü renklerinden ziyade, mücevherin ancak parıltısını sezebilir. Zira ona dikkatle bakmak fecaatle sonuçlanabilir.

Güneş Tohumu’nun parlaklığı istisnasız her bakanı mest eder. Bu böyledir. Hatta kiminin büyülenmesine bile yol açar ve bazı zavallıları çıldırtır. Ona bakıp da kör olan, konuşma yetisini yitiren, kalp çarpıntısına tutulan ve dahi cenneti gördüğünü iddia edip kendini en yakın yardan aşağı bırakan pek çok Güneş Muhafızı olmuştur. Yazık onlara ama birkaç acemi manzume dışında hatırlanmayacaklar.

Elbette yalnızca hülyalı izlencelere meze olan bir cevher değildi Güneş Tohumu. Onun sırlarına vakıf olmak isteyen nice büyücü, nice büyü kullanıcısı yalnızca birkaç haşhaş tanesi büyüklüğünde cevhere sahip olabilmek için geri kalan ömrünün büyük kısmını feda edebilirdi. Ettiler de.

Büyü ehli kimseler, ona sahip olabilmek için cevher avı denilen avantürlere atılır yahut paralı maceraperestleri bunun peşine yollardılar. Elbette kiralanan kişinin ruhuna ufak tefek büyüler zerk eder ki cevheri elde edince ihanet pençesine düşüp hazineyi kendisine saklamasın.

En büyük cevher avı, sonradan En Uzun Çağ [1]olarak anılacak on üç bin senelik çağın son bin yılları içinde belirsiz bir dönemde yaşanmıştı. Başarıya ulaşan bu tek teşebbüsün sergüzeşt tayfasındaysa itaatkâr birkaç köylü, ülkeler ve devletler gezerek krallar ve tiranlar öldüren bir devrimci ve yeni yetme bir büyü kullanıcısı vardı.

Neticesinde büyücü, cevheri ne amaçlarla kullandı bilinmez. Lakin bazı antik şairler dörtlüklerinde, büyücünün tohum sayesinde yarattığı büyüyü kendisinin bile idare edemediği dillendirilir. Zira öyle bir enerjiyle baş etmek nakledilen tasvirler doğruysa eğer, imkânsıza yakınmış. Abartı mıdır yalandan mı ibarettir meçhul. Yine benzer edebi eserler, yaratılan bu büyünün kati olduğunu ve istenen her türlü amaç için kullanılabileceğini söyler. Ne büyük güç!

İşte Güneş Tohumu böyle bir maden olarak dünyadaki varlığını göstermeye başlamıştı. Zaman geçti, kıymeti bilindi, zaten gözden kaçamazdı. Ne yazıktır ki koca dünyadaki tek kaynak alanı çöldü ve çölün alakozunun [2] insafsız ellerinde salt bir zenginlik ve gösteriş aracı olmaktan ilerisini yalnızca birkaç adım gidebilmişti. Belki böylesi daha iyiydi, kim bilir?

Altı Kumullar sülalesinin en güçlüsü, dünyanın her yanında yerleşik saray ve konakları bulunan zenginler zengini, bhober çiçeği mayasının taciri, Güneş Tohumu’nun biricik sahibi ve koruyucusu, kum yığınlarının söz sahibi… Kendisini bunlar ve daha cafcaflılarıyla vasıflandıran alakoz, sahiden bir nümayiş ve melanet abidesiydi.

Lâkin diğer sülaleler, çölde çadırla konup göçer olsa da alakozdan korkmak şöyle dursun, sürekli onunla savaş halindedirler. Zira her sülalenin reisi, ağası, beyi artık kendisine ne dedirtiyorsa, alakoz olmak için yaşamaktadır. Anlatmaya ne hacet, dünyadaki yüzlerce güçlü sıfattan biri de alakozluk idi işte. Mühim olanı nakletmek gerek.

En çok Güneş Tohumu cevheri adıyla anılsa da bu madene addedilen yüzlerce isim de vardı elbette. Çoğu onun gösterişinden isim bulurdu. Parıltısıyla, değeriyle, gücü ve hikâyesiyle. Işık Güdeni, Her Şeyin Sihri, Gündamlası, Balkır.

Hakikat tuhaf gelse de gramajı pek sınırlı olan bu cevherin danesi de o denli fazlaydı. Zira hem Güneş Tohumu’nu külçeler halinde çıkartmak mümkün değildi hem de ağırlığına göre hacmi daha fazlaydı. Kırk sekiz karatlık rezervin en büyük parçası ise alakozun bizzat yanında taşıdığı Fetih Ekimi adındaki külçeydi.

Yirmi karatlık bu külçenin parıltısı bir yerde görülüyorsa orada büyük bir katliam gerçekleşmek üzere olduğu anlaşılabilirdi. Zira güneş tohumunun biricik sahibi ve koruyucusunun, fetihlerinden sonra asker kıyımı yapma geleneğini sürdürmesi beklenirdi. Kum, düşman kanıyla sulanırsa bereketlenirdi. Tarihin tam tersini göstermiş olması mühim değil.

Alakozluk makamı öyle bir mevkiiydi ki onu elinde bir ömür boyu tutabilen kişi sayısı bir elin parmakları kadar ancaktı. Zira makam, makamı işgal eden kişiden daha güçlüydü, daha iştah kabartıcıydı. En küçük Kumullar köyünün, Sarı Çadır’ın ağası bile o makamı ele geçirmek için yanıp tutuşurdu. Tarihin kısacık bir döneminde, birkaç günlüğüne başarmıştı da. Kargaşa sağ olsun.

Çölde ve çölün dışında savaşlar tüm hızıyla devam ederken simyadan büyüye, felsefeden matematiğe, okumuş insan faaliyetleri de tüm hızıyla devam ediyordu. Askerler ne kadar çok kan dökerse düşünürler de o denli mürekkep akıtırdı sayfalara. Yüz asırdan uzun süren En Uzun Çağ’ın kapanmasında fatihlerden çok felsefecilerin katkısı vardır. Ders olsun insanlığa.

Sıfırlanan tarihle birlikte patlama gösteren âlim nüfusu, Güneş Tohumu’nu da çalışma alanı olarak seçmişti elbette. Her Şeyin Sihri’ne en çok büyücüler ve büyüyü kullanabilenler tarifsiz bir arzu beslemekteyken bu madene en az onlar kadar meraklı bir lonca daha vardı. Simyacılar.

Bu üç grubun dışında felsefeciler, fizik ve matematikle uğraşan âlimler ve tek işi dünya üzerinde olan biteni kaydedip gelecek nesillere not bırakmak olan kâtipler bile cevher hakkında olabildiğince çok şey bilmek istiyordu. Eh, arzu ettikleri kadar olmasa da birçok şey öğrenmişlerdi doğrusu.

Sıfırlanan tarihin yedi yüz ellili yıllarında yazılan Vaskalerya Varlıkları adlı çalışmada bu cevhere dair koca bir bölüm ayrılmıştı. Kitabın üç yazarından biri olan Ünay Terene Pirenci, cevheri ‘şüphesiz ki gelmiş geçmiş en değerli varlık olarak kalmaya devam edecek’ sözleriyle tanımlıyordu.

Birtakım aydınlar ise Güneş Tohumu’nun seneleri soğurdukça daha da parlaklaşmasını kötüye yoruyordu. Bir zaman gelebilirdi ve cevherin parlaklığı öyle artabilirdi ki tıpkı güneşin kendisinde beklendiği gibi muazzam bir patlamaya sebep olabilirdi. İşte bu korkulacak bir şeydi. Belki de. Lakin elinde bir karatın yüzde biri kadar mücevheri olanlar, felaketi değil zarafet görüyordu.

“Böyle bir nefaset karşısında medeniyetsizliklerini nasıl muhafaza edebiliyorlar şaşıyorum yani,” Çöl halkı doğruya doğru pek sevilmezdi. Ama yine de en azından alakoz sülalesi devletli alanlarda itibar görürdü. Yarım yamalak nezaket eğitimleri ise kılıç tutmaktan, güneş ve rüzgâr yemekten sertleşip kabalaşmış karaca tenlerinde pek eğreti dururdu.

“Hazretleri ve tebaası bunun ticaretine kendilerini öyle kaptırmış ki güzelliğine hissizleşmiş diye tahmin ediyorum,” dedi hanımefendinin bir adım arkasındaki adam. Simyacılarca hususî olarak üretilmiş, kırılmaya ve her türlü darbeye dayanıklı özel bir camın içinde sergilenen bir damlacık Güneş Tohumu’nu seyretmekteydiler.

“Onlara da bir nebze hak vermek gerek mi dersin? Böylesi bir zenginliği zapt etmek kolay olmasa gerek.” Ziyaretçiler, dünyanın öbür ucundan sırf bu özel mücevheri görebilmek için Yılan Ada’ya kadar gelmişlerdi. Ne büyük bir harcama! Ama değerdi doğrusu.

Alakoz hazretlerinin çok sayıdaki konağından biri de şeklinden dolayı bu adla anılan adanın baş taraflarında bulunmaktaydı. Pek büyük, neredeyse yuvarlak şekilli bir konaktı bu. Mücevher elbette üç katının her birinde on ikişer oda ve salon bulunan bu konakta sergilenmiyordu. Aksi büyük bir tedbirsizlik olurdu.

Gözlerinin kapatılmasıyla yetinilmeyip bir de sürekli kendi etrafında dönerek yolcunun başını hayli hoş eden bir araçla getirilmişlerdi sergi alanına. Amaç elbette ziyaretçiyi sarhoş etmek değil, onun yer yön duygusunu kısa süreliğine saptırmaktı. Yoksa adım ve dönüşleri sayıp sergi alanının yerini belirleyebilirdi. Büyük risk.

Rütbelerine güvenerek, biraz da bu küçük düşürücü hareketlere istinaden bu konuşmayı yapmış olmalılardı. Alakoz, kendi halkına karşı pek acımasızdı belki ama zengin müşteriler söz konusu olunca ziyadesiyle hoşgörülü, hatta nahif denecek kadar mülayim bir şahsiyete dönüşüveriyordu. Eh, arkasından atıp tutan dışarlıklılar da alakoz ile göz göze gelince çöl insanlarını övmeden edemezdi. Karşılıklı ikiyüzlülük, nezaketle eşdeğer anlamlar taşıyordu.

Ziyaret edilen tohum, mevcut cevher parçacıklarının en ağırlarından biriydi. Tam tamına yarım karat olan bu parça, sergilendiği bir metreküplük muhafaza camını ışıltısıyla dolduruyordu. Hafifliğine rağmen merkezde duran çeyrek santimetre uzunluğu ve çeyreğin de yarısı kadar genişliğiyle cevher, göz alıcı parıltısıyla izleyenleri mutluluğa boğuyordu.

Menşei aynı olan bu parçaların renkleriyse göğün kuşağındaki tüm tonlardan mutlaka barındırırdı. Kimi göz sarı kimi göz turuncu renkte görürdü bunları. Tohum parçacıklardan en nadiri ise yeşil renkte parlayanıydı. Yeşil Güneş Tohumu’ndan dünyada yalnızca beş parça bulunmaktaydı.

“Üç dakikadan uzun bakarsanız tamiri mümkün olmayan göz hastalıklarına yakalanırsınız,” diye bir uyarı sesi geldi birkaç adım arkalarından.

Kadın ve adam, cevherin mest ediciliğinden sıyrılıp arka yöne dönünce ilk birkaç saniye ahvali anlayamadıydılar. Zira arkada cevherin muhafızlarından biri değil, kara çarşaflara sarınmış ne idüğü belirsiz bir gölge durmaktaydı.

Pek heybetli ve dehşetengiz bu karaltı, yaban ellerden yüzlerce kilometre yolculuk edip ta buralara gelen kadın ve adamı öldürmek istemezdi ama kader onu buna zorlamıştı işte. Hızlıca hareket edip iki kılıç darbesiyle biçiverdi dünyanın en namlı toprak sahiplerini. İkisinin bedeni de yere cansız düşünce katil, maktullerin kolalı yakalarındaki armayı görünce az evvelki üzüncünden sıyrılıverdi. Kendisinden çok daha fazla insan öldürmüş canilerdi bunlar.

Daha fazla zaman kaybederse kendi sonunun da yerde yatan beş beden gibi olacağını biliyordu. İvedi davranıp giriştiği bu vahametli hali bir an evvel muvaffakiyetle neticelendirmeliydi. Tek görevi ise Cennet Feneri’ne sahip olmaktı. Bunun için var gücüyle savaşacak, simya ürünü camekânın ardına gizlenmiş bu güzelliği özgürlüğüne kavuşturacaktı. Zafere nail olmazsa naçiz canını memnuniyetle feda etmeye ise dünden hazırdı.

Buraya kadar gelmiş olması bir şeydi hedefini ellerinde tutması bambaşka bir şey. Gerisinde bıraktığı onca cesetten sonraysa başarısızlığı kendine yediremezdi. İçinden zafer naraları atarak yöneldi camekâna. Onun, biçtiği genç ve ihtiyar bedenlerden çok daha dayanıklı olduğunu biliyordu.

En az cevher muhafazasını üreten simyager kadar mahir bir alşimistin elinden çıkan Ejder Tırnağı’nı kınından çıkardı. Bu budanmaz denen kayaları tereyağı gibi kesiveren, deniz suyuyla sertleştirilen çelik levhaları kâğıda çeviren bir bıçaktı. Umudu Cennet Feneri’nin meskenini de yerle yeksan etmesi yönündeydi. Eskide kalmış ordafoloji biliminin en gizemli kelimelerini sanatçısının usta elleriyle nakşettiği bıçağın kabzası avuçlarının içindeyken kolunu ta göğe yöneltti.

Daha evvel kimsenin başaramadığı şeye birkaç adım yaklaşan hırsız, dünyanın en büyük göllerinden biri olan Dipsiz Göl’ün[3] bereketli havzalarında dünyaya gelmiş yetenekli bir büyü ustasının gönülsüz misyoneriydi.

Her büyücü gibi, kısa adı Ebis olan bu büyücü de fantezili hülyaların peşinde dolanan bir hayalperestti. Dedikodulara kulak astı. Güneş Tohumu Her Şeyin Sihrini yaratabilirse dünyanın, hatta gökyüzünün bile hâkimi olabilirdi. Hâkimiyet de neymiş, istediği herhangi bir şey olabilirdi. Bu hayalin azgınlığıyla cevherin peşine düşürdü köylülerinden delikanlı Orsal’ı.

Lâkin evvelki hayatında balıkçılıkla geçinen oğlanın eğitilmesi icap ederdi. Zamansızlıktan sebep elbette, bunu yine sihir vasıtasıyla halletti. Eh, büyük şehirli büyücüler kadar olmasa da mahirdi Ebis.

Türlü büyüler yaratıp zamanında zaten yaratılmış olanları kullanarak Orsal’ın zihnini çeşitli bilgi ve ideolojilerle donattı. Savaş bilmeyen balıkçı, birkaç günlük acılı büyü maruziyeti neticesinde artık dövüşme ve kılıç sallama, hinlik ve türlü kurnazlık sanatlarında hayli uzman kesilmişti. Bir suikastçı neye gereksiniyorsa sahip olmuştu sonunda. Artık balıkçılık sadece bildiği sıradan bir meslek halini almıştı.

Büyü yaratabilen bilgili kimselerin sayısı günden güne azalırken yaratılan büyülerin muhteviyatı ile yaradıkları işler de bununla ters orantılı olarak gelişim göstermekteydi. Her yeni nesilden büyücü, eskilerin yarattıklarından daha üstünlerini var ediyor, çıtayı bir basamak daha çıkarıyordu. Böyle olunca bu kadim sanatı icra edebilen kişiler bir gün ortadan kaybolacak olmanın acelesiyle çoğu zaman cüretkâr adımlar atıyordu.

Olan garibim büyü kullanıcılarına oluyordu işte. Kullanıcılar diğer grup kadar azınlıkta olmasa da büyüleri kullanabilmek her geçen gün daha da zorlaştığından işleri bir hayli zahmete biniyordu. Yaratılan her yeni sihri kullanabilmek için çok daha fazla fiziksel güç, bilgi ve deneyim gerekiyordu. Üstelik sadece bunları bilmek yetmiyor, bir takım doğa ürünlerini tedarik etmek gerekiyor, çeşitli yeteneklerinin olması icap ediyordu.

Ezcümle Ebis’in nihai amacı da diğer meslektaşlarının çoğu gibi cevhere adını veren ideale erişmekti. Her Şeyin Sihrini yaratabilecek olan büyücüyü yalnızca şan ve şöhret beklemiyordu. Bu kervana kendi yolunca katılan büyücü, balıkçıyı işte bu yüzden onlarca büyüye bulamış, işini neredeyse garantiye almıştı.

 Karşısına çıkan tüm engelleri birer birer aşan cengâver, Dipsiz Göl’den Yılan Ada’ya üç yüz kilometreden fazla yol kat etmişti. Bu süreçte yolculuğun mevcut zorluklarının, doğa şartlarının ve açlık, susuzluk gibi müşkülatın yanı sıra görevinden kaynaklanan sınavlarla da karşılaşmıştı.

Yılan Ada’ya çıktığı andan itibaren çölün alakozunu, dolayısıyla peşine düştüğü mücevherin koruyucularını geçmesi gerekmişti. Cennet Feneri’nin saklandığı yeri keşfetmesi pek vaktini almadı. Köylüsü olan büyücü sağ olsun, kendisine bahşettiği zekâyla halletmişti bu durumu. Kendisini denizaşırı memleketlerin namlı tüccarlarından birisi gibi göstermiş, muhataplarını cevheri görebilmek için servetler dökeceğine inandırmıştı.

Neticesinde iki talihsiz soylunun seyri esnasında girdiği mücevher odasına ulaşana dek tam yirmi yedi kişinin kellesini, yine köylüsü büyücünün temin ettiği kılıç ve bıçakla kesmişti. Yazık balıkçılık günlerinde değil insan kesmek dedesinin cenazesine bile son kez bakamamıştı. Şimdiyse öldürdüklerine ancak birkaç saniyecik üzülüyordu.

Son kurbanları olduğunu umduğu cevher muhafızı çöllüler ile soyluların bedenlerinin üzerinden geçerek muhafazanın karşısına dek geldiğinde Ejder Tırnağı’nın galip gelmesinden başka duası yoktu.

Binlerce cevher avından biri de böylece sonlanmıştı. Dipsiz Göl’ün balıkçı köylerinden birinde on yedi sene boyunca kendi halinde yaşayıp giden oğlanın kanı, eline heveskâr bir büyücü tarafından iliştirilen bıçağın kan oluğundan akıp mermer zemini ıslatıyordu.

Yılan, geyik ve kuğu kanadı tasvirleriyle oyulmuş gösteriş kaidesinin önüne kadar varmış olması neyi değiştirir ki? Alakoz cevherini korurdu. Askerler olmasa simya tuzakları vardı o olmasa büyüler hırsızın canını almak için her yandaydı. Şansa bırakılamayacak bir ihtimal.

Ejder Tırnağı alakoz hazretlerinin konağında, koleksiyon odasındaki yerini alırken soyluların cesedi, aveneleri eşliğinde ve elbette Güneş Tohumu’nun Koruyucusu’nun üzüntülerini bildiren bir mektupla memleketlerine gönderildi. Yabanıl bir prensliğin çöle savaş ilan etmesi pek mümkün görünmese bile suikastçılarını yola revan edebilir, intikam peşine düşebilirlerdi. Alakozun ise suikast korkusu pek yoktu doğrusu.

Kısa adı Ebis olan büyücü, tarihte bu olayla alakalı olarak anılmadı zira ismi de cismi de Orsal adındaki delikanlıyla birlikte ölüp gitmişti. Oğlanın kaderiyse ölmek olmuştu ama ismi sonsuza dek yaşayacaktı ne işe yarayacaksa. Cesareti ve deliliğiyle birlikte, cevher avında başarıya en yaklaşabilen mahir savaşçılar listesinde Orsal ismi daima görülecekti.

İşte Balkır böyle bir cevherdi. Uğruna ölümler yaşanıyor, büyüler ve simyalar icat ediliyordu. Çöl tarihi boyunca on yıldan fazla alakozluk makamında oturmayı başaramayan tiranlar, kendileri için değil cevher avı ganimetleri için konaklar inşa ettiriyordu. Koruyucu büyüleri, simya işi tuzakları canını savunmak yerine iki parmak büyüklüğündeki madeni korumak için kullanıyorlardı.

Sıfırlanan tarihin ilk bin yılının tamamlanmasına elli seneden daha az kalmışken Güneş Tohumu yeni bir sürek avına daha konu olacaktı. Evveliyatında binlerce avcının peşinden koşturduğu cevher bu defa menfaatperest arzulara değil aksine iyicil bir amaca hizmet edecekti lakin bunu anlatmak yüzlerce sayfa süreceğinden şimdilik Işık Güdeni’nin başkaca niteliklerine mercek tutmak gerek.

Bu madenin onlarca isminden birinin Işık Güdeni olmasının sebebi, ona bakan her gözün, gökkuşağındaki bir rengi kendince görüyor olmasıydı. Aynı cevheri kimi göz turuncu kimi göz pembe görürdü kimisi bembeyaz bir yansımadan başkasını idrak edemez bazı talihsiz kimseler ise ışıltısıyla bakanı büyüleyen bu taşı kapkara bir blok olarak algılardı. Bu durumun, bakan gözün niyetiyle bir alakası olduğu düşünülüyorduysa farklı onlarca görüş de mevcuttu.

Bir takım fizik hocalarına göre cevher, güneşin bir parçası olduğu için ışıkla diğer maddelerden daha farklı bir etkileşime giriyordu. Sadece belli bir dalga boyunu yansıtmıyor, ışığın tümünü yansıttığı için doğal olarak spektrumdaki tüm renkleri de aynı anda barındırıyordu. Hangi rengi seçeceği ise bakanın gözündeki yapısal şartlara bağlıydı. Doğru mudur bilinmez, bu da Işık Güdeni hakkında çıkan spekülasyonlardan biriydi işte.

Büyücüler arasındaki fikirlerden biriyse elbette kendi sanatlarıyla alakalı idi. En Uzun Çağ’ın dokuzuncu bin yılının ortalarında yaşamış bir büyü sanatçısı, cevherin sihrini çözdüğünü iddia ederek büyük bir gösteri düzenlemişti. Ona göre Balkır bir ruha sahipti ve ışığını, iletişim için kullanıyordu. İnsanların büyük kısmı cehaletle boğulduğu için yalnızca tek bir rengi görüp onu da zaten anlamlandıramıyordu ama taşın lisanını çözerse güneşin bizzat kendisiyle konuşulabileceğine inanıyordu.

Bu uğurda yarattığı bir büyüyü kullanırken zavallıcık yanıp kül olmuş gerisinde onun çılgınlığı karşısında hayranlık ve üzüntü besleyen onca meslektaş bırakmıştı. Bazılarıysa inanıyordu onun bu çılgınca fantastik fikirlerine. Bu yüzden mütevellit Güneş’in lisanını çözmek için yüzlerce yıl çalışmalar yürütüldü. Boşa harcanan asırlar.

Gerçek ise bambaşkaydı. Kim bilir belki gerçekten de taş, bakan kişinin niyetine göre parıldıyordu ama elbette bir de ona kimse bakmazken barındırdığı bir rengi vardı. Asıl rengi. Denirdi ki bir Güneş Tohumu’nun başat rengini görebilmek, olup olabilecek en nadir farikaymış. Doğru mudur değil midir bilinmez. Belki de bu bir ayrıcalık değil kusurdur. Kim bilir?

Dünyanın en değerli taşının özellikleri saymakla bitmez. Güneşin onu nasıl peyda ettiğinden bahsedildi, Kumullar halkı için öneminden (daha doğrusu alakoz denen liderleri için), büyücüler ve kullanıcıların bu taşı ne denli arzuladığı nakledildi, hakkındaki türlü çeşit spekülasyon tamamen tarafsız bir dille aktarıldı.

Bir de dünya üzerindeki hemen her şeyin özüne ulaşıp onların sırrını açığa çıkarabilen simyagerlerden bahsetmek gerek. Doğrusu onlar için bu taş da diğer simya malzemelerinden pek farklı değildi. Tek özelliği dünyanın en ender malzemeleri arasında yer almasıydı ki ulaşılabilirlik bakımından o kadar zorlu bile değildi.

Eksantrik insanlardı doğrusu bu simyagerler. Düşkünlerinin çevresinde pervane olduğu, en azından bu hayallerle yanıp tutuştuğu madene sahip olabilmek için ekstra bir çaba sarf etmiyorlardı. Ancak onlar, Güneş Tohumu’nu kullanmanın bambaşka bir yolunu zaten uzun zamandır biliyorlardı. Düşsel Benzetim.

Bu yöntem, simyagerler arasında popüler bir çalışma alanıydı. Kısaca, simya için gereken her şeyi akıllarında, hayal güçlerinde birleştirip sonuca ulaştırmanın bir yolu olarak tanımlanabilirdi. Zira bazı simya ürünleri, maliyetleri düşünüldüğünde hammaddesini elde etmek için harcanacak çabaya değmeyecek kadar basit ya da kısa ömürlü olabiliyordu. Simyacılar arasındaki adıyla Gündamlası da onlardan biriydi işte. Yalnız burada simya ürününün değil hammaddenin maliyeti imkânsız olduğu için düşsel benzetime başvuruyorlardı.

Bugüne değin düşsel benzetim vesilesiyle, en azından kuramsal olarak birçok simya ürünü geliştirilmişti. Bunlar elbette sadece kitap sayfalarında var olduğu için asla uygulamalı deneylerde kullanılamadığından gerçekten işe yarayıp yaramayacağını kestirilemezdi. Çoğu simyager, fikirsel simya ürünlerinin gerçekte de çalışacağına güveniyorduysa da bunları gerçeğe dökmek ne yazık ki mümkün olmayacaktı. Malûm maddenin pahası ve ne denli korunduğu düşünülürse…

En azından bu farazi simya ürünlerinden birine şöyle bir göz gezdirmek gerekirse anılmaya en değer ürün sadece bir defalığına kullanılabilecek ve beş dakika etkisi olan Dünya İzliyor idi. Zamanının Simya Loncası başkanı da olan Torel Palan’ın ürettiği bu simya, kullanan kişinin beş dakika boyunca dünyayı bir bütün olarak görmesine yarıyordu.

Dünyayı izlemek demek, aynı anda bütün bilgilere sahip olup dünyanın sırlarına erişmek demekti. Bu Torel’e göre bile büyük riskli bir simya ürünüydü. Kimin böylesine büyük bir bilgi akşını kaldırabilecek kadar sağlam bir zihne sahip olduğu kestirilemezdi. En azından Torel kendi zihninin dayanamayacağını büyük bir mütevazılıkla kabul ediyordu.

Gündamlası’nı hammadde olarak kullanan farazî simya ürünlerinin kayda geçirildiği kitaplar her yeni yetme simyagerin kitaplığında mutlaka olurdu. Eh, henüz bunlardan birini gerçeğe dönüştürebilmiş bir simyager anasından doğmamıştı ama doğmayacağı anlamına da gelmezdi. Kim bilir belki bir gün bir simya dehası onlarca isimle onurlandırılmış bu taş parçasının peşine düşer de gerçek bir Gündamlası simyası yaratabilirdi. Bu işler belli olmaz.

[1] 1325 yıl süren çağ boyunca insanlık yeni bir dönem başlatma ihtiyacı hissetmediğinden tarihi 13 asır boyunca hiç sıfırlamadan yazmaya devam etmişlerdir. Sonradan En Uzun Çağ’ın resmî bitiş tarihi 3 Eylül 13625 olarak belirlenmiştir.

[2] Kumullar adındaki çöl yerleşiminin ve Güneş Tohumu’nun tek sahibi. Genellikle 6 Kumullar sülalesi arasında gerçekleşen bir savaş sonucunda harbin kazanan sülalesinin başındaki erkek alakoz olur. Ancak görevini elinde uzun süre tutamaz. Zira gücünü toparlayan sülaleler hemen yeni bir savaş başlatır.

[3] Vaskalerya’nın orta doğu kısımlarında yer alan, deniz ile arasındaki yüzlerce nehir kolunun oluşturduğu Karasaladalar şehrinin batısında kalan, ülkenin en büyük gölü. Derinliğinin beş bin metreden fazla olduğu biliniyor.

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.