Öykü

Adamcıl Kurt

NOT: ÖYKÜ, SEÇKİN SARPKAYA’NIN “YELKOVAN” ADLI HİKAYESİNDEN VE AYNI ADLI KARAKTERLERİNDEN ESİNLENİLEREK YAZILMIŞTIR.


İstanbul ormanlarının yüzde altmışından fazlası yok edilip yerine lüks yaşam alanları oluşturulmuş, yıllık geliri ortalama beş yüz bin lira olan aileler oradan bir yahut birkaç villa almak için adeta sıraya girmiş. Villaların bahçeleri büyük, beşer dönümlük bahçeler. İçinde becerikli bahçıvanlar tarafından, ev sahiplerinin isteğine göre şekillendirilmiş çalılar, egzotik ağaçlar ve kameriyeler var. Yüzme havuzlarıysa standart. Tüm bu modernitenin yanında bir avuç kalmış doğal ormanın habitatında yaşamaya çalışan bin bir çeşit hayvanat, börtü böcek… doğa insana kızgın. İntikamını almak zorunda ve aldı da.

Türkiye’nin en büyük giyim kuşam markalarından birinin sahibinin torunu ATV’sine atlamış doğal ormanın içine dalmıştı. Neden böyle bir şey yaptığına dair kimsenin bir fikri yok. Hatta büyük babası ve çekirdek ailesi koca bahçe neyine yetmiyor diye onu sürekli azarlamaktaydı. Ama artık ardıllarından geriye içi boşaltılmış bir et yığını kaldı.

Batuhan’ın cesedini orman içinde, site sakinlerini vahşi hayvanlardan korumakla mükellef güvenlik görevlileri bulduğunda yirmi beş yaşındaki çocuk evden henüz beş saat önce ayrılmıştı. Bedenin göğsü boydan boya yarılmış; toprak, damarlarından fışkıran kanı son damlasına kadar süzmüştü. Yüzü gözü çamur ve kan içindeki Batuhan’ın yarılan göğsünden böbreklerinin ve kalbinin ayrıldığı ancak otopsi sonrasında anlaşılabilmişti. Otopsi raporuna göre böyle bir yarığı ancak güçlü, çok güçlü bir vahşi hayvan gerçekleştirebilirdi ya da yüz elli kiloluk, iki metrelik bir katil…

Perişan olan aile haberin gazete ve televizyonlara yansımaması için bütün bağlantılarını kullanmış, iki saat sonra çoktan yayın yasağını çıkartmıştı bile. Böylece hem marka değerleri zedelenmeyecek, hem de bunu yapan katil kim ise kurbanının önemini anlayıp sırra kadem basamayacaktı.

Geniş çaplı açılan soruşturma boyunca “Forest Live” isimli yaşam alanında ne kadar birey, alışveriş merkezlerinde ve villalarda ne kadar çalışan varsa hepsi tek tek sorguya alındı, olaya dair bir ipucu yakalamak için olay yerinin on kilometre karelik alanı polis şeritleriyle çevrildi. Ancak ne olay yerinde ne de sorgularda elle tutulabilir bir delile, gerçek bir şüphelinin izine rastlandı. Soruşturma tamamen tıkanmıştı. Polisin elinde sadece kurbanın aile markasına ait yirmi beş bin liralık deri ceketinin fermuarı arasına sıkışmış küçük bir kıl parçası vardı. O kıl parçasının DNA yapısı da ne bir insana ne de bilinen türlerdeki herhangi bir yırtıcı hayvana aitti.

Üç aylık soruşturma boyunca bir adım bile yol alamayan polis dosyayı faili meçhul olarak kapatma kararı almış olsa da aile bireyleri bu olayın peşini bırakmaya hiç niyetli değildi. Sırf bu yüzden bir özel dedektifle anlaşmışlar, tek torunlarının katilinin bulunması için servetlerinden vaz geçmeye hazır hale gelmişlerdi.

Batuhan’ın babası Hamdi Suphi Bey; özel dedektife, Forest Live’daki villalarında, cinayetle ilgili ne kadar dosya, ne kadar rapor varsa hepsini verdi. Dedektif Cahit, bu olayı çözmek için elinden gelenin fazlasını yapacağına dair söz verdikten sonra dosyaları alıp çalışmak üzere evden ayrıldı. Cinayetin üzerinden tam tamına yüz gün geçmişti.

Cahit, şimdiye kadar kazandığı bütün paralardan çok daha fazlasını kazanabileceği bu olay üzerinde çalışmak üzere ofis olarak da kullandığı evine vardığında vakit gece yarısını çoktan geçmiş olmasına rağmen uyumak yerine kahve yaparak hemen dersine çalışmaya başladı. Bütün raporları sabaha kadar defalarca, tek tek okudu. Ancak ifadelerin hiçbirinde göze batan bir şey görememişti. Kafasını en çok karıştıran şeye, DNA analizine ise ayrı bir yer ayırdı. Analizi defalarca okudu, DNA yapısını internette, bildiği bütün dillerin sitelerinde araştırdı; ancak bir sonuca varamadı. Tam ümidini kesmek üzereyken raporda yazan bir şey dikkatini çekmişti:

“Henüz keşfedilmemiş köpekgillerden bir yırtıcıya ait olma olasılığı yüzde yirmi.”

Uyandığında saat öğleden sonrayı gösteriyordu. Acele bir kahvaltı yaptıktan sonra üzerini bile değiştirme gereği duymadan dışarı çıktı. Emniyet Müdürlüğü’ne gidip kanıt odasında bir yerlerde duran o tek kıl örneğini almak niyetindeydi. Müdürlüğe geldiğinde eski arkadaşlarından birinin odasına gidip durumu anlattı. Arkadaşı ilkin mırın kırın edecek gibi olduysa da birkaç ay sonra nasılsa imha edilecek olan kanıtı vermeye karar kıldı. Cahit’in niyeti kıl örneğini, bu işlerden anlayan bir dostuna göstermekti.

Motoruna atladığı gibi Burdur’a doğru yola koyulan Cahit, oraya varmadan önce Gökten’i arayıp kendisine çok önemli bir şey danışacağını, Burdur’da değilse bile nerede ise oraya geleceğini söylemişti. Neyse ki Burdur’un bir köyünde olan Gökten ona, o gelene kadar kendisinin de merkeze dönmüş olacağını söylemişti.

Asıl mesleği doktorluk olan Gökten, ara sıra yoksul insanları iyileştirmek dışında her şeyi yapıyordu. Cahit onunla bir soruşturma sırasında tanışmış, şahit olduğu olaylardan sonra birkaç ay boyunca psikolog desteği almak zorunda kalmıştı. Ancak hayatını da borçlu olduğu Gökten’in yaptıklarını sindirebildikten sonra polislik mesleğini bırakmış, uzun bir süre biriktirdiği parayı harcadıktan sonra yapabildiği tek şeyi yine yapmak zorunda kalmıştı. Suçlu insanları yakalamak…

Sekiz saatlik bir yolculuğun ardından insanların neden orada yaşadığını anlayamadığı küçücük şehre varmış, hiç dinlenmeden Gökten’in evine ulaşmak üzere bozuk asfaltlarla kaplı ara sokaklarda motorunu sürmüştü. Soruşturmasının ikinci gününün akşamında Gökten’in evindeydi ve olayları ona nasıl anlatacağına dair en ufak bir fikri bile yoktu.

Selamlaşma, yeme içme, eskileri yad etme fasıllarının ardından konuyu açan Gökten olmuştu:

“Hayırdır,” diye girdi lafa, “Hangi rüzgar attı seni buralara?” O da anlamıştı Cahit’in bir derdinin olduğunu ancak konuyu nasıl açacağını bir türlü bulamadığını.

“Abi vallahi bilmiyorum; öyle bir dosya aldım ki işin içinden polis bile çıkamamış, elde ne bir delil var ne şüpheli. Tek kanıtımız bir kıl parçası o kadar,” deyip ceketinin cebindeki delil torbasını çıkarıp Gökten’e uzattı.

“Bunu kurbanın üzerinde buldular; ama yapısı ne insana uyuyor ne bilinen bir hayvana,” diye açıklamaya çalıştıktan sonra derin bir nefes alarak devam etti. “Sonra aklıma sen geldin işte, bilse bilse Gökten ağabey bilir bunun neye ait olduğunu diye düşündüm.”

Delil torbasıyla birlikte kurbana ait olay yeri görüntülerini de uzatan Cahit, cinayetin nasıl gerçekleştiğini hiçbir detay atlamadan anlatmaya başladı:

“Kurban akşam üzeri yedi, yedi buçuk saatleri arasında saldırıya uğramış, üzerinde herhangi bir boğuşma izi yok. Göğüs kafesi olduğu gibi yarılmış, büyük bir hayvanın pençe izlerine benziyor, dört tane tırnak izi var. Göğüs kafesi yarıldıktan sonra sadece böbrekleri ve kalbi sökülmüş, diğer organlara ya da kas dokusuna herhangi bir zarar verilmemiş.

Ölüm sebebi kan kaybı. Buradan, kurbanın göğüs kafesi yarıldıktan sonra da yaşamaya devam ettiğini anlıyoruz, katil kim ise kalbi hala çalışır vaziyetteyken söküp almış kalbini. Böbrekleri de aynı şekilde. Bunu kim yaptıysa kurbana büyük acılar çektirmiş abi. Hayatımda çok psikopat gördüm; ama bu kadar profesyoneline Türkiye’de hiç denk gelmedim. Ne kendi meslek hayatımda ne daha önceki vakalarda!”

Gökten, dedektifi dikkatle dinlerken arada bir kafasını sallıyor, bazı yerleri tekrar ettiriyor ve merak ettiğini belli eden sesler çıkarıyordu. Dedektifin konuşması bittikten sonra Cahit’in uzattığı delil torbasını açmadan önce, şeffaf torbanın içindeki kılı iyice inceledi. Uzun uzun düşünürken arada bir derince nefes alıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Gökten’in olayla ilgilendiğini anlayan Cahit’in hisleri bir anda karmaşıklaşmış, bir yandan olayı çözmek isterken bir yandan da vakanın Gökten’in ilgilendiği cinsten bir cinayet çıkmaması için dua ediyordu.

“Sen biraz beklesene, bir kitap alıp geleyim,” diye odadan ayrıldı Gökten. Birkaç dakika sonra elinde deri kapaklı, yüz yılları devirmiş olduğu her halinden anlaşılan eski bir kitapla çıkageldi. Kitabı orta sehpaya bıraktıktan sonra biraz ciddi biraz alaycı bir ses tonuyla, belirsiz bir gülümse eşliğinde sordu Cahit’e:

“Kurtadamlara inanır mısın?”

Cahit oturduğu yerde bir an gerinip koltuğa iyice yaslandı, heyecanını ve bastırmayı öğrendiği korkusunu gizleyerek ve ciddi bir şekilde cevap verdi:

“Abi seninle tanıştıktan sonra Noel Baba’ya bile inanırım,” dedikten sonra soran bakışlarla kitaba yöneldi gözleri.

“Noel Baba diye bir şey yok merak etme; ama Ayaz Ata konusunda o kadar kesin konuşamam,” dedikten bir an sonra ciddileşerek devam etti.

“Anlattıklarına bakacak olursak cinayet şekli, cesetten alınan organlar, bunu bir itbarak’ın, senin anlayacağın, bir kurtadamın yaptığını gösteriyor,” diye açıklamaya çalıştı. “Ama itbaraklar çok uzun zamandır insanlara saldırmazdı. Bizim gibilerle yapmış oldukları bir anlaşmanın gereğidir bu. Onlardan birinin yaptığına emin olmak lazım,” diye bitirdi lafını.

“Nasıl yani abi?” diye hangi soruya öncelik vereceğine karar vermek üzere bir an duraksadıktan sonra sorusuna karar veren Cahit, kurtadamların gerçek olduğundan ziyade onların insanlarla anlaşma yapmış olduğuna hayret ederek Gökten’in açıklamalarını can kulağıyla dinlemeye başladı.

“İtbaraklar benim avladığım türden yaratıklara benzemezler. Her ne kadar onlar da vahşi birer yaratık olsalar bile en fazla insanlar kadar vahşidirler. Bu yüzden bundan neredeyse bin yıl önce itbaraklarla Yelkovanlar arasında bir anlaşma yapılmıştır. İtbaraklar insanlara saldırmayacaktı, Yelkovanlar da onlara.”

“Bu arada merak ediyorsundur diye söylüyorum, onlar sadece dolunayda dönüşmüyor, istedikleri zaman gerçek suretlerine dönüşebilirler, bu tamamen açlıklarını ne kadar bastırmış olduklarıyla alakalı. Eğer yeterince beslenemedi ve uzun süre aç kaldıysa kendiliğinden dönüşür, tıpkı bizim de çok aç olduğumuz zamanlarda sinir krizine girmemiz gibi.”

“Benim tanıdığım itbarakların neredeyse tamamı doğal yollarla avlanarak beslenmeyi tercih ediyolarsa da bazıları şarküteriden alınmış böbrek ve kalplerle de beslenebiliyorlar. Bin yıldır bu şekilde beslenmeye alışmış olduklarından artık insanların organlarına ihtiyaç duymayacaklarını sanırdım. Çoğu itbarak bizlerden daha barışçıldır.”

Tam bu noktada fırsat bulabilen Cahit araya bir soru daha sıkıştırdı:

“Onlar da mı bizim gibi yaşıyorlar yani?”

“Evet, evet” diye vurgulayarak cevapladı Gökten. “Hatta belki en iyi arkadaşlarından biri itbarak bile olabilir. Tabii ki kendilerini açık edemezler; ama onlar da normal insanlar gibi yaşıyorlar işte.”

“Peki abi madem bizden daha az psikopatlar, neden bir tanesi bir cinayete karışmış olsun ki?”

“Pek çok insani sebebi olabilir, belki kurbanıyla bir derdi vardı, belki alacak verecek meselesi…” diye devam etti; ancak bir an sonra aklına aniden gelmiş gibi sordu:

“Bu kurban, Forest Live mıdır nedir, Belgrad ormanında çıkan yangından sonra ormanın göbeğine yapılan sitelerden birinde oturuyordu değil mi?

Gecenin ortalarına kadar hem olay hakkında hem geçmiş hakkında uzun uzun konuştuktan sonra sabah vakit kaybetmeden uyanmak üzere yatmışlardı. Gökten, bunu gerçekten bir itbarak’ın yapıp yapmadığından emin olmak üzere bir tanıdığına danışma kararı almıştı.

Gökten ve Cahit diğer sabah yola koyulmuşlardı. Şehir merkezinden ayrılıp bir buçuk saat kadar daha araba yolculuğu yaptıktan sonra küçük bir köye varmışlardı. Gökten, dedektife bir Arafçı’nın yanına gittiklerinden bahsetmiş; ancak Arafçı’nın ne demek olduğunu ona açıklamamıştı.

Köyün içinden geçip toprak yolda biraz daha ilerlerdikten sonra yarı kerpiç yarı ahşap bir evin önünde durdurdu arabasını Gökten. Kapıyı çaldı. İçeriden orta yaşlarında gösteren, giyimi köylülere benzeyen bir kadın çıktı. Cahit’in kriterlerine göre güzel sıfatını hak eden bir kadındı bu. Kadın konuklarını selamladıktan sonra içeriye buyur etti. Gökten iki yabancıyı tanıştırdıktan sonra hızlıca konudan bahsetti ve delil torbasını kadına uzattı:

“Bunun itbarak’a ait olup olmadığını öğrenmemiz lazım.”

“Hallederiz,” dedikten sonra “Adi cinayet mi beslenmiş mi?” diye sordu Gökten’in Bozbala olarak tanıttığı Arafçı.

“Beslenmiş; ama bunun neden yaptığını bilmiyoruz,” diye açıkladıktan sonra kendi tahminini dile getirdi. “Eski adetlerini diriltmek isteyen genç bir itbaraktır belki.”

Bozbala delil torbasını alıp içerideki bir odaya geçti. Bu sırada evi inceleme fırsatı bulabilen Cahit gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleme ihtiyacı hissetmedi. Daha sonra Gökten’e sormak üzere birçok soru biriktirmişti. Evin duvarları demir ve bakırdan onlarca ıvır zıvır, Cahit’in tanımlayamadığı nesneler ve incik-boncukla doluydu. Dolaplardaysa onlarca şişe, şişelerin içinde her renkten sıvı, değişik bitkiler, tozlar ve daha birçok şeyle doluydu. Cahit bütün bunların büyü mazemeleri ve silahlar olduğunu tahmin etmekte zorlanmadı.

Bozbala odaya geri döndüğünde Gökten’e vereceği cevap hazırdı. O kıl gerçekten de bir itbarak’a aitti. Geriye sadece onu yakalayıp sorgulamak kalıyordu.

Bozbala, kapalı kapıların ardında yaptığı büyüden sonra Gökten’i kolundan tutup dedektiften uzak bir kenara çekti:

“Sizler adaleti sağlayıcılarsınız,” diye girdi lafa. Yüzünde hüzünlü bir ifade vardı. “Şuradaki adam da adaleti sağlamak için para almış birilerinden. Ama burada adaletin iki farklı yüzü var. Bu cinayet belki de haklı bir sebeple, bir adaleti gerçekleştirmek için işlendi. Yerinde olsam bir kez daha düşünürdüm.”

“Göreceğiz,” diye geçiştirdi Gökten, Bozbala’nın nasihatini. Arafçılarla sürekli olmasa da iletişim halinde olur, bazen onlardan yardım alır, bazen onlara yardım ederdi. Yine de tam anlamıyla güvenmezdi Arafçıların sözlerine. Onlar, gerçek isimlerini gizleyip mahlas ile yaşayan, iyi ve kötü tarafta aynı anda dolaşan kişilerdi. Ne zaman kimin tarafında olacakları belli olmazdı. Yine de Bozbala Gökten için farklıydı ve onun nasihatlerine diğerlerinden biraz daha az güvensizlik duyardı.

Gökten gibi insanlar, yani Yelkovanlar ta Süleyman Peygamber döneminden beri cinlerle ve dünya üzerinde ezelden beri var olan yaratıklarla savaşan kişilerdi. Süleyman’ın soyundan gelirdi onlar. Bir peygamber ardılı hiçbir zaman kötülüğün tarafını seçemezdi. İşte Yelkovanlar ve Arafçılar arasındaki fark buydu. Bir taraf sadece insanların yanında; diğerleri, kendi deyimleriyle gerçekliğin peşinde…

Bozbala’nın köyünden Burdur’a döndüklerinde Gökten, bir bavul hazırladı. Dedektifin şaşkın bakışları eşliğinde ne kadar silahı, işine yarayacak büyülü araç gereci ve kıyafeti varsa keyifle doldurdu bavuluna. Aslında kendisini sıkı bir şekilde saklaması gerekiyordu normal insanlardan, ancak dedektif onun kim olduğunu öğrendiğinden dolayı bunları ondan saklama ihtiyacı duymadı. Üstüne üstlük o anda yaptığı teşhircilikten garip bir haz bile alıyordu. Çoğunluğu babasından ve dedesinden kalma silahları sergileye sergileye, hatta bazen onları Cahit’e tanıtarak yerleştiriyordu bavula. En gurur duyduğu silahıysa saf demirden dövülmüş ve üzerinde Süleyman mühürleri ile cinlerin dilinde yazılmış bazı cümleler bulunan palasıydı. Onu dedektife uzun uzun anlatmıştı

İstanbul’a dönüş yolunda Gökten, dedektife katil zanlısını normal yollardan bulmalarının çok zaman alacağını ve onu zaman kaybı olmadan nasıl bulabileceklerini anlatmıştı ve bunu yapabilecekleri bir malzeme vardı ellerinde. Katili soruşturma ile değil birkaç bağlantılı büyü ile bulmaları gerekecekti. Bu yüzden Gökten, dedektifi bu işe daha fazla bulaştırmak istememiş olsa da Cahit onun yanında olmak istediğini kesin bir dille belirtmişti. Üstelik dosya için aileden aldığı ücretin yarısını Gökten’le paylaşma teklifini reddettikten sonra tek başına dolaşıp filmlerden fırlama yaratıkları avlayarak yaşayan adamı asla yalnız bırakamazdı.

İtbaraklar, Oğuz Kağan devrinden evvel, insanların böbrekleri ve kalbiyle beslenirlerken bunu bir yılda üç, dört kez yapmaları açlıklarını bastırmaları ve sahip oldukları tek büyü olan insan suretine bürünebilmelerine yeterliydi. Oğuz Kağan, tıpkı destanda anlatıldığı gibi onlarla olan savaşından galip çıkıp itbaraklarla bir anlaşma yapınca artık insanlarla beslenmeleri kutsal bir yeminle yasaklanmıştı. İsterlerse hiç beslenmeyip ölene kadar tam bir kurt formunda kalabilirler, isterlerse insan yerine hayvan sakatatıyla beslenerek oldukları gibi yaşamaya devam edebilirlerdi. Ancak hayvan sakatatının büyüsü insanınki kadar kuvvetli olmadığından artık yılda sekiz on defadan fazla beslenmeleri gerekecekti. Böylece insanların arasında güvenli bir şekilde yaşayabilirler, avlanacakları vakit de yarı insan yarı kurt görünümüne, yani asıl görünümlerine bürünebilirlerdi.

Gökten, onlarla ilgili bildiği ne kadar şey varsa anlattı dedektife. Gerçek görünümlerine büründüklerinde başlarının kurt başı şeklini aldığını ve vücutlarının tamamen kapkara kıllarla kaplandığını, dişilerinin, erkeklerin aksine daha estetik göründüğünü, yine dişi itbarakların erkeklerinden daha insancıl olduklarını… Efsunlu bir sıvı sayesinde vücutlarına ok ve mızrak işlemediğine kadar bütün bildiklerini anlattı. Ancak son söylediğinden kendisi de emin değildi artık. Oğuz Kağan’ın hükümdarlığı sırasında gerçek imişse bile artık böyle bir efsuna gerek duymayacaklarını tahmin ediyordu. Ancak yine de bu olasılığı göz önünde bulundurarak itbarak’ı bulduktan sonra onu normal silahlarla öldürmenin oldukça zor olacağından Yelkovanlara has silahlar kullanacaklardı.

Uzun sohbetlerle ve soru cevapla geçen yolculuğun sonunda İstanbul’a, dedektifin evine vardıklarında Gökten, hemen dışarı çıkmak istediğini belirtti. Alması gereken birkaç eşya daha vardı ve bunları satın alacağı yere Cahit’i götürmesi mümkün değildi.

“Bazı şehirlerde geçitler vardır,” diye gideceği yeri de açıklamaya başladı. “Senin anlayacağın şekilde söylersem beşinci boyuta açılan kapılardır bunlar. O kapılar ‘Büyü Kepit’ denilen bir yere açılır, ancak herhangi bir insanın o kapıdan geçmesi mümkün değildir. Burada büyü ile ilgili birçok malzeme satılır ya da takas edilir. İtbarak’ı yakalamak için ihtiyacımız olacak birkaç şey almam gerekiyor, o yüzden benimle gelemezsin.”

“Öyle diyorsan öyle olsun abi,” diye kabul etti Cahit de. Artık Yelkovandan duydukları karşısında yüzünde şaşıran bir ifade belirmiyordu bile.

Gökten, üzerini değiştirdi. Birkaç dakika sonra Yelkovan kılığına bürünmüştü bile. Ham öküz derisinden imal edilmiş bir ceket, içinde birçok simge ve yazı barındıran gömlek, onun altında yine deriden dokunmuş; yanlarından ve paçasından iplik, tespih ve demirden oyulmuş figürler sarkan bir pantolon ve tüylü, görkemli bir bot. Silahlarını yerleştireceği kemeri de beline dolayıp hançerinin kınını da kemerine ayrıca yerleştirdiğinde Gökten artık hazırdı.

Yelkovan kıyafetlerinde dedektifin en çok ilgisini çeken şey, Gökten’in başına geçirdiği şapka olmuştu. Onu insanların arasında gezerken takmayacağını, sadece ona göstermek için taktığını özellikle belirtmiş olsa da tüylerle ve tespihlerle bezeli kızıl siyah bu başlık dedektifin hem komiğine gitmiş hem de hayranlığını kazanmıştı. Şşapkasız haliniyse bir deliden çok hippilere benzetmişti.

İstiklal ceddesinin ara sokaklarından bir tanesindeki eski bir kıraathane’nin ocağının ardından, bilinmeyen bir boyuta geçip alacaklarını aldığında Cahit’le buluşacakları yere varıp karınlarını doyurduktan sonra artık avlanmaya hazırlardı.

Gökten’in Beyoğlu’nda yaşayan bir arkadaşının evine gittiklerinde Cahit’in şaşırma katsayısı yine yükselmiş, gördüğü mekan karşısında hayretini gizleyememişti. Burada itbarak’tan kopan kılın kime ait olduğunu öğrenebilecekleri büyüyü yapacaklardı.

Evin bodrum katına indiler, Gökten buradaki şömineye söğüt ve zeytin dallarından küçük bir ateş yaktı önce. Ardından şöminenin önündeki masada, toprak bir kapta Cahit’in hiç tanımadığı birkaç bitkiyi, tozu ve hayvanlara ait olduğunu tahmin ettiği kurumuş birkaç sakatatı karıştırıp toz haline getirdikten sonra delil torbasındaki kılı da karışımın içine attı. Çoktan köz halini almış alevin karşısına geçti. Cahit’in, bazı kelimelerini anladığı, çoğunu anlamadığı bir dua okudu Yelkovan. Gökten daha sonra bunun Göktürkçe olduğunu ve yeryüzündeki bütün yaratıklardan ve doğadan sorumlu olan İtügen Ana’ya dua ettiğini açıklamıştı.

Duanın ardından kaptaki toz karışımdan bir avuç alıp közün üzerine attı. Çıkan kıvılcımlar ve parlayan alev bir anlığına Cahit’in gözünü almış ve geçici bir körlük yaşamasına neden olmuştu. Gökten, alev sönüp geriye küller kaldığında şöminedeki külleri avuçladı, onları yine bir şeyler mırıldanarak yerde çizili olan bir dairenin içine dağıttı. Bu dairenin etrafında da Süleyman mühürleri, cinlerin dilinde yazılar ve Göktürkçe sözcükler vardı.

Küller çemberi tamamen doldurduğunda Gökten beklemeye başladı. Dedektifse sadece onu izlimekle meşguldü. Birkaç saniye içinde zaten loş olan bodrum katı zifir karanlığa gömülmüştü. Karanlığın ortasında rüzgar sesine ve ıslığa benzer sesler duyunca dedektif ilk defa korktuğunu hissetti. Bu sesler öyle derin ve manalı geliyordu ki sanki insanın ruhuna işleyip bütün günahlarını kulağına fısıldıyordu onları duyanın. Islıklar sessizliğe gömüldü. Zifiri karanlık yerini loşluğa bıraktı. Gökten çemberin önüne gelip kafasını eğdi. Çemberin içindeki tozlar karanlıkta oraya buraya savrulup yer değiştirmiş ve bir isim oluşturmuşlardı:

“SAMİ DAĞLICA OĞLU DOĞUHAN DAĞLICA”

“Zanlımızı bulduk,” dedi Yelkovan neşeyle. Bu büyünün işe yarayacağından kendisi de emin değildi aslında. Her ne kadar o da büyülü silahlar ve efsunlar kullanıyor olsa da böyle detaylı bir büyü yapmamıştı hiç. Yapacağını da tahmin etmiyordu açıkçası.

“Bu kadar kolay mıydı yani abi?” diye sordu dedektif. “Senin gibi birini Emniyet Müdürlüğü’nde işe almak lazımmış aslında, polislerin mesaisi yüzde doksan oranında azalırdı,” dedi ardından.

“Bu isim sizin sistemde varsa adresini bulabiliriz değil mi?”

“Evet abi, o kolay iş.”

Dedektif, Doğuhan Dağlıca isimini aratıp daha önce sadece kırmızı ışık ihlalinden ceza aldığını öğrenerek adresini ve fotoğrafını bulduğunda gün kararmaya başlıyordu. Adres, Belgrad Ormanı yakınlarındaki Gümüşdere köyündeydi. Gökten, itbarak’ı öldürebilecek olan sıvıyı hazırlayıp hançerini bu sıvıyla yıkadıktan sonra köye doğru yola çıktılar. Yanlarında, büyüyü yaptıkları evin sahibi, Gökten’in dostu Kudret de vardı. Her iki Yelkovan da dedektifin bu işe karışmaması için ısrar etmiş hatta onu tehlikelere karşı açıkça uyarmış olsalar da Cahit bu ava katılmakta kararlıydı.

Gümüşdere köyüne varıp Doğuhan’ın evini bulduklarında saat neredeyse gece yarısına vurmuştu. Evde hiç ışık görünmemesi üzerine eve gizlice girmeye karar verdiler. İtbarak’ın evi iki katlı, bahçeli bir yerdi. Büyük bahçesi ve en yakın komşu eve olan uzaklığı sayesinde eve görünmeden girmeyi başardılar.

Cahit’e, tıpkı Gökten ve Kudret’in evi gibi görünse de iki Yelkovan için evin dekorasyonu tamamen farklıydı. Bütün duvarlarda trofeler, doldurulmuş hayvanlar ve çeşitli tüfekler vardı. Fazla mobilya bulunmayan odaların neredeyse hepsinde kurt motifli resim, heykel ya da duvar halısı mevcuttu. Oturma odasındaki kitap raflarından birindeyse içinde sarı renkli sıvılar olan bir düzine kadar şişe mevcuttu.

“Bu seferki çetin ceviz çıkacak anlaşılan,” dedi kısık sesle, şişeleri gösterdikten sonra Kudret.

“Anlaşılan eski adetlerine meraklı bir itbarakla karşı karşıyayız,” diye tamamladı onu Gökten. “İyi ki benim kanperesti biraz daha kuvvetlendirmişim,” diyerek baba yadigarı hançerini kınından çıkarıp hazıra aldı.

“Sence nerede olabilir bu saatte?” diye sordu Kudret, diğer Yelkovan’a.

“Hiçbir fikrim yok,” diye sesleneceği anda kitaplıkları kontrol etmekte olan dedektiften ses geldi:

“Buraya baksanız iyi olur.”

Dedektif Cahit, kitaplardan birinin arasında bulduğu yazılı kağıdı Gökten’e uzattı. Bu kağıtta cinayet kurbanı Batuhan Özel’in de adının yer aldığı birkaç isim bulunmaktaydı.

“Cinayet listesi mi?”

“Muhtemelen,” diye cevapladı dedektif, Gökten’i.

“Ama aradan neredeyse dört ay geçti,” diye devam etti. “Batuhan Özel cinayetinden sonra herhangi bir olay yaşanmadı.”

“Cinayetin bu kadar çok yankılanacağını tahmin edememiş olabilir, bu yüzden de ya diğer cinayetlerden vaz geçmiş ya da bir süre ortalığın durulmasını beklemeye karar vermiş olabilir,” diye fikrini belirtti Gökten.

“Ama peki şimdi nerede?”

“Resmi polislere haber verip bir arama emri çıkartabilirim,” teklifine iki Yelkovan da şiddetle itiraz etti.

“Katilin o olduğuna dair elinde geçerli bir delil yok. Büyü yaparak öğrendik mi diyeceğiz? Hem katil onlarca polisin önünde gerçek suretine bürünürse neler olur bir düşünsene!”

Evde daha fazla zaman harcamadan dışarı çıktılar. Yarın tekrar, bu sefer gündüz gözüyle geleceklerdi. Ancak hiçbirinin beklemediği bir şey oldu. Belgrad ormanından geri kalan ağaçların arasından giderlerken Gökten, bazı sesler duyduğunu belirtti. Arabayı ormanın iç taraflarına doğru sürdü. On beş dakika kadar sonra yerleşim yerlerinden iyice uzaklaşmış, doğanın tam ortasına varmışlardı.

“Ben de hissedebiliyorum,” dedi Kudret. “Burada garip bir şeyler olduğu çok açık.”

Aracın motorunu durdurdu, aşağı indiler. Tek ışık kaynakları gökyüzündeki yıldızlar ve hilal şeklindeki aydı. Üçü de olabildiğince sessiz yürüyor, etraflarındaki ufacık ses kaynaklarına bile dikkat kesilerek oluşabilecek tehlikeleri öngörmeye çabalıyorlardı.

“Bu taraftan,” diye yol gösterdi Gökten. Kamasını sıkıca tutmuş, gözbebeklerini tamamen siyaha bulamıştı.

Bir anda koşmaya başlayan Gökten’in peşine takıldılar. O an Yelkovan, dedektifin gözüne avının kokusunu alıp onu gafil avlamak için hızını azamiye çıkarmış bir leopar gibi görünmüştü. Bu sırada Kudret de kendi silahı olan, üzerinde aynı simgelerin bulunduğu demir gürzü hazır bulundurmaktaydı. Bunun üzerine dedektif de tabancasını çıkarıp onlara katıldı.

İhtiyar bir çam ağacına yakınlaştıklarında Gökten bir anda durdu ve diğerleriyle göz göze geldi. Ağacın altındaki manzaraya dikkatlerini çekti. O anda dedektif, beş yıl önceki Demirkıynak olayını hatırlayınca bütün vücudunu bir ürperti sardı.

İtbarak, kurbanıının göğsünü çoktan yarmış, böbreklerini çıkarıp yemekle meşguldü ki o anın büyüsüne kapılan yaratık misafirlerini fark etmekte çok gecikmişti. Başına inen gürz darbesiyle kendine gelen yaratık acı bir çığlıkla bütün ormanı yankıladı. Şokun ardından kendine geldiğinde pençelerini çıkarmış, düşmanlarıyla göz göze gelmişti. İtbarak’ın hamle yapmasına fırsat verme niyeti olmayan Gökten, kamasını yaratığın göğsüne hizalayıp güçlü bir darbe ile onu iyice sersemletti. Ancak evindeki sarı şişelerin efsunu yaratığı olduğundan çok daha güçlü kılmıştı. Kendini geriye atmayı başaran kurt, onlardan bir sıçrayışta beş adım geri çekildi.

Tabancasını arka arkaya ateşlemesine rağmen bunun hiçbir faydası olmadığını gören dedektif bu çabasından vazgeçip Yelkovanların ardına sığınmayı tercih ettiğinde iki Yelkovan da yaratığın üzerine doğru koşuyorlardı.

“Bizden kurtulamayacağını biliyorsun,” diye haykırdı Gökten. “Teslim ol ve canını bağışlayalım!”

“İki Yelkovan’a karşı hiçbir şansın yok!” diye uyarmaya devam etti Kudret. Ancak yaratık onları dinleyecek gibi değildi.

“Bunu neden yaptığımı bilmiyorsunuz,” diye haykırdı itbarak. Sesi normal bir insandan çok kurda benziyordu. “Anlaşmayı ihlal etme nedenimi bilmiyorsunuz!”

“Can almanın bahanesi olamaz,” diye haykırarak yaratığa tekrar hücum eden Gökten, kamasını kurdun az önce yaraladığı göğsüne hedeflemişti. Bu sefer, açtığı yarayı derinleştirmeyi başarmıştı ki hemen ardından yaratığın göğsüne inen gürz darbesi onu iyice sersemletmiş, yere yığılmasına neden olmuştu. itbarak artık mücadele edemeyecek haldeydi.

“İtügen Ana şahidimdir ki ben doğanın bir parçasıyım! Yine o şahidimdir ki insanlar beni yuvamdan etti! Ben yalnızca evini koruyan bir kurdum!”

Bu defa itbarakın sesi daha cılızdı. İki Yelkovan yaratığın başucuna çöktüler, az evvelki öfkelerinden geriye bir şey kalmamış gibiydi. Sanki kurtadamı haklı bulmuşlardı.

“Yine de bu, intikamını haklı çıkarmaz. İntikam adalet değildir,” dedi Gökten ve usulca ardını dönüp dedektifin yanından geçip uzaklaştı. Kudret de kurtla bir şeyler konuştuktan sonra:

“Tanrı ruhunu uçmağa kabul etsin,” deyip Gökten’in peşine takıldı.

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.

Adamcıl Kurt” için 2 Yorum Var

  1. Merhabalar,
    İlk önce; Konuyu sevdim… Bize özgü mitolojik öğelerin tekrar keşfedildiğini, hikayelerde kullanılmaya başlandığını ve bir şekilde, gerçek hayata eklenen düş dünyasında daha çok düşünülür hale geldiğini görmek için çok uzun zamandır bekliyordum. Benimde en çok yazmayı sevdiğim alanlar burası. Yalnız olmamak çok güzel. Bunun için teşekkür ederim. Güzel bir yeni yıl hediyesi…

    Bunun dışında küçük bir not eklemek isterim: Hikayelerin kolay okunmasının, fiillerin yapısı ve anlatının zamanlaması ile birebir bağlantılı olduğunu keşfetmişsin. Bu konuda çok haklısın. Hikayenin bazı yerlerinde bunu çok güzel aktarıyorsun bazı yerlerde ise ritim biraz düzeltilmeye ihtiyaç duyuyor. Bir kaç hafta sonra tekrar oku, eminim o kısımları göreceksin. Bir de “İtbarak’ın bunu neden yaptığının öğrenilmesinin önemli olduğunu” aktaran “adaletin iki yüzünden” bahseden Bozbala’nın sonunda haklı çıktığını görüyorum. Bununla beraber hikayenin sonunda bu fikri daha görkemli bir şekilde bağlaman hikayeyi daha da parlatabilirdi. Çünkü Hikayenin başında ormanların yok edilmesine ciddi bir yer ayırmışsın. Buradaki hesaplaşmayı, keskin ve tek taraflı bir adalet kavramının kazanmış olması yerine başka bir şey bekledim. İntikam hikayelerinde çok güçlü bir sebep okumaktan hoşlanırım. Mesela yuvanın yıkılması, intikam alanın aile fertlerinden birinin ölmesi gibi … Buraya da güçlü sebeplerin net bir şekilde verildiği kuvettli bir intikam arzusu oldukça yakışabilirdi. Eline ve düş gücüne sağlık.
    Mutlu Yıllar
    Sevgielr
    Dipsiz

  2. Yorumun için teşekkürler Dipsiz.

    Öyküyü seçkiye son anda yetiştirebildiğim için dediğin meseleyi uzun uzadıya yazmaya fırsatım olmadı açıkçası. Biraz daha zamanım olsa daha çok dövüş sahnesi, intikamın nedenine dair daha detaylı şeyler söylemeyi isterdim.

    Sana da iyi seneler, teşekkürler.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *