-1-
Gecenin kör saatinde, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura aldırmadan koşuyordu şehrin sokaklarında. Devam etmeliyim! Mahmuzlarıyla dört nala koşmaya zorlanan bir aygır gibi burnundan soluyor, ciğerleri patlayacakmışçasına genişleyip duruyordu. Ayakları artık ondan bağımsız hareket ediyor, sanki bedenini, gitmesi gereken yere kendiliğinden taşıyorlardı. Dilenciler meydanını geçip, sağa kıvrılan yolu takip etti. Bu sokak onu, eski köle pazarının kurulduğu, şimdilerde evsizlerin, berduşların, sarhoşların ve ölüme terk edilmişlerin meskeni olan, toplumun normal – kıtlıktan, savaştan ve yıkımdan zarar görmemiş, yaşanan kaosa rağmen hayata tutunan- kesiminin asla uğramadığı çürümüş ve leş gibi kokan bir yerleşim alanına çıkarıyordu. Durmamalıyım! diye geçirdi içinden, ellerini dizlerine dayayıp soluk alıp veriyordu. Ciğerleri nefessiz kalmıştı. Koşmalıyım! Bir kaç nefes alış verişten sonra, koşmaya devam etti. Bir yandan koşuyor, bir yandan da ustasının tarif ettiği yolu hatırlamaya çalışıyordu. Sağında bir çeşme göreceksin! Çeşmenin karşısında, iki evin arasında dar bir yol var, oraya gir. Çeşmeyi fark eder etmez, dar yola daldı. Koşmaya devam etti. Yol boyunca devam et! Bu yol seni bir caddeye çıkaracak. Dikkat et! Sakın koşma! Dikkat çekecek en ufak bir harekette bulunma! Sadece bekle! Sokağın tam bitiminde, caddeye çıkmadan hemen önce durdu. Bedeninin çektiği ızdırabı biraz olsun dindirebilmek için yakaladığı bu fırsatı değerlendirip, yere oturdu. Ustasının sesi kulaklarında çınlıyordu. Önünden, feneri yanmayan bir at arabası geçecek! Bu senin ilk işaretin! Hemen arkasından üç araba daha geçecek. Sakın unutma! Üçüncü arabaya bineceksin! Güneş tutulmasından önce onu bize getir Yasef! Ais’in sırrını bize getir!…
ASKER
Ryxeh dört bir yanı surlarla çevrili bir şehirdir; adeta Tanrı tarafından bizzat Jafac dağının tepesine kondurulmuş, ulaşılması imkansız kılınmış bir mabet gibidir. Yüzlerce yıldır tek bir hanedanın hakimiyetinde kalmış Rhuxan’ın başkentidir. Hanedanın ilk yıllarında ülkenin başkenti olarak bir kale yapılması kararlaştırılmış ve Kral Rheeksam’ın emriyle stratejik konumu yüzünden Jafac dağı en uygun yer olarak belirlenmiştir. Her ne kadar hastalığı yüzünden kalenin bitişini göremese de, soyunun devam edeceğini bilerek can vermiş ve böylece oğlu hanedanın başına geçmiştir. Kalenin bitmesiyle birlikte, Kral Ryek yeni eklemeler yapmaya karar vermiş ve kalenin etrafını surlarla çevirmiştir. Bununla da yetinmeyip dağın yamacı boyunca aşağıya doğru, belirli yerleri yerleşim bölgesi olarak inşa ettirmiştir. Savunmayı daha da güçlendirmek için, dağın ova ile birleştiği yerden zirveye kadar uzanan sarmal bir duvar yaptırmış ve bu duvar yerleşim noktalarını içinde tutup, dağın çevresini dolanarak zirveye doğru tırmanan bir koridor oluşturmuştur. Bu koridorun belli noktalarında, zirvedeki kaleye ulaşıncaya kadar ana giriş ile birlikte altı kapı bulunur. Bununla da yetinmeyen Kral Ryek, dağın çevresini kazarak yağmur suyunun burada biriktirmiş, böylece çıplak ova ve dağ arasında suyla dolu bir hendek oluşturmuştur. Nesiller boyunca bir çok savaş görmüş olan bu başkent, hiç bir ordu tarafından zapt edilememiş, en çetin kuşatmalardan kurtulmuş, nice fatihleri kendinden bezdirmeyi başarabilmiştir. İlk kurulduğu günden bu yana tam üç yüz yıl boyunca ayakta kalan bu şehir, şimdi en ağır sınavını vermektedir.
* * *
Kral IV. Ryek, tahtında oturuyor, ellerini alnına dayamış halde bu kara günün nasıl geldiğini anlamaya çalışıyordu. Atalarından ona miras kalan şehir, tam yüz yirmi üç gündür, tarihinin en uzun süren kuşatmasıyla karşı karşıyaydı. Dört bir yandan ülkesine saldıran düşmanı, sonunda onu ve halkını kapana kıstırmıştı. Nasıl bu hale geldik biz? diye soruyordu kendine. Ancak bu da diğer sualleri gibi yanıtsız kalıyordu.
Salon kapısının açılmasıyla, düşüncelerini dağıtan kral, gözlerini ona doğru yaklaşan generaline dikti. General kendinden emin fakat hızlı adımlarla koca salonu aşıp kralın tam önünde durdu. Tek dizinin üstüne çöküp, başını eğerek selam verdi.
“Kral hazretleri! Düşman birliklerinin komutanı görüşme talep ediyor!” Ryek tahtında doğrulup, şaşkınlığının geçmesini bekledi. Zihni, cevapsız sorulara yenilerini eklemeye başladı. Kızıl süvari benimle görüşmek mi istiyor? Amansız İsre! Merhametsiz İsre! Aklı iyiden iyiye karışan kral eliyle generaline işaret edip ayağa kaldırdı.
“Bir tuzak olabilir mi?” diye sordu karşısında duran adama. Generali bir an için bakışlarını yere çevirdi, sonra yine kendinden emin şekilde gözlerini imparatoruna çevirdi.
“Sanmıyorum efendim. Zannımca teslim olmamızı isteyecektir.” Kral Ryek, eliyle sakalını sıvazlayıp, tahtın arkasındaki büyük camdan kızıla çalan gökyüzüne baktı. Ne yapmalıyım? diye geçirdi içinden. O önemli bir kararın eşiğindeyken, dünya dönmeye devam ediyor, yaşam sürüp gidiyordu. Yüzünü generaline döndü. Ellerini arkasında birleştirip, duruşunu dikleştirdi.
“Bir ulak yolla. Görüşmeyi kabul ettiğimi bildir!” General bir baş hareketiyle selam verip, emredileni yapmak üzere geldiği gibi çıktı salondan. Kral Ryek, batan güneşin kararttığı salonda tek başına ayakta duruyordu.
* * *
İsre salona girdiğinde, kral tahtında oturmuş onu bekliyordu. Generalleri yanında sıra olmuş, elleri kılıçlarının kabzasında tetikte duruyorlardı. İsre, normal bir insandan daha uzun, daha heybetliydi. Giydiği zırh baştan aşağı kan kırmızı renkteydi.
” Selam olsun size yüce majesteleri!” dedi İsre, miğferini çıkarıp alaycı reveransıyla sözlerine eşlik ederek. Ve alaycı tavrını değiştirmeden devam etti:
“Açıkçası, gururunuzun esiri olup beni reddedeceğinizi düşünmüştüm! Ne yalan söyleyeyim, beni şaşırtmayı başaran ilk kişi oldunuz!” Ryek karşısında onunla dalga geçercesine konuşan adama dikkatle baktı. Zırhıyla aynı renkte olan kızıl saçları, tüm bunlara tezat oluşturan süt beyazı teniyle, nice ordulara korku salan komutan İsre tam karşısında duruyordu.
“Ne istiyorsun!” diye sordu Ryek. İsre’nin gözlerinin içine bakıyor, içindeki korkuyu dizginlemeye çalışıyordu. İsre bakışlarını generallerin üzerinde gezdirdi. Tedirgin oldukları her hallerinden anlaşılan askerleri süzdükten sonra tekrar bakışlarını krala çevirdi.
“Ben burada Kral Ais adına bulunmaktayım. Ve istediği tek bir şey var: Kelleniz!” İsre lafını bitirir bitirmez, generaller kılıçlarını çektiler ve kralın önüne geçtiler. Altı general, düşmanın saldırmasını beklemeye başladı. Buz gibi bir sessizlik bütün salonu kapladı. İsre ağız dolusu bir kahkaha patlatınca, sessizlik bir anda dağılıverdi.
“Hadi ama beyler. Rahatlayın biraz. Küçük bir şakaydı sadece!” İsre kollarını göğsünde bağlayıp, öylece dikiliyordu.
“Pekala; sanırım bir açıklamayı hak ediyorsunuz.” dedi karşısında duran kalabalığa.” Kral Ais, kendisine ait olan bir hazinenin sizde olduğuna inanıyor. Ve ben de, o hazineyi istiyorum!” Generaller şaşkın bir halde birbirlerine baktılar. “Ne hazinesi?” diye sordu Ryek, karşısında duran adama.
“Bağışlayın majesteleri, hazine yanlış bir tabir oldu sanırım…Tılsım desek daha doğru olacak!” diyerek gülümsedi İsre tüm alaycılığıyla. “Şimdi izin verirseniz, onu almak istiyorum!” İsre, tahta doğru yürümeye başlayınca, generaller bir anda atılıp İsre’nin etrafını sardılar. Bir çemberin ortasında kalan İsre, önce gülümsedi ve aniden kınında uyuyan kılıcını çıkarıp, yere sapladı. Generaller bu harekete bir anlam veremeden, kılıçtan kızıl bir güç dalgası boşaldı ve İsre’yi çevreleyen adamlar bir anda taştan heykeller gibi donup kaldılar. Kılıcını sapladığı zeminden ayıran İsre, kıpırtısız duran, inleyen, gözleriyle onu takip eden generallere aldırmadan adımlarına devam etti. Generallerin salonda yankılanan iniltileri İsre’nin yüzünde bir gülümsemeye sebep oldu. Kralın dizginlemeye çalıştığı korku, bacaklarının titremesine sebep oluyordu. İsre, elinde tuttuğu kılıçla kralın yanına geldi. Kılıcının ucunu Ryek’in çenesine yaslayan İsre, onu tahttan uzaklaştırıp yan tarafına yönlendirdi. Ryek, gırtlağına dayanan kılıca baktı. Kabzası mermere benzeyen bir tür madenden yapılma bu kılıcın, çelik olması gereken kısmı elmastandı. Altın işlemeli geometrik şekiller, kabzadan başlayıp kılıcın ucuna kadar yayılıyordu. İsre, kralın şaşkın ve korkmuş bakışları altında, tahta yaklaştı. Kılıcının ucunu tahta değdirdi ve taht soğuk suya batırılan, kızgın çelik gibi önce ciyakladı sonra da çatlayıp parçalandı. Yaşadığı şoku atlatamayan Ryek, paramparça olan tahtın molozları arasında parlak bir nesne gördü. Mermerden yapılma, avuç büyüklüğünde bir sikkeye benziyordu. Üzerindeki altın desenleri görünce yüreğindeki korku had safhaya ulaştı. Gözleri dehşetle büyüyen Ryek, karşısında ona sırıtarak bakan adamın ne olduğunu, en başından beri bu savaşı kazanamayacağını, kıtlığı, savaşı, her şeyin sebebini anlamıştı. İsre’nin elinde tuttuğu nesneyi gösterdi. “O… dedi, ellerinin titremesine engel olamadan “…Dördüncü Mühür!”
Ryek, lafını bitirir bitirmez, kralın başını tek hamlede gövdesinden ayırdı.Kralın kellesi,boş bakışlarla tahtın yanına düştü.İsre,elindeki tılsımla salondan çıkarken, kılıcını kınına koydu. O bunu yapar yapmaz, salonun ortasında duran canlı heykeller toz bulutu gibi etrafa dağıldı. İlk kurulduğu günden bu yana tam üç yüz yıl boyunca ayakta kalan bu şehir, sonunda mağlup olmuştu.
–2–
Yağmur şiddetini biraz olsun azaltmış, Yasef’in bedeni normal haline dönmeye başlamıştı. Şimdi, dar sokakta oturmuş, ustasının belirttiği gibi beklemeye başlamıştı. Caddeden geçen ilk at arabası, yanan feneri ile Yasef’e göz kırptı. “Bu değil!” dedi Yasef, biraz daha soluklanacak olmasına sevinerek. Elini yan tarafına atıp, beline bağlı olan küçük heybeyi düğümlerinden kurtardı ve içindeki yuvarlak tılsımı çıkardı. Tılsım çok ilginç bir madenden yapılmıştı. Dünya üzerinde eşi benzeri olmadığına kalıbını basabilirdi. Mermerden yapılmış, avuç iriliğinde, koca bir sikke gibi duruyordu. Üzerinde altın işlemeli geometrik şekiller, noktalar, çizgiler kıvrılıyor, dolanıyordu. Sanki üzerindekiler işaretten fazlası gibi… bir çeşit yazı olabilir mi? Caddeden gelen toynak sesleri, düşüncelerini yarıda kesti. Yanından geçen at arabasının feneri yanmıyordu. “İşte bu!” dedi Yasef. “İlk işaret!” Yasef, elindeki tılsımı heybesine koydu, heybeyi tekrar beline bağladı ve gözlerini kapattı. Zihnindeki dehlizlerde dolanıyor, tüm olup bitenlerin anlamını arıyor, cevap bulamadığı soruları tekrar soruyor ve yine cevap bulamıyordu. Kulağına gelen seslerle tek gözünü açıp caddeden geçen arabaya baktı.
“Bu bir.”
Zihnindeki keşmekeş kaldığı yerden devam etti. Usta bu tılsımı neden istedi? Tutulmayla ne bağlantısı var? Ais için değeri ne olabilir? İkinci araba Yasef’in yanından usulca geçip gitti.
“Bu iki.”
VEZİR
Sepa, Ais’in yanından ayrılıp, taht odasının bulunduğu koridordan aceleyle odasına yürürken gözleri ışıltıyla parlıyordu. Nihai amaçlarına her geçen gün biraz daha yaklaşıyorlardı. Ve şimdi son hamleyi yapmanın zamanı gelmişti. Odasının kapısını açtığında, yaveri Atas, kendisine verilen işi bitirmeye çalışıyordu.Efendisinin odaya girdiğini fark edince ayağa kalktı ve yerlere kadar eğilerek selam verdi. Sepa, genç adamla ilgilenmeden, çalışma masasının başına geçti. Atas, duruşunu dikleştirdi ve efendisine baktı. Her ne kadar ona bakmaya çekinse de, bu kez efendisinde farklı bir şey hissetti. Bunu anlayabilecek kadar uzun süre çalışmıştı onunla. Efendisi normal bir insandan biraz daha uzundu. Ancak boyuna nazaran çok sıskaydı. Siyah cübbesinin üzerindeki beyaz teni, beline kadar inen siyah saçlarıyla garip bir ürperti hissettiriyordu. Üstelik gözlerindeki sinsi ışıldama, en soğukkanlı insanı bile etkilemeye yetecek cinstendi. Sepa, masanın üzerinde bulunan kalınca bir kitabı kaldırıp arkasındaki rafa yerleştirdi. Defterler, kitaplar, haritalar, bütün oda bir kütüphaneyi andırır cinstendi. Sepa, gözlerini ayakta dikilen ve merakla ona bakan yaverine dikti.
“İnbarricare* için belirlenen koşulları temize geçtin mi?”
“Evet efendim!” dedi Atas bakışlarını ürkekçe yere çevirerek.
“Oku!”
Efendisinin emri kanını dondururcasına tüm bedenine hükmetti. Gönderilmek için hazırlanmış parşömeni alıp emredileni yaptı. Okumayı bitirdiğinde, efendisinin gözlerine bakacak cesareti kendinde bulamıyordu. Ufacık bir hatanın, kellesine mal olacağının farkındaydı. Sepa, yüzünde hiç bir ifade belirmeksizin koltuğuna oturdu. Karşısında sessizce ondan gelecek hükmü bekleyen genç adama baktı. Kollarını göğsünde bağladı, çenesini elinin işaret ve baş parmağının arasına alıp, yaverinin döktüğü ecel terlerini keyifle izledi.
“Bir ekleme daha yap!” Atas efendisinin lafıyla, kuş tüyünü kaptı ve mürekkebe batırdı. Yaşadığı rahatlık yüzünden neredeyse dizlerinin bağı çözülecekti. Efendisinden gelecek yeni emirleri parşömene eklemek için bekledi. Masanın üzerinde, garip bir madenden yapılmış, elmastan kefeleri altın zincirle bu madene bağlanmış ve üzerinde altın işlemeli geometrik şekiller olan bir terazi bulunmaktaydı. Sepa, yanındaki keselerden birine avucunu daldırdı; “Bir ölçek buğday bir dinara…” dedi, kefelerden birini avucundaki buğdayla doldururken. Bu bitince avucunu başka bir keseye daldırdı ve diğer kefeyi doldurmaya başladı “Üç ölçek arpa bir dinara. Ama zeytinyağına, şaraba zarar verme!”
Atas efendisinin sözlerini yazmayı bitirdi ve parşömendeki mürekkebi kurutmak için üzerine pudra serpti. O bunları yaparken odanın kapısı bir anda açıldı ve içeriye en az kardeşi kadar ürkütücü olan İsre girdi.
“Nihayet gelebildin!” dedi Sepa kardeşine. Sonra da Atas’a döndü ve gözlerini kısıp genç adama buyurdu:
“Parşömeni ait olduğu yere ulaştır! Derhal yola çık!” Genç adam, emredileni yapmak için, yerlere kadar eğilerek selam verdikten sonra odadan çıktı ve iki kardeşi yalnız bıraktı.
“Bakıyorum da, bu genç diğerlerinden daha dayanıklı çıkmış!” dedi İsre sırıtarak.
“Öyle! Her ne kadar hata yapması için bekliyor olsam da; ilginç bir şekilde beni şaşırtmayı başarıyor!” dedi Sepa kardeşine bakmadan. İsre masanın önündeki boş sandalyeye oturup, ayaklarını masanın üstüne attı.
“Sen ve senin prensiplerin! Birinin canını almak için illaki bir nedenin olmak zorunda değil! İstersen ben memnuniyetle bunu yaparım kardeşim!” İsre gözleri açlık bürümüş şekilde Sepa’ya dikti.
“Senin aksine, ben işimi kağıt ve kalemle görüyorum! İkimizin ayrıldığı nokta tam da bu! ” İsre kardeşine baktı. Ondaki soğukkanlılık ve sakinlik deli edercesine huzursuzluk yayıyordu. Sepa sakin şekilde konuşmaya devam etti: “Eğer olur da bir gün hata yaparsa, onu seve seve sana gönderirim!”
“Beni neden çağırttın?” dedi İsre. Sepa, dudakları istemsizce ve büyük bir keyifle iki yana uzadı.
“Onu bulduk!” dedi kardeşine. İsre bir anda ayaklanıp kardeşine soran gözlerle baktı.
“Neyi buldunuz!?” Kardeşine tepeden bakıyor bir cevap bekliyordu. Sepa oturduğu yerden, kardeşine dikti gözlerini. Sırtını koltuğuna yasladı. Çenesini parmaklarının arasına aldı.
“Dördüncü Mühür!”
–3–
Yağmur artık durmuş, yıldızlar dağılan bulutların arasından kendilerini göstermeye başlamıştı. Yasef bakışlarını yukarıya çevirdi. Dağılan bulutlar yavaş yavaş hareket ediyor, yıldızların ışığı daha da güçleniyordu. Yasef derin bir nefes aldı. Gözlerini kapadı. Aldığı nefesi verirken gözleri yavaşça açıldı. Bulutlar dalgalanıyor, hızlanıp yavaşlıyor, rüzgarda savrulan duman kütlesi gibi her tarafı kaplıyordu. Kulakları, insanların çığlıklarıyla doluyordu. Kılıçlar çınlıyor, kalkanlar parçalanıyor, etrafı alevler içinde yanıp tutuşuyordu. Ceset yığınlarının arasında bilinçsizce yürüyordu Yasef. Kulağında yankılanan sesi takip ediyordu. Cılız bir kadın sesi onu çağırıyordu. Yasef sesin geldiği yöne doğru ilerliyordu. Önünde alevlere teslim olmuş bir ev cayır cayır yanıyor, ses evin içinden ona sesleniyordu. Yasef, korkuyla dolan yüreğini dizginlemeye çalışıyor, istemsizce eve yaklaşıyordu. Yanan evin kapısı açılıyor, diri diri yanan bir kadın elini uzatarak ondan yardım istiyordu. Yasef, çaresizliğin acısıyla elini kadına uzatıyor bir yandan da adını sayıklıyordu. “Hebbe…Hebbe…Hebbe!”
Yasef gözlerini açtı. Dökülen yaşlarını elinin ayasıyla silip yıldızlara tekrar baktı. Caddeden gelen toynak sesleriyle, kapüşonunu başına geçirdi ve at arabasına binmek için ayağa kalktı.
“Bu üç!”
Yasef, at arabası sokağın önünden geçerken, seri bir hareketle açık kapıdan içeriye daldı. İçeride, siyah cübbesinin içine sığınmış iri yapılı biri oturuyordu. Yasef çabucak aracın kapısını kapattı ve aracın içi bir anda karardı.
“Ben de seni bekliyordum üstat Yasef.” dedi siyahlı. Duruşunu dikleştirmiş, yüzünü Yasef’e dönmüştü. Ağır hareketlerle, başını örten kapüşonunu kaldırdı. “Hoş geldin! Ustamız seni bekliyor!”
“Hoş bul…” Yasef, lafını bitiremedi. Karşısında neşeyle gülümseyen, süt beyazı yüzüne kızgın ateş gibi dökülen kızıl saçlarıyla, ona bakan adamı görünce, olduğu yerde donup kaldı.
“İsre!” Yasef tam arabadan çıkmak için hamle yapmıştı ki, İsre seri bir hamleyle onu ensesinden yakaladı ve midesine güçlü bir yumruk indirdi. Nefesi kesilen Yasef, arkasındaki koltuğa devrildi ve dünya karardı.
KRAL
Büyük bir gürültüyle açılan taht salonunun kapısı, odanın içindeki herkesin dikkatini o yöne çevirdi. General İsre, yakasından tuttuğu bir adamla kapının önünde dikiliyordu. Saray erkanının şaşkın bakışları arasında, kendisine açılan dar koridordan adamı sürükleyerek tahta doğru ilerledi.
“Sevgili kardeşim…eee…yani kral hazretleri…” dedi tahtın önünde alaycı bir reveransla “…lütfen hediyemi kabul buyurun!” sert bir hamleyle yakasından tuttuğu genç adamı, Kral Ais’in ayaklarının dibine fırlattı. Yuvarlanan adamın bedeni, kıpırtısız halde Ais’in önünde boylu boyunca uzanıyordu.
” Yasef!” diye bağırdı, tahtın yakınlarında, iki muhafızın tam ortasında, zincirlere bağlı yaşlı bir adam. Ais tahtından kalkıp odayı gözleriyle inceledikten sonra herkesin çıkması için bir el hareketi yaptı ve koca salon, ürkmüş güvercinler gibi dağılıverdi.
* * *
Dünya dans ediyordu. Bulanık görüntüler eşliğinde, müziksiz bir meyhanede, sessizliğe eşlik eden bir rakkase gibi dönüyordu dünya. Gözleri puslu görüntüleri seçmeye çalışıyordu. Yükseltide oturan bir adam gördü gözleri ve hemen yanında dikilen ince uzun birini. Dünya dans ederken, kulağına gelen uğultulara doğru çevirdi kafasını. Kızıl zırhıyla ayakta duran birini ve ayaklarının dibinde çaresizce diz çökmüş yaşlı bir ihtiyarı gördü. Elleri ve ayakları zincirle bağlı adam yetmişlerinde gibiydi. Desteği olmadan zar zor ayakta kalabilecek bu adamın yüzünden kan akıyordu. Görüntüler giderek netleşmeye,sesler anlamlı hale gelmeye başlamıştı.
“Sonunda kendinize gelebildiniz üstat Yasef!” dedi Ais. Tahtında oturuyor, dizlerinin üstünde doğrulan genç adamı dikkatle izliyordu.
“Neredeyim ben?” diye sordu Yasef.
“Lütfen kendinizi fazla yormayın. Zira, kardeşimin elinden bu şekilde kurtulmanız bile mucize sayılır! Öldürmeye karşı ilginç bir meyli var.”
Yasef, önce karşısında oturana baktı. Dünya dönmeyi bırakmıştı, sesler her ne kadar derinden geliyormuş gibi duyulsa da, gözlerinin netliğini geri kazanmıştı. Adam bütün ihtişamıyla tahtında oturuyordu. Kral olmasına rağmen, tepeden tırnağa beyaz bir cübbeye bürünmüştü. Adamın kıyafeti, elleri, yüzü, omuzlarına düşen dalgalı saçları, baştan aşağı her yanı beyazdı. Kafasında mermere benzeyen bir madenden yapılma, üzeri altın işlemelerle donatılmış bir taç vardı. Tahtın hemen arkasında, duvarda, yine taçla aynı madenden yapılma, üzerinde altın işlemeli geometrik şekiller olan bir yay asılıydı.
“Sen…” dedi Yasef hayret dolu gözlerle, İsre’yi ve ayaklarının dibinde çaresizce oturan ustasını görünce lafı boğazına düğümlendi.
“Ah, evet! Üstat Zeyf’in de burada olduğunu fark ettiğinize göre artık konuya girebiliriz.” dedi Ais ayağa kalkarken. Kendinden emin, yavaş ve zarif adımlarla yürüyor, bakışlarını Yasef’ten ayırmıyordu. Yasef, kralın ayaklarının çıplak olduğunu – bütün bedeni gibi onlar da beyazdı – ancak o zaman görebilmişti. Onu tanımasa, hayatı boyunca gördüğü en zarif, en kibar ve dünyadaki en huzurlu adam olduğuna bahse girebilirdi.
” Sizi takdir ediyorum üstat Yasef! Gerçekten! Mücadelenizi takdire şayan bulduğumu belirtmem gerek!” Ais, zarif yürüyüşüne devam ediyor, Yasef’in etrafında daire çiziyordu.
“Nasıldı o tabir?…Hah! “İltifat marifete tabidir!” derler. Dürüst olmak gerekirse, tılsımı çalmayı başarmanız bile başlı başına övgüye değer!” diyerek, kardeşi İsre’ye kimsenin fark edemediği küçümseyici bir bakış fırlattı. İsre, sanki bir dağın altında kalmışçasına ezilip büzüldü.
Kendini toparlayan Yasef, kısık sesli bir kahkaha patlattı. Ancak hemen arkasından gelen öksürük nöbeti kahkahalarını yarıda kesti.
“Kardeşini kandırmak bir çocuğun elinden oyuncağını almaktan daha kolaydı!” dedi gözlerini İsre’ye dikerek. Küçücük bir isyan söylentisi bile gözünün kan bürümesine yetti.” Yasef, avıyla oynayan bir kedi gibi eğleniyordu. ” Öldürmeye karşı ilginç bir meyli var!” İsre, Yasef’in gözlerindeki küçümseyici bakışı yakaladığında, eli kılıcının kabzasına seğirtti ve öne doğru bir adım attı. Ais’ onu durdurmasaydı Yasef son sözlerini söylemiş olacaktı.
” Düşmanının en güçlü yanı, aynı zamanda en büyük zaafıdır!” dedi Yasef, Ais’e dönerek. Gözlerini krala dikti, küçümseyici bakışları nefret dalgasına dönmüştü. Ais, tam karşısındaydı. Kralların kralı Ais. Halkını katleden, karısını öldüren, girdiği ülkelere, insanlara; acı, sefalet, kıtlık ve savaş getiren Ais.
“Zeki bir adamsın üstat Yasef!” dedi kibar bir şekilde, tek dizinin üstüne çöküp, gözlerini, nefretle ona bakan Yasef’e dikerek. “Ancak pek de akıllı sayılmazsınız! Usta Zeyf, tılsımı çalmanız için sizi yolladığında, gerçeği size söylemediği kanısındayım. Haksız mıyım?” Ais, cevap beklercesine gözlerini ustasına çeviren genç adamı süzdü.
“Dur ben seni bu zahmetten kurtarayım! Açıkçası böyle bir şeyi öngörmemiş olsam bile, sanırım, bunu hak ediyorsun üstat Yasef! Dünya tarihinin en önemli olayına şahit olmak ister misin? Bütün sorularının cevabını bulmayı istemez miydin? Tılsımın neden kıymetli olduğunu, halkının neden katledildiğini? Hebe’nin, karının neden öldüğünü bilmek istemez miydin Yasef?”
Bakışlarını yere indiren Yasef’in boğazında bir şeyler düğümlendi. Eski anılar zihnine hücum etti. Bütün şehir yanmış, insanlar kılıçtan geçirilmişti. Yanan evinden çıkan karısı alevler tarafından sarılmıştı. Cansız bedeni gözlerinin önünde yere devrilmişti. Yasef dökülen göz yaşlarına aldırmadan, başını yerden kaldırdı, Ais’in gülümseyen suratına, genzinde düğümlenen tüm balgamı tükürdü. Ais, kılıcına davranan İsre’yi eliyle durdurup sakin bir şekilde ayağa kalktı. Kardeşi Sepa’nın getirdiği bezle yüzünü sildi.
“Sanırım bu evet demek!” dedi ve bir baş hareketiyle İsre’ye işaret verdi. Yasef daha ne olduğunu anlamadan, Zeyf’in cansız bedeni yere devrildi. Yasef çığlık atarak kalkmaya yeltendiğinde, İsre bir anda Yasef’in yanında belirdi, diziyle midesine sert bir darbe indirdi. Darbenin etkisiyle, ciğerlerindeki tüm havayı boşaltan Yasef yere çöktü. Gözlerinin görebildiği tek görüntü, cansız halde uzanan ustasının bedeniydi ve sonra dünya yine karardı.
—-4—-
Yasef gözlerini araladığında, sırt üstü uzanıyordu. Bedeni ağırlaşmış, sanki koca bir boğa üstüne oturmuştu. Bulunduğu ortam loş ışıkta zar zor seçiliyordu. Neredeyim? diye geçirdi içinden. Başı dönüyor midesi bulanıyordu. Kalkmak için hamle yaptı ancak, midesinin bulantısı bir anda koca bir darbe indirince, vücudunu saran acıyı önemsemeden, yan tarafına dönüp içindeki her şeyi istemsizce boşalttı. Hemen yanındaki küçük kanal, Yasef’in mide artıklarını taşıma görevini üstlenmişti bile. Canı yanıyordu. Elleri ayakları, tüm gövdesi sebebini bilmediği bir yanma hissi taşıyordu. Her kımıldadığında, acısını duyumsuyor ancak önemsemiyordu. Yasef, bulunduğu yeri çevreleyen pis kokuyu ancak o zaman duyumsadı, eliyle ağzını ve burnunu kapattı. Koku o kadar ağır ve iğrençti ki, midesi her nefes aldığında tekrar tekrar kasılıyor, sanki içinde kalan havayı dışarı atmak istiyordu. Yasef etrafına baktı. Tünel gibi bir yapının içindeydi. Tam ortadan küçük, kokunun asıl kaynağı olan, koyu kahverengi ve balçığımsı bir sıvı akıyordu. Az önce midesini boşalttığı bu kanal, tünel boyunca ilerliyordu. Kanalın kenarında, fareler cirit atıyor, gözlerini Yasef’e dikmiş, kurbanının ölmesini bekleyen leşçiler gibi bekliyorlardı. Yasef başını kaldırınca tavandan süzülen ince güneş ışıklarını fark etti. Tünel boyunca belli aralıklarla, güneş ışıkları tavandan içeriye süzülüyor, etrafı loş bir ışıkla aydınlatıyordu. Yasef baş dönmesinin geçmesini umarak, ayağa kalkmak için yeltendi, ancak dengesini kaybedip tekrar yere yığıldı. Başı dönüyor, midesi bulanıyor, halsizlik bütün vücudunda cirit atıyordu. Ayağa kalkamayacağını anlayınca, doğrulup sırtını duvara dayadı ve ayağındaki zincirleri ancak o zaman fark edebildi. Yasef, ayaklarından duvarın en yüksek kenarına çakılmış bir çiviye zincirlenmişti. Elleriyle zinciri tutup çekiştirdi ancak, bedenindeki acı bir alev dalgası gibi saldırınca bundan vazgeçti. Yasef başını kollarının arasında alıp dizlerine kapandı. Ne kadar zamandır buradayım? Hatırlamaya çalış! En son Ais’in taht salonundaydık. Ben, Ais, İsre, Zeyf…Zeyf! Anılar Yasef’in zihnine hücum etmeye başladı. Akşam vakti sokaklarda, yağmurun altında koşuyordu Yasef, bir sokağın köşesinde, binmesi gereken arabayı bekliyordu, İsre onu yakalamıştı, Ais’in taht salonunda ustası zincirlenmişti…”İsre…onu öldürdü!…Usta Zeyf…öldü!” Yasef, gözlerinden dökülen yaşları engellemek için çabalamadı bile. Karısını kaybettikten sonra, babası gibi gördüğü tek dayanağı artık yoktu. Anılar zihnine hücum etmeye devam etti. Bir hücrede uyanmıştı Yasef, sonra İsre’yi gördü, adam onu oradan çıkarıp, sarayın terasında, Ais’in yanına götürmüştü. Yasef, duyduğu hınçla avuçlarını sıktı ve tam o anda ellerinden yayılan korkunç bir acı tüm bedenine hücum etti. Acı öylesine güçlü ve ani vurmuştu ki, Yasef neredeyse bayılacak gibi olmuştu. Derin derin soluyan Yasef, loş ışıkta elini göremeyince, biraz ileride, tavandan dökülen ışık huzmesine doğru seğirtti, her hareketinde canı acıyor, sanki bitmeyen bir işkenceye maruz kalıyordu. Nihayet ışığa yaklaşınca gördüğü manzara Yasef’i dehşete düşürdü. Sağ eli, parmaklarının ucundan dirseğine kadar kararmıştı. Kömürleşinceye kadar yanmış bir oduna benziyordu. Baş parmağının kökündeki bir yaradan, irin ve kan boşaltıyordu. Az önce duyduğu ani acının sebebini şimdi anlamıştı Yasef. Diğer eline bakınca, Yasef’in dehşeti daha da arttı. Elinin ve bütün kolunun üzerinde yaralar, kabarıklıklar vardı. Parmaklarının ucu kömür gibi kararmıştı. “Ne oldu bana?” diye sordu göz yaşları içinde. “Bunu bana kim yaptı!?” diye bağırdı tünelin içinde. Zihni sorusuna cevap verircesine, tüm anılarla hücum etti Yasef’e ve genç adam, hayretler içinde, şehrin kanalizasyon tünelinde, onlarca farenin yoldaşlığına mahkum kaldı.
CELLAT
Yasef, dermansız bir halde, zar zor ayakta durabiliyor, yine de onu çeken ipin gücüne engel olamıyordu. İpin öteki ucunda bulunan İsre, büyükçe bir kapının önünde durdu. Kapı, tıpkı İsre’nin kılıcının kabzasıyla aynı madenden yapılmıştı. Üzerinde altın işlemeli, geometrik şekiller, noktalar çizgiler dolanıyordu. İsre, kapının tam ortasında bulunan el izine elini yerleştirdi ve kapı kendiliğinden açıldı. Kapının ardında, yukarıya doru çıkan, sarmal bir merdiven vardı. İsre ve tutsağı merdivenden tırmanmaya başladılar. Yasef bir kulede olduğunu tahmin etti. Ne yapacaklar? Beni aşağı mı atacaklar? diye geçirdi içinden. Sonra aklına ustası Zeyf geldi. Yaşlı adamın cansız bedenini hatırladı. Bir hüzün dalgası yüreğini okşayıp geçti. Güçlü olmalıyım! Pes etmemeliyim! Şimdi değil!…
” Ve işte geldik!” dedi İsre, düşüncelerine gömülen Yasef’i uyandırmak için. Yasef başını kaldırınca, tavandaki bir parçanın hareket ettiğini gördü. Kapağın hareketiyle birlikte, içeriye loş bir ışık doldu. Belli ki gün kararmış, akşam olmaya başlamıştı. Bir kaç adım sonra, Yasef, Kral Ais’in sarayının çatısındaydı. Ve az önce açılan kapak, şimdi yavaşça kapanıyordu. Zemin, buraya çıkmak için açılan kapı gibi, altın işlemeli şekillerle doluydu. Bulunduğu nokta, dört ayrı yolun merkeziydi. Merkezden başlayan, doğu, batı, güney ve kuzeye doğru yönelen her bir yol, daire şeklindeki bir yükseltiyle birleşiyordu. Merkez ile bu daireler arasındaki mesafe on-on beş adım kadardı.
“Hoş geldiniz, üstat Yasef!” dedi Ais, doğu yönündeki yükseltinin üstünden. Yasef Ais’e baktı, sonra da gözlerini diğer dairelerde gezdirdi. Güney dairesinde Sepa dikilmiş duruyordu. Yasef kuzeye baktı. Ona eşlik eden İsre, kuzey dairesine yürüyordu. Bakışlarını batı yönündeki daireye çevirdi, ancak o daire boştu. Anlamsız ve boş gözlerle Ais’e bakan Yasef, Neden burada olduğunu çözmeye çalışıyordu. Bütün bunların anlamı ne? Ais’in amacı ne? Dört yükselti ve dört yön, Ais, Sepa, İsre üç kardeş…..Tılsım! Gözlerindeki şaşkınlığı gizlemeden batıdaki daireye tekrar baktı Yasef. Yerde parlayan nesneyi gördüğünde, Ais’in amacını anlamıştı. “Tılsım!” dedi Ais’e dönerek.
“Ah evet. Sanırım o tılsımın benim için neden bu kadar değerli olduğunu kavrayabildin!” dedi Ais’ sakin ve kibar bir şekilde.” Dördüncü kardeşimiz birazdan bize katılacak üstat Yasef! Ve sen, Yasef, bütün gösteriyi, ilk sıradan izleyeceksin. Aslına bakarsan bunun için kendini şanslı bile sayabilirsin. Herkese nasip olmayacak bir hediye bu!” Yasef dikkatli gözlerle etrafına baktı. Sonra da Ais’in omzunda asılı olan yay dikkatini çekti. Sepa elinde bir terazi tutuyor, İsre kılıcının kabzasını iki eliyle sarmış, ucunu yere değdirerek bekliyordu.
“Vakit geldi!” dedi Sepa, kardeşi Ais’e bakarak. Ais başıyla onayladı ve kollarını yavaşça iki yana açarak büyü benzeri sözler mırıldanmaya başladı. Sırasıyla Sepa ve İsre’de ona katıldı ve üçü birden tek bir ağızdan aynı sözleri söylemeye koyuldular. Yasef hala anlamsızca onlara bakarken, hava iyice kararmaya başladı. Yasef gök yüzüne bakınca yarısı Ay tarafından yutulmuş Güneşin hala orda asılı olduğunu fark etti. Ustası Zeyf’in sözleri tekrar zihninde çınladı. Güneş tutulmasından önce onu bize getir Yasef! Ais’in sırrını bize getir! Yasef neler olup bittiğini kavradığında artık çok geçti. Güneş tutulması gerçekleşiyor Ais’in sırrı açığa çıkıyordu. Bunu durdurabilmek için yapabileceği tek şeyi yapmaya karar verdi. Karşısında savunmasız halde transa geçen Ais’i aşağı itmek. Eğer bunu başarabilirse her şeyi durdurabileceğini düşünüyordu. Var gücüyle koşmaya başlayan Yasef, bir kaç adımda Ais’in dibine kadar geldi. Bütün gücüyle Ais’in üstüne atıldı. Fakat, görünmeyen bir güç Yasef’i geri tepti ve geldiği noktaya taklalar atarak geri döndü. Aldığı darbenin şokunu üstünden atmaya çalışarak ayakları üstüne dikildi. “Pes etme! Sakın pes etme! Şimdi Değil!” diye bağırıyor, bir yandan da ters yöne batıdaki dairede savunmasız duran tılsıma doğru koşuyordu. Tam tılsıma ulaşıp elini atacaktı ki, kulakları yırtarcasına gökten düşen tiz bir çığlık Yasef’i durdurdu. Dizlerinin üstüne çöken Yasef, kulaklarını kapatıp, yüreğine dehşet salan sesi engellemeye çalışıyordu. Çığlık öylesine ürkütücüydü ki, Yasef, son kalan gücüyle merkeze doğru sürünüyor, tılsımdan uzaklaşıyordu. Merkeze geldiğinde, çığlık sona erdi ve hemen arkasından yürekleri titreten bir gök gürültüsü gökyüzünü yardı. Ay güneşi tam olarak yuttu ve Dünya karanlığa büründü.
Batı ufkundan bir ışık belirdi. Hemen arkasından koyu gri bir duman bulutu bütün ufuk çizgisini doldurarak, merkeze doğru geliyordu. İnce bir çizgi gibi görünen bulut, her geçen saniye yaklaşıyor, yaklaştıkça daha da büyüyordu. Bulut kümesi iyice yaklaştığında, içinde insan silüetlerinin bulunduğu bir keşmekeş halini alıyordu. Yasef kendisine yaklaşanın bulut değil, ölülerden oluşan bir ordu olduğunu görünce dili tutuldu. Konuşmak istiyor ancak yaşadığı şok yüzünden ağzını bile açamıyordu. Yerden beş adam boyu yüksekte duran ordu şimdi terası boydan boya çevreliyor bir daire içine alıyordu. Ordudakiler, ruhsuz, duygusuz anlamsız gözlerle Yasef’e bakıyordu. Derken dört nala koşan bir atın sesiyle Yasef bakışlarını tekrar batıya çevirdi. Ölülerin açtığı koridordan soluk gri renkli bir at çıkageldi. Binicisi atın üstünden inip, yükseltiye adım atar atmaz, elinde tıpkı diğerlerinin olduğu gibi beyaz bir madenden ve altın işlemeleriyle süslü büyükçe bir orak belirdi. Yeni gelen orağın sapını yere vurunca, at ve ölüler ordusu, üflenerek sönen mumun dumanı gibi dağılıverdi. Yasef yaşadıklarına inanamayan gözlerle yeni gelene baktı. Uzun boylu,ince yapılı biriydi. Herkesten farklıydı. Canlı değil! diye söylendi içinden Yasef. Teni diğerlerininki gibi beyazdı ancak rengi çok soluktu. Üzerine giydiği zırh, İsre’nin giydiğinden farklıydı. Çürümüş ve ölmüş bir metal yığınıydı. Miğferini yarısı eksikti. Ve bu eksiklikten ortaya çıkan yüzün tamamı çürümüştü. Ayakta duran bir ceset gibiydi.
Ais ve diğerleri yeni geleni karşılamak için merkeze doğru ilerlediler. Yeni gelen bakışlarını Yasef’ten ayırmıyordu.
“Nihayet!” dedi Ais, yeni gelene bakarak. Ellerini arkada birleştirmiş sakince duruyordu. Sepa, yeni gelene baktı.
“Uzun zaman oldu kardeşim!” dedi soğukkanlı ve kendinden emin bir şekilde. Yeni gelen iğreti bir gülümsemeyle karşılık verdi kardeşine, ardından İsre’ye baktı ancak bir şey söylemeden bakışlarını tekrar Yesef’e çevirdi.
“Demek, insan dedikleri bu!” dedi, hırıltılı ve gırtlaktan gelen sesiyle. Her bir kelimesi Yasef’in tüylerini diken diken ediyor, yüreğine ölüm korkusu yayıyordu. Yasef elinde olmadan, kekeleyerek sordu:
“K…kii…kimsiniz siz? Nesiniz?”
“Ah özür dilerim! Benim hatam!” dedi Ais, nazik ve ılımlı şekilde. Yaşanan ana olabildiğince tezat oluşturarak devam etti tüm sakinliğiyle:
“Üstat Yasef! İzin verin sizi tanıştırayım! Kardeşimiz Sit!” dedi eliyle kardeşini göstererek. Sit, Yasef’ iğreti bir gülümsemeyle selam verdi.
” Sit. Kardeşim! Üstat Yasef ile tanış! Kendisi cesur ve Dördüncü Mührü bizden çalacak kadar aptaldır biridir!” Ais durdu. Şaşkın gözlerle, Sit’ten gözlerini ayıramayan Yasef’e baktı. Eğer Yasef bu bakışı yakalayabilseydi, Ais’in gözlerinde alaycılıktan ziyade, kendisine duyduğu hayranlığı görebilirdi.
” Sanırım tılsımın önemini artık kavrıyorsunuz üstat Yasef! O tılsım, kardeşimin buraya gelebilmesi için gerekli olan tek anahtardı! Bir insanın onu çalmaya çalışması öngörmediğimiz bir durumdu. Açıkçası buna hem şaşırdım hem de takdir ettim. Siz insanların içindeki yaşam arzusu, her şeyi yaptırabiliyormuş meğerse! Sanırım sizde en çok hayranlık duyduğum kısım tam da bu! Ölümü hak etmenize rağmen, yaşamı da hak ediyorsunuz! Eğer bir önemi varsa söyleyeyim, dünya üzerinde o tılsımı bizden alabilecek tek bir güç bile yok! Olması gereken ne varsa olması için olacaktı zaten!” Ais durdu. Bir an için gözlerini gökyüzüne, güneşe çevirdi. Bakışları güneşin de ötesinde, başka bir yere bakıyordu sanki. Derin bir nefes aldı. Sonra yine Yasef’e döndü:
“Sanırım birlikteliğimizin sonuna geldik üstat Yasef!” dedi duygusuz bir ses tonuyla. Yasef, Ais’e ve diğer üç kardeşe baktı. Şahit olduğu onca şeyden sonra öleceğini anlamak için az da olsa aklı kalmıştı. Çaresizliğe teslim olmadan önce, son kez döküldü kelimeler ağzından:
“Kimsiniz siz?” Sit düşünceli gözlerle Yasef’e yaklaştı. Gözleri, Yasef’inkilerle birleşince, eliyle adamın çenesini kavradı ve açmaya zorladı. Yasef direnmeye çalışsa da, Sit’in emreden gözleri direncini kırdı ve Yasef ağzını açtı.
“Bu…”dedi Sit, iğreti gülüşünü tekrarlayarak “…benim sana armağanımdır üstat Yasef. Ben ona Kara Ölüm diyorum!” sözleri biter bitmez Sit’in ağzından çıkan, içinde siyah noktacıkların bulunduğu, ince, yeşil bir duman kütlesi Yasef’in ağzından ciğerlerine doldu. Yasef aldığı son nefesle birlikte ölümün bedenine yayıldığını hissetti. Bütün bedeni, soluklaşmaya başladı. Sit, kardeşi İsre’ye döndü. Hırıltılı sesiyle söylediği kelimeler, İsre’nin bile titremesine sebep oldu.
“Üstat Yasef’i, ebedi istirahatgahına götür. Öyle ki; cesedi çürümeden, fareler ve haşerelere yem olabilsin!” Sit Ais’e döndü. “Bir kaç haftaya kalmaz, bu şehirdeki herkes Kara Ölüm’ün esiri olacak!” Ais, başını yana eğip onayladı, yavaşça Yerde yatan Yasef’in başucuna geldi. Dizinin üstüne çöktü. Hayrete düşmüş bir yüz ifadesiyle gökyüzüne bakan adamın elinden tuttu. Diğer elini adamın anlına dayadı. Yasef, bakışlarını Ais’e çevirdi. Ais’in gözlerinde beklediği bakışı yakalayamadı Yasef. Gördüğü şey çok daha erdemli bir şeydi. Ais adamın kulağına eğilip, nazikçe fısıldadı:
“Eğer yapabilirsen üstat Yasef…eğer yapabilirsen…beni affet! Tüm insanlık adına…affet beni!” Ais, hızlıca Yasef’in yanından ayrılıp, İsre’nin onu götürmesine izin verdi. Sepa, İsreyi takip etmek için yeltenirken, Sit’e saygıyla bakıp yanlarından ayrıldı. Ais, yüzünü şehre döndü ve terasın kenarından şehre baktı.
“Demek böyleymiş…” dedi, boğazına düğümlenen şeyin sızısıyla.
“Ne?” diye sordu, kardeşinin yanına gelen Sit. Kardeşindeki bu tavrın sebebini anlamaya çalışarak.
” İnsan olmak!” dedi Ais kardeşine bakmadan. Bakışlarını, güneşe ve ondan da ötesine çevirdi. Gözlerinden boşalan yaşlara engel olamıyordu.
“Şimdi anlıyorum…Onların neden bu kadar kıymetli olduğunu…Anlıyorum!” Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme gelip geçti. Bakışlarını Sit’e çevirdi;
“Nasıl bir şey?” diye sordu kardeşine. “Hiç bir şey hissetmemek, bağ kurmamak? Nasıl bir şey?”
Sit boş gözlerle Ais’e baktı. “Bilmem. Sanırım bunu anlatabilecek kelimelerden yoksunum.”
“Anlıyorum.” dedi Ais, bakışlarını şehirde gezdirerek. Sit onu yalnız bırakıp gitti. Ais, bir karar verdi. Yavaşça kollarını iki yana açtı ve insanlarla kurduğu empatiyi ortadan kaldırdı. Böylece cisim olmaktan kendini kurtardı. Bütün bedeni, ışık kümesi gibi parlamaya başlarken, başını göğe kaldırdı.
“Dilerim beni affedersin Üstat Yasef!”
-SON-
Notlar:
*İnbarricare: Ambargo kelimesinin Latince kökeni.
*Veba: Yersinia Pestis adındaki bakterinin sebep olduğu enfeksiyonlara verilen genel isim.
* Ais, Sepa, İsre ve Sit: Bu isimler Yersinia Pestis’ten türetilmiştir.
* Bu öyküde, Düdük temalı seçkide bulunan “Beklenmedik Çağrı” adlı öyküye göndermeler yapılmıştır.
Merhaba Umut 🙂
Öykünüzü okurken kumların arasında bir elmas bulmuş gibiydim. Her satırı her paragrafı her diyaloğu, kısacası hoşuma gitmeyen her şeyi temizlemeye çalışıyor geriye kendimce kusursuz bir şey çıkarmaya çalışıyordum. Uzun bir öykü ve altından layıkıyla kalkmışsınız. Metnin gözden geçirilmesi, kelime tekrarlarının, akışı bozan her şeyin ve diyalogların üzerinden geçilmesi gerekiyor. Sanırım kısıtlı bir zamanda yazdınız, merak ettim kaç günde yazdınız?
Çok güzel bir öykü evet, tam benlik bir öykü, en sevdiğim tür ve ayrı bir tat aldım okurken. Hoşuma giden yeri seçmeyeceğim zira tüm öykü çok hoştu. Eğer ben yazsam bu öyküyü bazı şeyleri şöyle yapardım:
Ünlemlerin kullanımını en aza indiririm.
Bölümlendirmeler gayet yerinde, karışmam.
İkinci kısmı öyküden çıkarmam ama bir karakterin gözüyle yediririm.
Öyküye yalnızca iki karakterin gözünden bakarım. Biri Yasef, diğeri İsre. Neden çünkü öykü fazla karışık. Konu çok geniş, aynı anda birçok olay oluyor ve tüm bunlar yorucu, bir de diğer karakterler eklenince, onların gözü işin içine girince öykü çok dağılıyor.
Belki bu kadar fazla karakter kullanmam. Yahut karakterleri bu kadar fazla diyaloğa sokmam.
Ve asla final böyle olmazdı.
Ama bu öykü size ait. Yine de harika giden bir öyküde, bulduğum mücevherde bir bere gibiydi final. Neden? Beklenmedik Çağrı’daki etki oluşmadı bende. Zaten gerek de yoktu. Üçüncü kardeş ortamı hazırlamış, dördüncü kardeş çağrılmış, Yasef’in yapacak hiçbir şeyi yok. Ölüler ordusu gelmiş, tamamdır. Dünya yok edilsin. Saf kötülükle olmayabilir bu, bir sebep verebilirdiniz kardeşlere. Belki intikam, belki çivisi çıkmış insanlığı dünyadan silme, kendi ırklarını dünyaya yerleştirme. Bilemiyorum. Aklıma bir sürü seçenek geliyor. Belki finalde anlayamadığım ayrıntılar vardı ve ben gözden kaçırdım; bu da olabilir tabii.
Öykünüzü fazla kurcaladım ama sevdiğimdem yaptım inanın 🙂 Belki bir gün ortak bir öykü yazarız seçkiye, siz de isterseniz tabii. Ellerinize hayal gücünüze sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşelim lütfen.
Merhaba Osman. 🙂
Teşekkür ederim. Yorumların için. Kurcalaman için. 🙂 Hepsinden önemlisi bu uzun öyküye ayırdığın vakit için. Ki o vaktin boşa gitmediğini bilmek beni mutlu etti. Zaten beklediğim tek şey de bu; Eksikler olabilir, kusurlar olabilir, hatalar olabilir. Bunların hepsini kabul ederim ama çöpe atılan bir vakti asla. Bu yüzden bir şeyler yazarken, okuyanların keyifli vakit geçirmesi en büyük amacım. 🙂
Gelelim zurnanın zırt dediği yere 🙂
Şunu belirtmem gerekir ki, bu benim yazdığım ilk uzun öykü. Hatta ve hatta öykü bittiğinde 5500 kelimenin üstündeydi. Kelime sınırına takıldığım için törpülemek zorunda kaldım. Daha önceki öykülerim, okuyanlara keyifli vakit geçirtmişti diye düşünüyorum. Uzun bir öyküde bunu başarabilir miyim? Bunu görmek istedim.
Vakit konusu aslında çok ilginç gerçekten. Tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki diğer öykülere ayırdığımdan daha fazla vakit ayırdım bu öyküye. Diğerlerini tek bir gecede, bir kaç saatlik periyotta yazdım. Ancak bu öyküyü bir haftaya yayıp günde bir saatimi ayırararak birer bölüm şeklinde yazdım.
Neden? Çünkü hikayenin ilk halinde Beklenmedik Çağrı’ya göndermeler yoktu. Birebir aynı zaman diliminde gerçekleşiyordu. Hatta bölümlerin başına, Önceki öyküden kısımlar eklemekti niyetim. Ne yazık ki kelime sınırı elimi kolumu bağladı. Bende içimdeki dürtüye engel olamayıp, bağlantı kuramıyorsam göndermeler yapayım dedim. 🙂 Sanırım bu da öyküdeki çentiklerin en temel sebebi oldu.
Ünlemlerin kullanımı: Sanırım burada tercihler giriyor devreye 🙂
İkinci kısmı karakterin gözüyle anlatma: Ben bu yöntemi daha çok konudan ziyade karakter odaklı bir öyküde tercih ediyorum. ( Ve çok da iyi olduğumu düşünmüyorum) Amacım heyecanlı bir hikaye anlatmaktı. Sadece küçücük bir yerde – Yasef, Ais’in yanına getirildiğinde- kullandım ki, o da salatanın içindeki dere otu gibi anlık farklı bir tat versin diyeydi. 🙂
DİKKAT: -SPOİLER–SPOİLER–SPOİLER- 🙂
Öyküye yalnızca iki karakterin gözünden bakarım: Bu noktada şunu belirteyim. Yasef benim için çok değersizdi. Hatta bütün hikayeyi dört kardeş üzerinden anlatmak istedim. Ama hani bazen yazanın isteğinin dışında öykü de bir şey ister ya sanki kendi bilinci oluşmuş gibi! Tam da öyle oldu. Bu hikayede benim için önemli olan Ais, Sepa, İsre ve Sit. Yasef sadece bir aracıydı.İnsanların o anki durumunu, anlatıcı olarak da belirtebilirdim ancak ete kemiğe bürünmesi gerekti. Yasef bu yüzden vardı. Dört kardeşten sadece birini koysaydım hikayeye, bu sefer de eksik kalacak gibi hissettim. Zira bu dört kardeş tarihte ya da kutsal metinlerde hiç bir zaman tek başlarına anılmadılar. Onları ayıramazdım. Elimden geldiğince kısa tutarak her birine farklı isimler ve bölümler adamak yine hikayenin beni zorlamasıyla oldu. Yazıyla uğraşan herkesin, yazdığına kapılması en büyük tehlikedir ya hani. Bu öykü gerçekten tarafsızlığım ve nefsimin çatıştığı tek öykü belkide. 🙂
Finalin etkisi: İşte burada çok memnun kaldığımı belirteyim. 🙂 Çünkü bu öyküde – önceki öykülerde olduğu gibi – vurucu bir final yapmaya çalışmadım. Tam aksine, terastaki son konuşmaları bile sonradan ekledim. Benim için önemli olan final değildi. Mitlerdeki dörtlünün belli bir kurguda birleşmesiydi.
Kardeşler için sebep: Hikayedeki göndermelerin, ve kardeşlerin sahip olduğu Yay, Kılıç, Terazi ve Orak (dördüncü için bir nesne belirtilmediğinden bunu uygun gördüm) yeterli gelir diye düşündüm sebep için. Bu dörtlünün sebebe ihtiyacı yok. Onlar bunu yapmak zorunda zaten. (Kutsal metinlerin yalancısıyım 🙂 )
Kurcalamak: Tek istediğim bu inanın. Yapılan yorumlara verdiğim cevaplar savunma gibi görülse de aslında, öyküleri yazarkenki düşünce yapımı açıklamaktan ibaret. Savunduğum kısımları zaten belirtiyorum. 🙂 Bu yüzden, bol bol kurcalayın. Farklı bakış açılarını bilmek bana çok şey katacak, hemen değil ama katacak buna inanıyorum.
Ortak Öykü: Yahu senin dilin ne söylüyor? Memnuniyetle! En kısa zaman yapalım derim. 🙂
Gelecek seçkiler: Bu seçki benden o kadar kolay kurtulamaz! 🙂
Çok uzun bir cevap oldu. Ancak vaktini ayıran herkese bunu borçluyum en azından. Bakalım daha ne eksikler çıkarılacak. 🙂
Görüşmek dileğiyle. 🙂
Tekrar merhaba Umut 🙂
Senden öykü değil roman olsa yine tereddütsüz okurum. Çünkü zamanımın değerli geçeceğine çoktan ikna oldum. Her ne kadar yukarıdaki yorumum olumsuz gibi dursa da ne kadar beğendiğimi anlatmaya çalışıyordum. Elmas benzetmesi de o yüzdendi 🙂 Elbette ki iki farklı beyin, iki farklı düşünce yapısı. Birçok noktada fikir ayrılığımız olabilir. Bu zaten bizi farklılaştıran, güzel, okunur, kılan. Ben sürekli karakter gözünden yazdığım için zihnim hep o tarafa meylediyor. Seni de buna yakın görüyorum.
”Finalin etkisi: İşte burada çok memnun kaldığımı belirteyim,” demişsin. Tepkine hayran kaldım 😀 Bir ara bana darılır mı acaba, diye düşünmedim değil. Aslında terastaki son konuşmalardı benim hoşuma gitmeyen, öyküye ters düştüğünü düşündüğüm. Belki sonradan eklediğindendir.
Aslına bakarsan ben yukarıdaki dörtlüyü pek tanımıyordum. Hikayeleri hakkında bilgim de yoktu. Sanıyorum ki çoğu okuyucu da bunu bilmeyecek. Beklenmedik çağrıdaki kadar güncel, herkesçe bilinen bir şey değil, o sebepten. Demem o ki yukarıdaki öyküyü çoğu kişi fantastik bir kurgu olarak okuyacak. Yine belki beni etkili bir finale iten de buydu.
Yasef benim için değersizdi demişsin. Hmmm. Demedin saydım. Her karakter değerlidir 🙂
Çok uzun ve çok kısa öykü yazmak zordur. Ortalarda öyküler nispeten daha kolaydır diye düşünüyorum. Uzun öyküde insanı hikayeye bağlamak, sonuna kadar gitmesini sağlamak ve elbette metnin belli bir düzende seyrini sağlamak gerekir. Çoğunu daha ilk denemen olduğunu söylemene rağmen layıkıyla aşmışsın. Tebrik ediyorum. (Bu arada ‘siz’leri kaldırdım ama sıkıntı olmuyordur umarım.)
”Ortak Öykü: Yahu senin dilin ne söylüyor?” kahkaha attım 🙂 Ben de en kısa zamanda olmasını umuyorum, geri çevirmediğin için teşekkürler.
”Bu seçki benden o kadar kolay kurtulamaz!” demişsin. Kurtulmasın da zaten 🙂
Kendine iyi bak 🙂
Yine selam Osman.
“Senden öykü değil roman olsa yine tereddütsüz okurum.” şımartıyorsun beni 🙂 Yapma böyle şeyler, uzun vadede böyle bir hedefim olsa bile şimdilik eksiklerimi hatalarımı keşfetme yolunda, sizlerle beraber olmak yeterli. 🙂
Dediğin gibi her karakter değerli, öyküye hizmet ettiği sürece. ‘Değersiz’ yanlış bir kelime oldu 🙂
Tekrar teşekkür ederim.
Bu arada 101. Seçki için tema belirlenince kolları sıvayalım 🙂
‘Siz-Biz’ lerin kalkmasına ayrıca memnunum.
Haydi kal sağlıcakla 🙂
101. seçki uygundur 🙂
Merhaba,
Seçkideki her öyküyü okumaya gayret ediyorum, arada yorum yapmadıklarım olsa da. Sizin öykünüze şimdi sıra geldi zira çok uzundu. Hakkıyla okumak için bu zamana kaldı.
Gelelim Osman Eliuz’la olan benzerliğinize 🙂 Öykünün ismi ve epik fantezi yazmanız… Ortak noktalarınız bol o sebeple iki kalemin birleştiği bir öykü gayet güzel olabilir fikrimce.
Öykü hakkında Osman Eliuz’un fikirlerini paylaşıyorum ki bu onun daha hakim olduğu bir tür. Epik fantezi gerek öykü gerek film, dizi vs. pek tarzım değil ama Osman Eliuz’un öyküleri film değil ama öykü hakkında fikirlerimi değiştirdi epik fantezi türünde. Çünkü gerçekten çok başarılı yazıyor. Sizin de kaleminiz gayet başarılı. Bu öykünüz uzunluk ve anlattığınız olay babında öyküden ziyade romana daha yakın. Öyküde akıcılık anlamında bazı yerlerin biraz kısaltılması daha iyi olur fikrimce.
Anlatımınız güzel. Ama öyküde fazla açıklanan karakter olması bazen handikap olabiliyor okurun dikkatini toplaması hususunda.
Osman Eliuz’dan farklı olarak şöyle düşündüm ben. Öykünün kısa sürede yazılmadığını düşündüm ki haklıymışım 🙂 Emek verilen her şey daha güzel oluyor ve bir çırpıda yazılmayan öyküler de öyle. Kalemimin niteliği tartışılır ama iyi bir şeyler ortaya koymak için azami derecede çabalıyorum. Hem yazım için hem son okumalar için acele etmiyorum ve muhakkak ki öykümü sesli okuyorum. Akıcı metinler fikrimce böyle ortaya çıkıyor; sesli okuyarak.
Böyle.
Kaleminize kuvvet.
Selam Ozbabur 🙂
Vaktini ayırdığın için ve yorumlarını eksik etmediğin için çok teşekkür ederim. Umarım vaktinizi eğlenceli kılabilmişimdir.
Sizin de belirttiğiniz gibi, Osman Eliuz’la benzerliklerimiz var. Öykünün başlığı da cabası 🙂 Bakalım nasıl bir öykü çıkacak. Ben de çok merak ediyorum.
“öyküden ziyade romana daha yakın” Ne yalan söyleyeyim, yazarken bu konudan enfes bir roman çıkacağı düşüncesine kapılmadım değil 🙂
“Kalemimin niteliği tartışılır ” Hangi çılgın bunu yapacakmış şaşarım. 🙂 Aranıza katılalı kısa bir süre oldu ancak seçkideki yeriniz bence gayet belli.
Çok teşekkür ederim tekrar.
Görüşmek üzere.
Umut merhaba,
Öyküyü birkaç kez başlayıp bırakıp dönüp tekrar okudum. Uzun öyküde hızlı olay geçişleri, karmaşık kurgu, fazla karakter… Okurken zorlandım. Novella olarak yazılsa bile uzun olacakmış belli ki.
Beğendiğim nokta karakterler bilhassa İsre ve Ais. Bir roman karakteri olsa favorim olurlardı.
Finali eleştirmiyorum. Yazar sizsiniz. Sonuç olarak zorlu ama güzel bir öyküydü. Kaleminize sağlık! Görüşmek üzere ama daha iyilerinde?
Merhaba Erdoğan.
Çok teşekkür ederim. Hem okumak için hem de eleştiri yapmak için ayırdığın vakte. İlk uzun öykü denemem ve çok güzel eleştiriler aldım. Beni daha da cesaretlendirdiniz. Bir daha ki sefere bu noktalara özellikle dikkat edip daha derli toplu bir öykü yazacağımdan şüpheniz olmasın. 🙂
Görüşmek üzere, sizler sayesinde daha iyilerinde. 😀
Umut merhaba,
Ben de birkaç kere başladım öyküne, bitirmek bir türlü nasip olmadı, biçimsel açıdan kafa karıştırıcı olsa da buna sonra değineceğim, birçok kez yarıda bırakmamın sebebi bu değildi çünkü. Ne zaman niyetlenip öykünün başına otursam bir iş çıktı, fakat çok şükür ki bu gece oturup adamakıllı bir şekilde bitirebildim öykünü. Çok küçük ve görmezden gelinebilir nitelikte eleştirilerim olacak, kafamda kalmasın diye yazıyorum.
Kalemin mükemmel öncelikle ki zaten bunun farkındasın, yazışından belli oluyor. Seçkinin genel profili fantastik olduğu için diğer öykülerdeki yorumlarımda da görürsün bunu söylediğimi (haddimi aşmamak maksadıyla sürekli belirtiyorum, yanlış anlaşılmasın), benim yabancısı olduğum diyarlar bunlar, fakat senin de aralarında olduğun birtakım yazarda bunu pek hissetmiyorum. Kaleminin gücünün farkındasın dememin sebebi de bu; yarattığın atmosfer ve evrene açık bir şekilde aitsin ki durum böyle olmasa bu tür metinlerde sıkılan ben pekâlâ ilgimi yitirirdim ve şu an bu satırları yazıyor olmazdım.
—
“Nasıl bir şey?” diye sordu kardeşine. “Hiç bir şey hissetmemek, bağ kurmamak? Nasıl bir şey?”
Sit boş gözlerle Ais’e baktı. “Bilmem. Sanırım bunu anlatabilecek kelimelerden yoksunum.”
—
Ne kadar güzel bir bölümdür şu bölüm. Ve bu sadece bir örnek ^^
İçerik açısından değerlendirme yapmak haddimi aşmak olur, o sebepten ötürü biçimsel eleştirilere geçeceğim ki hâlihazırda karakterleri, diyalogları ve evreni ne kadar iyi bulduğumu belirttim.
Erdoğan Bey’in dediği gibi karışık bir yapıya sahip öykü. Bana kalırsa (senin diğer yorumlarından da yola çıkarak) normalde olması gerekenden daha karışık olmuş. Onun da sebebi zorunluluk sanıyorum ki kırpmak zorunda kalmışsın öyküyü, belki de ilk uzun öykü denemen olmasıdır, bilemiyorum. Ama zorunluluktan ötürü ortaya çıkan bu kaotik yapı, dikkatimi çeken birkaç tane sözcük hatası (ki yazarken sürekli kontrol edilmez, lâf olsun diye diyorum bunu) ve son olarak da üç-beş fazla virgül hâricinde diyecek bir şeyim yok.
Diğer seçkide görüşmek umuduyla, esen kal ^^
Selam Çağatay 🙂 (Umarım kullandığın adı tutturmuşumdur 🙂 )
Ayırdığın vakit için ve paylaştığın fikirler için çok teşekkür ederim.
“Çok küçük ve görmezden gelinebilir nitelikte eleştirilerim olacak…” Ne demek küçük ve görmezden gelinebilir? Ne olur böyle düşünmeyin. Yazılan her eleştiri bir şeyler katacaktır. Yazdığım öykülere istediğiniz gibi eleştiri yapabilirsiniz. 🙂
“…yarattığın atmosfer ve evrene açık bir şekilde aitsin ki durum böyle olmasa bu tür metinlerde sıkılan ben pekâlâ ilgimi yitirirdim ve şu an bu satırları yazıyor olmazdım.”
Hani küçük bir çocuk kendisinden beklenmeyen bir şey yapar da, babası bundan nasiplenip gururlanır ya? Hah İşte! Ben de öyle oldum. Çok teşekkür ederim. Bunu hissettirebilmişsem ne mutlu bana 😀
“İçerik açısından değerlendirme yapmak haddimi aşmak olur…” Lütfen haddinizi aşınız! Bakın lütfen diyorum! 😀 Cidden merak ettim içerikle ilgili düşüncenizi. Paylaşırsanız ayrıca memnun kalırım 🙂
Noktalama işaretleri, yazım hataları… Ne yazık ki o kadar dikkat etmeme rağmen, gözümden kaçan yerler var. Bu konuda ne dense hak veririm. Uzun zaman ayırdığım bu öyküde olmaması gereken bir durum bu. 🙂
Kaotik yapının sebebine gelince, sanırım benim kurgu mantığımdan kaynaklı. Genel olarak en yoğun eleştiriler buradan geldi. Metin düzeyinde biraz daha sade bir kurgu tasarlasaydım sanırım daha anlaşılır olacaktı. İşte burada da, sevgili Osman’a söylediğim husus giriyor devreye: Tarafsızlığım ve nefsimin hazin sonucu 😀
Tekrar teşekkür ederim. Görüşmek üzere 🙂
Doğru tutturdun ^^
Belki de gereğinden mütevazı davranıyorum lâkin haddimi aşmamak derken kastettiğim şu; pekâlâ öykünün içine benden daha rahat girebilen, yazdığın sözcükleri kafasında daha somut bir şekilde canlandırabilen üstatlar mevcut burada ki tekrar diyorum, sen yarattığın evrenin yağmurlu sokaklarında koşmuşsun, saçların ıslanmış, başkentlerle krallarla birlikte vakit geçirmişsin, onların bir buçuk metrelik kılıçlar taşıyan şahsî korumalarını gözlemlemişsin ve bizlere aktarmışsın. Hayâl gücün ve soyut bir kavram olan hayâl gücünü kaleminle somutlaştırmana hiçbir eleştirim yok, her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Bu sebepten ötürü içeriği ziyadesiyle irdeleyemiyorum, daha doğrusu irdelemiyorum.
Tasvirlerin çok iyi, öyle ki cildî hastalıkları duyar duymaz kaşınmaya başlayan ben, yaraları, irinleri, simsiyah olmuş kolları ve bacakları görünce hafiften öğürdüm öykünde. Evet, her ne kadar nahoş bir şekilde ifade etsem de bunu, gerçekçi olmak zorundaydım bunu söylerken, affına sığınıyorum o sebepten ötürü.
Bölümlendirmeleri konuştuk, tekrar tekrar söylemeye gerek yok, elinden gelenin en iyisini yaptığına eminim bu konuda fakat dediğim gibi, belirli sınırlar içerisinde çalışınca bu tarz sıkıntılar çıkabiliyor. Yazım ve imlâya gerçekten lâf olsun diye değiniyorum, yani “hiçbir şey” yerine “hiç bir şey” yazman benim açımdan pek mühim değil, pekâlâ her ne demek istediğini anlıyorum. Ha tabi (hedef göstermek değil, kimse yanlış anlamaz umarım) baştan sona kadar fazlasıyla hatalara sahip öyküler var, onlarda durum farklı. Kaldı ki meşgûlsündür, kafan dağınıktır, işten gelmişsindir ve yorgunsundur, son derece insanî şeyler bunlar, ne kadar uğraşsan da oradan buradan çıkıyor bir şeyler.
Belirli noktalarda virgüllerin fazla kullanımı dikkatimi çekti, belki ilk cümlesinden okuyucuyu ensesinden kavrayarak içine çektiğin bu dünyada yavaşlatmak istedin, bu da mümkün. Fakat bazen kaptırmış giderken art arda gelen virgüller hızımı kesti. Bilemiyorum, belki de kesilmesi gerekiyordu 😀 Örnek olması açısından şunu bırakıyorum:
““Hoş bul…” Yasef, lafını bitiremedi.”
Ben ciddi anlamda ilgimi çekmeyen şeyleri on, bilemedin yirmi sayfadan fazla okuyamayan biriyim ki kötü bir özellik. Ve fantastik kurgu, epik hikâyeler vs. çok ilgimi çekmemekte. Seninki bir istisna, belki de bir ilk oldu benim için. Sıkılmadım, belirli yerlerde isimler ve karakter arasında kayboldum ama sıkılmadım.
Özetlemek gerekirse pek de mühim olmayan yazım, imlâ ve noktalama hataları var, virgül ve ünlemler yer yer fazla kaçmış, bunlar dışında argo tabirle yağ gibi akan bir öykü.
Tekrardan eline sağlık ^^
Tekrar merhaba Çağatay.
Ve tekrar tekrar teşekkür ederim. Ne diyeceğimi bilemeden mahcubiyetimin gölgesine sığınıyorum. 🙂
“Hoş bul…” Yasef, lafını bitiremedi.” Ne demek istediğini daha iyi anladım. Tamamen yanlış bir kullanım bu örnekteki. 🙂
“Ben ciddi anlamda ilgimi çekmeyen şeyleri on, bilemedin yirmi sayfadan fazla okuyamayan biriyim ki kötü bir özellik.” Bu konuda yalnız değilsin. 🙂 Ve evet kötü bir özellik 🙂
Görüşmek dileğiyle 🙂
Üslubunuz hiç de fena değil. Güzel bir kıvamda, kıvrak.
“Hadi ama beyler. Rahatlayın biraz. Küçük bir şakaydı sadece!” İsre kollarını göğsünde bağlayıp, öylece dikiliyordu.
Güzel bir karakterin var, savaşın gerilimindan rahatlıkla sıyrılıyor. Biraz klişeye kaçacak ama bu kötü karakterin “…bir şakaydı sadece.” Dedikten sonra biraz daha rahat davranması hikayeyi çatallayacaktır. Yani o sahneyi uzatarak okuyucuyu gerilimin içine rahatlıkla itebilirsin.
Emin olmasam da kelime sınırı seni zorlamış gibi. Yani genelde yazarlar uzatmak için sırıtan eklemeler yaparken sen rahatlıkla doldurulacak, uzatılacak ayrıntılar eklemişsin.
Elinize sağlık.
Merhaba Deniz.
Çok teşekkür ederim. Ayırdığın vakit için.
İsre konusunda haklısın. Gerilim daha da tırmanabilirdi. Bana kalsa, karakterleri tanıttığım o bölümler daha uzun olacaktı. Biraz daha derine inmek, yaptıkları -görevleri- için düşündüklerini daha iyi yansıtmak istemiştim. Ama işte kelime sınırı beni baya engelledi. Şu haliyle bile öykü benim için çok eksik. Elimden geldiğim kadarıyla bütünlüğü korumaya çalıştım.
“Yani genelde yazarlar uzatmak için sırıtan eklemeler yaparken sen rahatlıkla doldurulacak, uzatılacak ayrıntılar eklemişsin.” Bu ayrıntıların okuyanı sıkmaması ayrıca memnun etti beni. 🙂
Görüşmek dileğiyle. 🙂
Umut Merhaba.
Ancak okuyabildim. Uzun olduğundan öykün, bölünmesin diye erteleyip durdum ama hay kafama! 🙂
Ne yaptın sen yahu! 🙂 Çok beğendim gerçekten. Böyle bir şeyi değil bir ay, kırk ayda yazamayacağım için de kıskandım. Bazı imla ve yazım hataları var. Bazı bölümler fazla karışık. Ama boşversene! Yasef’in olduğu kısımları ayrıca beğendim. Giriş bir filmin giriş sahnesi gibi. Çok iyi. Daha fazla övemeyeceğim, samimiyetsiz görünecek. :)) Uzun uzadıya da yazmak istemiyorum. Yoruma harcayacağım zamanı öykünü bir daha okumakla değerlendirebilirim. Sağlıcakla..! Gelecek seçkide görüşürüz umarım.
Merhaba Cem. 🙂
Ne yapmışım ben yahu! 😀
“Böyle bir şeyi değil bir ay, kırk ayda yazamayacağım için de kıskandım.” Kıskanmak değil, gıpta etmektir o 🙂 Bunu iltifat olarak cebe atıyorum. Ama kendine haksızlık etme. Öykülerini beğeniyorum ve hiç de küçümsenecek bir kaleminin olmadığını biliyorum. 🙂
“Bazı imla ve yazım hataları var. Bazı bölümler fazla karışık. Ama boş versene!” Ben gene de boş vermeyeyim. Okur olarak bu hak bizlerde olsa da yazan olarak böyle bir hakkımız yok tabi ki 😀
“Yoruma harcayacağım zamanı öykünü bir daha okumakla değerlendirebilirim. ” Bunu hissettirebilmek benim için yeter de artar bile.
Tekrar teşekkürler. Görüşmek üzere 🙂
Merhaba, şimdilik bu seçkide okuduğum en iyi öyküydü. Tebrik ederim. Bir iki nokta vardı aklımda, ama başka bir öyküye göndermeler varmış. Yine de, başarısız dünyayı kurtarma girişimiyle ilgili daha fazla şey okumak isterdim. Üstadlar neyin peşindeydi gibi… Bir de metal kelimesi çok tekrarlanmış. Mermere benzetilirken de sanki mermer de bir metal türüymüş gibi anlaşılıyor. Ama bunlar önemsiz şeyler. Tekrar tebrik ederim.
Merhaba Şafak.
Çok teşekkür ederim. Ne yazık ki kelime sınırı beni hapsetti.
“…başarısız dünyayı kurtarma girişimi…” Bunu yansıtabilmişsem ne mutlu. Zira üstadların durumları tam da buydu. Asla başarılı olamayacakları ama anlamlı olan bir mücadele. Kelime tekrarı benim en çok düştüğüm hata. Bu konuda daha dikkatli olmam lazım.
Ayırdığın vakit için ve görüşlerini belirttiğin için tekrar teşekkürler. 🙂