II
Sıvaları dökülmüş, kapkaranlık ve nemli bir odada uyandı. Önce nerede olduğunu anlamadı, hatta kim olduğunu bile. Belki de uyumuyordu da tam o anda, uyandığını hissettiği zamanda yaratılmıştı. Yattığı saman dolu şiltede dirseklerinin üstünde doğrulunca geçmişini değilse de kim olduğunu ve vazifesini bildi.
Şiltesinde oturduğunda, bataklık çamuru gibi yapış yapış nemli odanın soğuğunu iliklerine kadar hissetti. Elini çıplak vücuduna attığında üzerinde çiy birikmiş olduğunu fark etti. Ayağa kalkmaya yeltendi, dizleri soğuktan veya bunca zamanın hareketsizliğinden titriyor, ama gittikçe güçlerini geri kazanıyordu. Bu sırada, sanki uykuya önceki gece yatmış gibi, odayla ilgili anıları da aklına geri geliyordu. Ağzındaki kanı ayağının yanına tükürdü. Yatağın başındaki masaya uzanıp kav kutusunu eline aldı, gaz lambasını mümkün olduğu kadar kısık bir şekilde yaktı. Artık hazırlanması gerekiyordu.
Odanın öbür köşesindeki masada duran kasedeki buz gibi suyla yüzünü yıkadı. Sakalı da saçı gibi karmakarışıktı. Kemikleri belirgin eliyle sakalındaki suyu sıyırdıktan sonra, yatağının ayak ucunda nizami bir şekilde katlı duran içliğine uzandı. Sert keçi yününden tek parça içlik, zırhın içinde çok fazla kaşındıracaktı.
Zırhını giymeye alttan başladı. İnce metaldan plaka zırhı tek başına giyebileceği kadar hafifti. Hareketli kısımlarının eklemleri ustalıkla gizlenmiş metal botlar simsiyahtı. Aslında zırhın tamamı aynı renkteydi ve yapıldığı metal sanki bu dünyadan değilmiş gibi görünüyor, damıtılmış gece karanlığından dökülerek dövülmüş gibi bir his yaratıyordu. Bunca siyahlığına rağmen zırh iyi perdahlanmıştı ve gaz lambasının kısık ateşinde üzerinde sanki ateşler şavkıyordu. Sade görünen göğüs zırhı ve henüz takmadığı miğfer, çok yakından bakıldığında ancak fark edilebilecek ince işlemelere sahipti. Bu kadar zor fark edilen işlemeler zırhı süslemek için değil, sadece ustalığı teşhir etmek için yapılmış olabilirdi.
Mat siyah deriden kayışını beline astı. Aynı malzemeden mamul kında ve taşan kabzada herhangi bir işçilik göze çarpmıyordu. Tek elle kavranacak kabzanın arka kısmında kalan denge topuzu ve kabzaya son veren balçak da zırhla aynı metalden dökülmüş gibi bir karanlığa ve içten gelirmiş gibi görünen şavkımalara sahipti. Kayışı beline dolayan adam kılıcını çekince her şey değişti.
Kınında sakince bekleyen kılıç, özgür kaldığı anda binlerce yılın ateşiyle yanmaya başladı. Normal gözleri belki de kör edecek kadar parlak yanan bu alev, beklenenin aksine ısı yaymıyor, kuşanan kişinin gözlerineyse etki etmiyordu. Yine de, temas ettiği her uzvu tek damla kan akıtmadan dağlayacağına şüphe yoktu.
Kılıcını tekrar kınına yerleştiren adam, miğferini koltuğunun altına alıp tek göz oda kulübeden dışarı çıktı. Güneşin doğmasına az kalmıştı, o yüzden hava olabileceği kadar soğuk ve karanlıktı. Kulübenin yanındaki daha bakımlıca ve geniş binaya doğru ağır adımlarla ilerleyen adamın zırhı, muadillerinden bekleneceğin aksine en ufak bir tıngırtı bile çıkartmıyordu. Gecenin karanlığını ödünç alan zırh, adeta sessizliğini de ödünç almıştı.
Diğer bina bir ahırdı ve adam içeri girer girmez ela gözleri parıldayan kapkara bir kedi dışarı fırladı. Ahırın diğer sakiniyse şarap alı bir aygırdı. Vücudunda tek bir al kıl bile bulunmayan aygır, büyük bir sabırsızlıkla yerleri eşeliyor, binicisinin mizacına aykırı bir tavır sergiliyordu. Miğferini mukaddes bir emanetmişçesine özenle kenara koyan binici, iş bilir bir sebatla atını eyerledi ve koşumladı. Simsiyah koşum takımının ve eyerin metal aksamı, zırhla aynı malzemedendi.
Eyerlenirken uysal duran aygır, binicisinin arkasında dışarı çıkınca tekrar hareketlendi. Adam miğferini taktı, kayışını düzeltti ve sol ayağını üzengiye koyarak zarif ve çevik bir hareketle hayvanın sırtına sıçradı. Aygır sabırsızlıkla yeri eşeliyor, burnundan sert soluklar salıyor, ama yine de binicisinin komutunu bekliyordu. Atlının mahmuzlarını aygırın böğrüne hafifçe dokundurması, ok gibi ileri fırlamasına yetti.
Atın ilk havalanan toynağı tekrar yere değdiğinde, bir çölde binlerce iki tekerli savaş arabasını çeken atlar ileri fırladı. İkincinin sesi, daha önce görülmemiş büyüklükteki topların devasa surları yıkma sesine karıştı. Üçüncü toynakla birlikte patlayan mermiler, arabası yanlış yolda seyreden adamla karısının canını aldı. Dördüncü toynak, yerden devasa bir mantar bulutu kopardı.
İkinci mühür kırılmıştı.
III
Gözüne vuran ışığın parlaklığıyla uyandı. Sanki ilk kez açılıyormuşçasına ağır hareket eden göz kapakları aralandığında, küçük odanın parlak bir ışıkla aydınlandığını fark etti. Rahat yatağında yavaşça doğrulup yatağının tam karşısındaki masada duran ışık kaynağını görünce yok olan uyku kırıntıları yerini vazife bilincine bıraktı.
Zarif bir lüksle döşenmiş odaya ışık yayan şey, yatağın karşısındaki altarın üstünde duran altın bir teraziydi. Terazinin içten gelen kızıl parıltısı, görev vaktinin geldiğini gösteren bir işaretti.
Adam, geniş odanın köşesindeki porselen su kabında yüzünü yıkadı. Kabın içindeki su ne sıcak ne soğuk, tam olması gerektiği gibiydi. Islak yüzünü havlusuna sildikten sonra usturasına uzandı. Bilenmeye ihtiyaç duymayan altın ustura, kısa sürede adamın kıvırcık ve karışmış sakallarını tıraş etti, sonra şimşir tarağıyla saçlarını taradı.
Altarın yanında duran dilsiz uşak, kapkara bir cübbeyi taşıyordu. Pırıl pırıl aydınlanan odada karanlık kalabilen tek şey bu cübbeydi. Sanki ışıktan ve aydınlıktan özellikle mahrum bırakılarak dokunan kumaş aslında en saf ipekliden daha rahat, en kaliteli yünden daha kullanışlıydı. Kumaşın üzerindeki incecik gümüş iplikle yapılmış karmaşık ve çeşitli desenler, binlerce yıldır insanların ürettiği her tasvir üslubunun izlerini taşıyor gibiydi. Bu işlemelerin göze görünmesi çok zordu, belki de sadece ustalık göstermek için nakşedilmişti.
Çıplak vücuduna geçirdiği cübbe, sanki ikinci bir deri gibi rahat ve hafifti. Adam cübbenin başlığını geçirmeyip ensesinden sarkar halde bırakarak terazisini aldı ve odadan dışarı çıktı. Elinde ortalığı aydınlatan teraziyle kaldığı binanın yanındaki daha büyük ve süslü yapıya giren adam, karşılaşacağı yerin ihtişamını biliyor olmasına rağmen bir an ürperdi. İçeride vaktinin gelmesini bekleyen kuzguni yağız kısrak, adamı görünce yüksek sesle kişnedi.
Teraziyi kirişlerden birine asan adam, usulca kısrağa yaklaşıp burnunu okşadı. Hayvan durduğu yerde sabırsızlanıyor, ön ayaklarıyla yerleri eşeliyor, burnundan sert soluklar verip kişniyordu. Adam patlak veren fırtınanın uğultularını dinleyerek, kısrağın sabırsızlanmalarını umursamadan, ağır ama kendinden emin hareketlerle atın eyerini vurup koşumlarını bağladı. Eyerin ve koşum takımının metal parçaları, terazi gibi için için parlayan altındandı.
Teraziyi asılı olduğu çividen alıp eyerin yanına asan adam, kısrağın sol tarafına geçerek ayağını üzengiye yerleştirdi. Ani bir sıçrayışla hayvanın sırtına sıçrayan adamın cübbesi, at binmeye engel olmayacak şekilde kesilip dikilmişti. Adam başlığını kafasına geçirdi ve uzaktan gelen bir baykuş ötüşüyle birlikte mahmuzlarını hayvanın karnına bastırdı. Ömrü boyunca bu anı bekleyen kısrak, açık kapıdan fırtınalı geceye doğru fırladı.
Karanlık gece dört nala ilerleyen kısrak, terazinin dengesini bozuyor, aletin soğuk metal haznelerinin bir aşağı bir yukarı hareket etmesini sağlıyordu. Kollardan birisi aşağı inerken dünyanın ücra bir köşesinde açlıktan ölen bir çocuğun incecik kemiklerindeki azıcık et akbabalar tarafından sıyrılıyor; kol yukarı çıkarken karınları tok ama ruhları aç insanlar yedikleri pahalı yemeklerin fotoğraflarını birbirlerinin gözüne sokuyordu. Kısrağın her boy ilerleyişinde kıtlık tüm dünyaya yayılıyor, ancak bazen fiziksel açlık kılığına giren kıtlık bazen de ilgi açlığı veya cinsel açlık halinde tezahür ediyordu.
Her toynağın yere değişinde atlının yüzü daha çok ekşiyor, midesi bulantılarla daha çok kasılıyordu.
Üçüncü mühür kırılmıştı.
IV
Yattığı yerde kımıldanan adam, sırtına batan taş yüzünden uyandı. Binlerce hektarlık alanı kaplayan yemyeşil ormandaki tek kurumuş ağacın altında yatıyordu. Bu ağaç ölü olduğu için mi buraya yatmıştı, yoksa buraya yattığı için mi ağaç ölmüştü, bilmiyordu. Başının altına aldığı eyerin sertliği yüzünden başı ağrıyor, kuru toprakta yatmaktan her hareketinde sırtı yıllarca yağlanmamış bir kapı gibi gıcırdıyordu.
Yüzü hastalıklıymış gibi kül rengi olan adam, ağzının içinde söylene söylene ayağa kalktı. Teninden ayırt edilemeyecek soluk cübbesini çarpuk çarpuk parmaklı elleriyle silkeleyip bacaklarını sallayarak esnetmeye çalıştı. Her hareketinde tüm eklemleri çatırdayıp gıcırdıyor, sanki binyılların yorgunluğunu duyurmak için çabalıyordu.
Adamın dibinde uyuduğu ağaca kemikleri sayılan, ayakta zor duruyormuş gibi görünen boz bulanık bir iğdiş bağlanmıştı. Hayvan binek olmanın da ötesinde, ayakta durmayı bile zül görür gibi bir havada dikiliyor, incecik vücudunda iyice dikkat çeken sivri kulaklarını sağa sola oynatırken kuyruğunu bitkince sallamaya çalışıyordu. Feri sönmüş gözleriyle atına bakan adam, kendi halini görmezmiş gibi hayvana üzüldü. Hayvanın burnunu okşarken “Bu son oğlum, bu son,” diye dişleri dökülmüş ağzında geveledi.
Sıra atı eyerlemeye geldiğinde, hayvan bitkinliğinden beklenmeyecek bir huysuzluk gösterdi. Burnuyla sahibini itiyor, sağa sola dönüyor, kaçmak ister gibi davranıp olduğu yerde kalıyor, adamın kurumuş dallar gibi çarpık parmaklarının işini görmesine sürekli mâni oluyordu. Kim bilir ne kadar sonra, sırtındaki cübbede bin yılların solgunluğunu ve iklimlerin tozunu taşıyan adam muvaffak oldu.
Adamın atın sırtına binmesiyse ayrı bir faciaydı. Kireçlenmiş dizini kaldırıp da ayağını üzengiye geçirmesi neredeyse asır sürdü. Sıçrayıp iğdişin sırtına yerleşmesiyse iç acıtacak cinstendi. Yaptığı hareket sıçramaktan çok tepinmeyi andırıyor, atın huysuzlanmasıysa her şeyi daha da zor kılıyordu. Binici yine de bineğine kızmıyor, sık sık boynunu ve sırtını okşayarak hayvanın gönlünü hoş tutmaya uğraşıyordu.
Nihayet ihtiyar hayvanın sırtına yerleştiğinde öne eğilip atın kulağına fısıldayarak hareket etmesini sağladı. İğdiş yürümeye eriniyor, her adımında mevsimler dönüyordu. Bir süre sonra binicisinin vazgeçmeyeceğini anlamış olacak ki, biraz daha hızlandı. İlerledikçe yanından geçtikleri ağaçların yaprakları dökülüp dalları kuruyor, yerlerdeki otlar sararıyor, çevredeki çiçekler soluyordu. Her adımla birlikte ağaçlar, çiçekler ve otlar durumlarını etraflarındaki türdeşlerine yayıyor, gittikçe genişleyen bir çember halinde ölüm sessizce yayılıyordu.
Nihayet, dördüncü mühür de kırılmıştı.
- Dörtte Üç - 15 Temmuz 2018
- Kaptan’ın Şapkası - 15 Kasım 2017
- Sıra Dışı Bir Gün - 15 Ekim 2017
- Dünden Razı - 15 Haziran 2017
- Çöl - 17 Mayıs 2017
Enfes bir öykü olmuş Türker. Üslûp ve kelimeler başta olmak üzere birçok şey değişmişe benziyor. İyiden daha iyiye gitmişsin emin adımlarla.
Özellikle şu kısım ateş ediyor. Eline sağlık, arayı çok açma ^^
Çok teşekkür ederim vakit ayırıp okuduğun ve yorum yazdığın için Çağatay. Beğenmene çok sevindim. Arayı açmamak konusunda yine söz veremiyorum
Vay anam vay! Millet neler yazıyor ya…
Türker efsane bir Åey olmuÅ. Tadı damaÄımda kaldı. Helal, ne diyeyim. Eline saÄlık. üç bölümün de giriÅi ve finali ayrı ayrı harika. BeÄendiÄim iki yeri alıntılayarak geri geri ve her adımda selamlayarak seni terk ediyorum diyarı.
Çok teşekkür ederim Cem, beğenmene çok sevindim. Seni de görseydik keşke bu sayıda.