Öykü

Duvaklı Kefen ya da Araf’ta Konuşmalar

Mezarlığın duvarından atlayıp babamın mezarını bulmak için ay ışığında ilerlerken ayağım bir çocuk mezarına takılınca yüz üstü kapaklandım. Mezarlıktan çocukluktan beri korkmam. Hani şu herkese anlatılan hikâyeler bana hep komik hatta birazda gizemli gelmiştir. Sabah erkenden yola çıkacaktım. Gitmeden babamı görmek istemiştim. Toparlanıp ayağa kalkmak istediğimde bir ses duydum

“Kendi toprağında ölememek zordur. Daha zoru nedir biliyor musun? Bana soruyor olmalıydı çünkü ay ışığında benden başka kimse görünmüyor. İrkildim taşa tutunmaya çalıştım. Ses mezardan geliyordu. Çocukluğumda anlatılan bütün hikâyeler birden aklımdan geçti. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken cevabı kendisi verdi.

Sonra bilmiş bilmiş konuşmaya devam etti.

“Ölümün, gizli saklı bir dişbudak ağacının kökleri arasında, iki taşın gölgesinde kalır. Gece, koynuna yıldız toplarken her defasında senin mezarını bulsun istersin, çünkü sen; yurtsuz, kimsesiz, gökte yıldızı olmayan değil, olamayansındır.

O konuşurken ben biraz daha kendimi toparlamış, olayı anlamaya çalışıyordum. Kendi kendime gülümsedim. Korkulacak ne vardı. Zaten ben babamla konuşmaya gelmemiş miydim? İşte konuşan bir ölü. Mezar taşına bakınca dört yaşında bir çocuk olduğunu anladım. Merakımı yenemeyerek sordum.

“Senin yaşında soğuk taşa başını koymak… Annenin koynu dururken toprağın koynuna girmek… Bir anlamı olmalı yaşadıklarının.

“Doğru. Anlam arayanlar için en büyük cevaptır ölüm. Ya da anlamı bulduğumuz en son durak. Korkulacak bir şey yok. Mesele hayatı yaşanabilir kılmakta.

Sen ne kadar yaşadın ki bu kadar bilgece laflar ediyorsun?

Senin devam ettiğin yolculuğu ben tamamladım. Unutma yolun sonundan bakıp konuşan benim. Ne kadar yaşadığımı değil ama ne yaşadığımı merak ediyorsan anlatayım.

Babam başka bir köyde çobanken dünyaya gelmişim. O günden beri sadece bir kış kendi evimizi, köyümüzü görebildim. Ben daha dört yaşındaydım, bedenimde kan kırmızı gelincikler açtığında. Bir kamyonun kasasında birkaç parça ev eşyası, birkaç kat yatakla beraber çadırın altına beni, annemi, kardeşlerimi, köpeğimizi, iki tavuk, bir hindi, elli koyun, bir de karton kutu içinde civcivleri yükleyip yola çıkardılar. Babam ve bizi götüren adam şoförün yanına binmişlerdi.

Ben dört yaşımdaydım ama daha sütten kesilmemiştim. Anam benden sonra bir doğum daha yapmıştı. Anamın koynunda iki gün gittik. Keşke iki gün, iki ay, ne bileyim daha çok gitseymişiz. Anamın koynunun yumuşaklığı, kokusu… Çok özlüyorum. Burası çok soğuk!

İkinci günün sonunda akşamüzeri vardık. Bizim köy düzlükteydi. Burası öyle değil. Ne çok ağaç var, bizim bériye hiç benzemiyor. Babam, çadırı kaldırıp önce koyunları indirdi. Hepsi sağ salimdi, çok sevindi. Ardından köpek, tavuklar, hindi, civcivler ve biz. Bizi getiren adam önde, biz arkada köyün içine doğru yürüdük. Benim yaşımda çocuklar vardı ama ne konuştuklarını anlamıyordum. Sadece bir birimize bakıştık. Birbirimizi anladık. Dünyanın neresine gidersen git bütün çocuklar aynı dili konuşur. Büyüklerin dilidir anlaşılmaz olan.

Onu hatırlamıştım. İlk gördüğümde kıvırcık, gün yanığı saçları, ayazdan kızarmış yanaklarına yapışmış, elinde bir parça ekmek geveleyip duruyordu. İlk defa göz göze geldiğimizde utanmış annesinin eteğine yapışmıştı. Belki de o kamyondan yeni inmişti çünkü bakışların ürkekti. Söyleyince o hatırlamadı.

“Bilmem ki belki de… Kamyondan indikten sonra o kadar yorulmuştum ki hiçbir şey hatırlamıyorum. Yalnız bir şeyi çok iyi hatırlıyorum. Taş merdivenlerden bir bahçenin içine iniyorduk, ayaklarım çıplaktı. Ben aslında çıplak ayak yürümeye alışkındım ama o taşlara gelince birden içim ürperdi. Sanki taşların içinden yüreğime doğru acı bir çığlık yükseldi. İşte asıl orada çok korktum. Ağladığımı hatırlıyorum.”

“O taş merdivenlerdeydi değil mi?”

“Evet, o taş merdivenler.”

“Sonra ne oldu?”

“Ne olacak bizi getiren adamın evinde o akşam yemek yedik. Yemekten sonra bizi köyün camiden sonra çatısı olan tek binasına götürdüler. Kamyondan indirdikleri yatakları, gelişi güzel atmışlardı. Anam yatakları açıp bizi içine doldurup kendisi de yorganın altına girdi. Babam bir sigara yaktı, kendi, aralarında bizim duymamamız için alçak sesle konuşmaya başladılar. Burası köyün okuluymuş. Okul kapanalı çok olmuş, şimdi çoban evi olarak kullanılıyormuş. Bizi getiren de köyün muhtarıymış. Anam, “Burası ısınmaz, koca dam,” deyince. Babam, “Orası kolay baksana sen burayı İdir’in çölü mü sandın? Her taraf ağaç, asıl korkum; bu adamlar yarın öbür gün bir maraza çıkarıp, anlaşamadık deyip gönderirlerse, bu yolu nasıl geri gideriz.”

“Yorganın altında konuşulanları duymuştum ama o zaman anlamamıştım. Neden geri göndersinler ki? Bizi çağıran onlar değil mi? Bir de bu maraza nedir, diye o gece uyuyana kadar düşünmüştüm. Maraza? Nerden çıkar ki? O çıkınca biz neden gidiyoruz? Yoksa maraza bizi sevmiyor mu? Öylece uyumuşum.

Ertesi gün kuş sesleriyle uyandım. Köy küçük bir çukurun ortasındaki tümseğin etrafına yayılmıştı. Okul, yani bizim yeni evimiz, köyün en üst tarafında kocaman kavak ağaçlarının aralarına sıralanmış meyve ağaçlarının sarmaladığı, bembeyaz gülümseyen tek katlı taş binaydı. Duvarları sıvalı, kireç badanalıydı. Sen şimdi bina nasıl gülümser diye soracaksın. İnanmazsın hâlâ geceleri kalkıp baktığımda okul binası bana gülümsüyor. Kim bilir sıralarında bir defa bile oturamayacağımı biliyordu belki de. Babam erkenden kalkıp sürüyü toplamış, köyün karşısındaki yamaca çıkmıştı. O artık köyün çobanı, biz de çobanın ailesiydik. Bundan sonra adımız buydu. Çobanın kızı, çobanın karısı. Ben bunların hiçbirini o zaman umursamıyordum. Köyde benim yaşımda çocuklar var mı diye merak etmiş, bahçenin dışına kadar çıkmıştım. Bahçe duvarının hemen dışından ince bir su akıyordu. Suyun önüne hayvanlar için ağaçtan kurunlar koymuşlar. Benim yaşımda ya da benden büyük birkaç çocuk gördüm, oynuyorlardı. Onlar daha beni görmemişlerdi. Taşların üzerine oturup onları seyrettim. Beni görürler mi diye arada bir elimdeki çubukla taşlara vurup sesler çıkarıyordum. Birisi beni fark etti, bir şeyler söyledi, diğerleri de bana doğru baktılar. Utandım. İçlerinden birisi eliyle gel gel yapınca koşarak yanlarına gittim. Onların da ayaklarında ayakkabı yoktu, hatta bazılarının pantolonu bile yoktu, hiçbir şey sormadan oynamaya başladık. Suyun içine batıp çıkıyorduk. Güneş yükseldikçe hava ısındı. Sabah serinliği yerini kuşluk vaktinin tatlı sıcaklığına bıraktı. Babamın sesi köyden duyuluyordu. Koyunlarına sesleniyor. Sesiyle sürüsünü yönetiyordu. Yaban kavakları arasına yuva kurmuş erkek kekliklerin sesi babamın sesiyle yarışıyor, babam susunca onlar da susuyordu Babam mutluydu. Ben mutluydum. Küçük kardeşimle yeni evimizi temizleyen annem mutluydu.”

“Siz geleli bir hafta olmuş muydu?”

“Olmuştu tam yedi gün. Yedinci günde… Hani derler ya yedisi çıktı. Şimdi düşünüyorum da bizimki tam o hesap.”

“Korkuyor musun?”

“Şimdi mi? Hayır, artık değil ama ilk zamanlar çok korkmuştum. Sonra anladım ki korku insanı uyanık tutuyormuş. Birçok şeyi o sayede daha çabuk kavramıştım. Babam dördüncü günün akşamı yemeğe oturduğunda düşünceliydi. Sakallı yüzü sürekli titriyordu. İki eliyle birkaç defa denemesine rağmen ekmeği koparamamıştı. Anneme baktım onun da ağzını bıçak açmıyordu. Yemeği yedik ama neremize yedik biz de anlamamıştık. Babam daha ağzındaki lokmasını bitirmeden tabakasını çıkarıp tütün sardı. Belli lokması ağzında büyümüş, zor lokmasına dönmüştü. Âdemelması her yutkundukça yerinden çıkacakmış gibi oynuyordu. Babam, zor lokmasını yutunca sigarasını yaktı. Anam, ne olacak der gibi yüzüne bakınca, anladım ki o maraza bir yerlerden çıkmış. Evin her tarafına baktım, tanımadığım bir şey yok. Babam, “dur bakalım muhtar halledecekmiş.” “İnşallah hallolur,” dedi anam. İnşallah derken öyle derinden bir nefes aldı ki sanki olmasını istediği neyse o nefesin içinde olup bitmesini istermiş gibiydi. Ertesi sabah nedense ben de babamla beraber uyandım. Anam daha sobayı yakmamıştı, ev soğuktu. Yataktan çıkıp babamın kucağına koştum. Islak tütün kokusu her tarafına sinmiş. Uzamış sakalları ayazda iyice sertleşmiş ama olsun, babam çok güzel kokuyor. Ceketini kaldırıp koltuğunun altına sokuluyorum. Babam beni koyunlarını sevdiği gibi seviyor. Anlıyorum ki beni çok seviyor.

Anamın sesiyle irkiliyoruz. Çay hazır diyor. Sininin üzerindeki deri peyniriyle tereyağını babam sıcak ekmeğin arasına koyup, sıkım yapıp bana uzatıyor. Bir daha ellerim babamın elleriyle buluşuyor. Babam yanımda ama onu nedense çok özlüyorum. Kahvaltı bitince babamın eteğine tutunup bende köyün içine gitmek istedim, anam bırakmadı ama ben dinlemedim. Babam bahçeden çıkamadan ona yetiştim. Boyum babamın değneğinden kısa, onun adımlarına yetişeceğim diye birkaç defa tökezledim, olsun gene de yetiştim. Bu arada köyün sığırtmacı inekleri topluyordu Babam muhtarın evine doğru yönelince birden o çığlık aklıma geldi. Olduğum yerde kaldım. Sanki ayaklarımdan çivilenmiştim. Babam, hayvanlar bana zarar verir diye geri döndü, elimden tutup adeta sürükledi. Taş merdivenlerin başında gelmiştik. Çukur çevirmenin içinde birileri vardı. Babam, merdivenlerden indi, ben yukarıda kaldım. Birileri eve girip çıkıyor, birilerine bağırıyor, bir şeyler anlatıyor. Bu arada babamın sesini duydum. “Bizim suçumuz ne? Biz dünyanın yolunu geldik. Çoluk çocuk yollara döküldük. Ben rızkımı aha bu değnekle kazanıyorum. Yazık günah değil mi, etmeyin ben de geleyim, komutanla ben de konuşayım, varsa bir suçum eyvallah. Yoksa hepimizi niye suçluyorlar. Bizi açlığa mahkûm etmesinler.”

Muhtar duvara yaslanmış yere bakıyordu. Babam bitirince muhtar, iki gün içinde köyü terk edeceksiniz, karakol komutanı öyle dedi. O arada korkunç bir gürültü duydum, her şey karardı. O çığlık şimdi her taraftaydı. Yere yığılmış bedenimden süzülen kan, taşların oyuklarında küçük göller oluşturarak aşağı doğru aktı.

Ne olduğunu anlamamıştım. Bedenimi yıkayan kadınlar konuşurken duydum. Çevirmenin içinde birisinin elinde av tüfeği varmış, tüfek birden ateş almış. Ben bir dakikanın okuna gelmiştim. Vurucum beni dalımdan değil, tam da pespembe bedenimin orta yerinden vurmuştu. Şimdi iki göğsümün ortasında kocaman karanlık bir boşluk, onun etrafında kırmızı gelincikler açmıştı.

“Ben silah sesini duymadım ama ağlama sesleriyle beraber sokağa çıkınca olayı anladım. “

“Beni yerde gördün mü?”

“Hayır, ben geldiğimde seni kaldırmışlardı. Taşların üzerindeki kan gölmeçleri yer yer duruyordu. Arkasından askerler, savcı geldi. Baban şikâyetçi olmamış dediler. Seni ondan sonra beyaz bir kundak içinde gördüm. Bedenini yıkayan kadın anlattı; Ona öyle güzel bir duvak yaptım ki düğününü melekler yapacak, dedi. Anlamamış gibi yüzüne bakınca, küçük yaşta kız çocukları ölürse kefenin ilk katını duvak gibi yaparız. Onlar mahşer gününe kadar Araf’ta kalırlar. Bu dünyadan muradını alamadığı anlaşılsın, düğününü öbür dünyada melekler yapsın diye.”

“Ya ne düğün ama! Kara toprak bağrına aldıktan sonra sen gör düğünü… E sen anlat sonra ne oldu ben bir daha babamları göremedim.”

“Tam da muhtarın dediği gibi iki gün sonra askerler geldiler. Sizinle beraber gelen tüm çobanların göçlerini tuttukları bir kamyona doldurup il sınırları dışına gönderdiler. Sebep nedir diye bir iki şey diyecek olan oldu. Askerler onları da toplayıp cemselere doldurduğu gibi ilçeye götürdü. Sonradan anladık ki kaymakam karar almış. Dışarıdan gelen çobanların oralarda çalışmasını yasaklamış. Duyanlar inanmadı ama inananlar da vicdanlarına yediremedi.

Ne yaptılar?

…!

…!

“ Neyse asıl senin yolculuğun çok ağır oldu. Köyün tüm kadınları seni uğurladı. Seni yıkayan kadın “duvakladıktan” sonra kucağına aldı. Tabuta neye koymalarına izin vermedi. O masum sabi korkar, dedi. Kucağında mezarına kadar getirdi.”

“Peki, beni kim vurmuş hiç soran olmadı mı? Hani savcı, asker geldi demiştin.”

“Yok, onlar bir şeyler yazdı çizdi gittiler.”

“Yaa işte anladın mı zor olan neymiş? Sahi sen burada ne arıyorsun, gecenin bir vakti?”

Ay doğmaya başlayınca dişbudak ağacının yaprakları gece yeliyle usul usul dalgalandı.

Lorı bexémin lorı

Join the discussion at Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.