“El aman! Yok mu cankurtaran?”
Kim bilir bu çığlıklara hangi kulaklar sağır oldu. Hangi başlar dönmez, hangi gözler görmez oldu. Bozkırın ortasında çakalların saklandığı kurtların kol gezdiği aylarda, minare boyundaki karı süpüren tipiden korunmak için sığınak arayan yolcunun feryatları, bu alemden kopup uhrevi alemde son bulurdu çoğu zaman. İpek yolunun en güzel menzilinde yer alan Rahva düzlüğü, bir yandan Cennet vaat ederken, öte yandan Cehennemi yaşatmaktaydı. Kadılar, Müftüler ahlakından veya imanından şüphe duyduklarını her iki mevsimde buraya ya ziyarete ya da sürgüne gönderir, bu dünyada Cennet ile Cehennemi gözlerine sokarlardı. Rahva, Nemrut ve Kirkor dağlarının karşısında, masmavi göle yukarıdan bakan, ceviz, kayısı ve meşe ağaçları ile nice güzelliklerle donatılmış Cennetlik bir yerdi. Kavurucu yaz sıcağı burada tatlı bir melteme dönüşür, iştah açıcı havası ölüyü canlandırırdı. Böyle bir Cennet nasıl Cehennem olur diye sorarsan, en güzel cevabı Dante Cehennem Kapısındaki kitabe ile verir;
Acı dolu şehre giden yol benden geçer,
Ebedi acıya giden yol benden geçer,
Kayıp insanlar arasındaki yol benden geçer.
Rahva, sonsuzluk yolculuğuna açılan bir kapıdır sanki. Herkesin bu yolculuğa çıkarken ölüm şekli aynıdır. Donarak ölmek belki rahat uykuya geçmek için bir şanstır. Ama o uykuya geçinceye kadar yaşanılan eziyet, damarlarındaki kanın donmaya başladığını hissetmek, soğuktan yanan parmak uçlarının döküldüğünü görmek çekilir değil. İnsanoğlu her ne kadar öbür dünyada ateş ile sınanmakta ise de Rahva’da soğuk ve donma ile bu sınavdan geçerdi. Başta çelişki gibi görünse de aslında fark eden bir şey yok. Ha yanarak, ha donarak eziyeti yaşamışsın. Sonuçta yaşanılan bedenin ve ruhun acı çekmesi değil midir? Bulunduğun mekân akisler deryasında yüzdüğün zaman anlamlı olmuyor mu? İyi-kötü, soğuk- sıcak, kadın- erkek, güçlü- zayıf, akıllı-deli, Cennet-Cehennem hepsi bizim için değil midir? Yaşam ve ölüm bütün bu zıtlıklar, karşıtlıkların birliği üzerine kurulmamış mıdır?
Yüzyıllar boyunca şarktan garba gide gele ipek inceliğindeki yolun güvenliği için, imdat çığlıklarına yanıt verebilmek için ilim irfan sahibi olmaya gerek yoktu. Şikayetleri kulak arkası eden umursamaz Osmanlı bürokratlarından farklı olarak; ciddi, öngörü sahibi, zeki, çalışkan, idari yöntemlerdeki başarılarını taçlandırabilecek birisi gerekiyordu. Köse Hüsrev Beylerbeyi olarak atandığı bu bölgede tacirlerin, askerlerin, bir alemden başka aleme gezenlerin konaklayacakları, bu dünyanın güzelliklerine ve ceberrutluğuna Rahva’dan baktırmak istedi belki, kim bilir. Derler ki kendi kesesinden, zenginliğinin zekâtı, başının gözünün sadakası için, namının köyden köye, kentten kente salınması için, cömertliğinden dolayı Sarayın hoşnutluğunu kazanabilmek için zamanının en büyük kervansarayını kurdu. Doksan metre eninde yetmiş metre uzunluğunda, içinde nalbantı, demircisi, aşevi, en az yüz elli kişinin yatabileceği yatakhanesi, ahırı, ağılı yani insan ve hayvan için gerekli ne varsa her şeyi ile tam teşekküllüydü. Ahali haklı olarak El Aman Hanı adını koydu. Geçit vermeyen kardan tipiden sığınmak için, canını kurda kuşa yem etmeden, alacağı nefese daha nice avans kazandıran bir cankurtarandı bu Kervansaray. El Aman Hanı’nın namı dilden dile dolaşır oldu. İpek yolunun dışındaki yollarda gezen seyyahlar güzergahlarını değiştirip buradan geçmeye başladı. El Aman hanı nerdeyse bütün yolcuların toplanma noktası oldu. Böyle olunca hana karşı kutsallık misyonu yüklendi. Han misafirleri kendi dilinden kervansaraya dualar etmekte hanı kurana rahmetler okumaktaydı. Her mabette olması gereken kurallar konulmaya başlandı zamanla. Öyle bir hal aldı ki, birbirine düşman olanlar bile buraya sığındıklarında asla dokunmazlar, kervansarayda bir kan damlası bile yere düşmezdi. Hayatın değeri burada daha da anlam kazandı. Uzun kış gecelerinde dertler kederlere yastık olurken, bazen bir doğum veya bir aşk veya bir barış anlaşması sevinçler yaratır ev sahipleri ve konukların yüzleri aydınlanırdı. Anadolu’dan İran’a, İran’dan Hindistan’a, Hindistan’dan Çin’e kadar uzanan bu ipek yolunda, tüccarı, seyyahı, aşiretten kaçanı, devletten kaçanı, dervişi, zındığı, Yahudi’si, Hristiyan’ı, Zerdüşt’ü, Süryani’si, Müslümanı, Budist’i, hırlısı hırsızı, kuyumcusu, dilencisi, vs.vs…nin en az iki senede bir bu kervansarayda karşılaşma ihtimali hep vardı. Bu buluşmaların, kucaklaşmaların sonunda yedikleri, içtikleri, sattıkları, aldıklarından ziyade esas anlatılacak hikâyeler merak edilirdi. Maceraların mübalağası en yüksek olanı en makbul olanıydı. En içli hikâye defalarca anlatılır, her anlatışta yeni eklemeler ile hikâyenin süsü ve uzunluğu artar dinleyeni daha da coşardı.
Erkeğin kadın, kadının erkek kılığında katıldığı şenliklerde birbirine âşık olan Mem ile Zîn’in hikâyesini anlatırken Cizreli Dengbej, onlarca nemli göze mendil yetişmez olurdu. Dengbej suspus olan misafirlere bulundukları mekânda büyülü bir sahne yaratıyor, “Aşkın bir kor olup yürekleri dağladığı soğuk gecelerde Beko, Mem ile Zîn’e tuzaklarını bu handa mı kurdu?” diye soruyordu. Han ile bütünleşen hikâyede gözler Beko’yu arıyordu. Nice gençlerin hülyalarındaki aşk, Mem-û Zin hikâyesinde vücut buluyordu. Bu rüyadan uyanamadan Bursalı Meddah, Leyla ile Mecnun’un yürek paralayan hikâyesine başlardı. Aşk acısından çölde kaybettiği gözleri için üzüleceğine, gönül gözünü açtığı için sevindiğini anlatır, hatta yanına geldiği halde tanıyamadığı Leyla’sına ancak Tanrı katında mı kavuşuyordu? Yoksa, Mecnun Leyla’ya görmediği halde kavuşmuş muydu? Bedeni dünyada iken ruhu uhrevi hayatımı yaşıyordu? Dinleyiciler bu sorular ile dolu karmaşık aşk masalını çözmeye çalışırken, Tebrizli baharat tüccarı, Zaloğlu Rüstem’in maceralarına başlayınca biraz kendilerine geliyorlardı.’’ Halkının övünç kaynağı olan kahraman için, ‘’İnsana gerekli olan aşk değil güç, kuvvettir’’ diyordu ve ekliyordu; “Gücün varsa bütün zenginliklere sahip olduğun gibi istediğin aşka da sahip olursun.” İriliğinden dolayı bir türlü doğamayan Rüstem’i, Simurg tarafından nasıl annesinin karnını yararak çıkarttığını, sekiz yaşına geldiğinde ok, kılıç isteyip savaşa gittiğini, rakipleri ile güreşirken adaletli olmak için sadece tek elini kullandığını anlatır, İran’ın bütün kadınlarının rüyalarında nasıl gezdiğini, kıskançlık ve ihaneti yine kardeşinden görüp kör kuyularda tuzağa çekildiğini anlatıyordu. Bu heyecanlı hikayeleri dinleyen han misafirleri, yıldırım hızındaki Rahş’ın üstündeki Rüstem’in gölgesini kandil lambasının ışığında neft kokulu masal kahramanları ile duvarlarda raks ederek yavaşça karanlık köşelerde kaybolduklarını görüyordu. Sanki her birinin ruhu han duvarlarında izler bırakıyor ve hayallerde süslü anılar oluşturuyordu.
Nedense kervansarayın cephesini Kirkor dağına dönük yaptı Köse Hüsrev. Gelen geçenin durup konaklayacakları, hatta ola ki kış mevsimine denk gelmişse, aylarca hanın avlusundan Kirkor dağının her taşını, her kıvrımını nerdeyse ezberlediği bir görsele baktırdı. Atlas mavisi gölün kenarında görüp de bakanların bir daha bir daha baktığı, “Acep kim ola bu adam?” dediği, işkembeden atanların zayî olmadığı zamanlarda, ”Padişah Efendimizin sakalsız halidir’’ diyenlere tam altı padişah eskiten Evliya Çelebi bıyık altından gülümseyerek. “Amma attınız efendi! Padişah efendimiz ile alakası yoktur bu benzerliğin. Padişah efendimizin bıyıkları terlediği anda sakalı şerifi bırakmıştır. Anası bile büyüyen yüzünü bilmemektedir. Siz nerden bileceksiniz?” diye verdiği yanıtla sus pus olurdu. El Aman Kervansarayı’nın misafirlerinin hikâyelerden arta kalan zamanda birinci konusu ticaret, ikinci konusu Kirkor dağının kime benzediğiydi. Eğer handa konaklayan bir bey yahut bir çete reisi ise veyahut savaşa çıkmış bir vezir ise Kirkor’un siluetinin neden kendisine benzemediği yönünde iç geçirir, kendi kendine hayıflanırdı.
“El Aman! Yok mu cankurtaran?”
1916 yılında sadece Rahva’yı değil bütün bölgeyi aynı feryatlar sardı. Rus işgali ansızın gelmişti bir kara kış gibi. İnsanlar evlerinden yurtlarından kaçar oldu. Sığındıkları kervansarayda tüccarların, meddahların, dengbejlerin yerini Rus süngüsünden, işgali fırsat bilen çetelerden, katillerden kaçan insan selleri doldurmaktaydı. O heyecanlı hikâyelerin yerini gözyaşlarıyla anasının babasının, kardeşinin, yârinin nasıl katledildiğini anlatan hikâyeler aldı. Ağlayan çocukların sessiz kalmasını sağlamak için ağızlarına kar doldurulduğu, dili donan çocuğun bir daha ağlayamadığını anlatıyorlardı. Şansız olanların üstünü kar bir çarşaf gibi örtmüş, yol boyunca küçük tümsekler oluşturmuştu. Bilmeyenler baktığında bu tümsekleri kar altında kalmış kaya parçası zanneder ayağı takılıp düştüğü zaman taşa dönmüş bedenleri fark ederdi. Kanlı gömleklerinin, basma elbiselerinin kollarına akıttıkları gözyaşlarını kurutacak teselli edecek hiçbir şey yoktu. Edilen dualar, haykırmalar, çığlıklar tipide savrulan her bir kar parçasının ucuna asılıp uzaklara gidiyordu. Karanlıklardan çıkacak cankurtaran belki bir mucizeyi gerçekleştirebilirdi. Belki de şu hana bakan Kirkor dağındaki siluet cankurtarandı.
Bir General geldi şubat ayında. Daha 34 yaşındaydı ama yaşından büyük işler yapmıştı. Gelibolu’daki kahramanlıkları handa kulaktan kulağa anlatıldı. Zaloğlu Rüstem neydi ki bunun yaptıklarının yanında. İsmi biliniyor cismi bilinmiyordu. Koca han duvarları yeni kahramanını karşılamaya hazırlık yapıyordu sanki. Acaba yüzyıllardır yankılanan feryatlardaki cankurtaran bu adam mıdır? Şüpheler, korkular, umutsuzluklarla dolu yüreklere su serpilmişti sanki. Feryatlar yanıt bulmuştu.
Mustafa Kemal 15.Tümene yaptırdığı aralıksız taarruzlar ile Rus işgalinden ve çetelerden kurtardı bölgeyi. Ve bir kasım ayında tekrar geldiğinde Kirkor dağından 15. Tümene tatbikat yaptırdı. Masmavi Van Gölü’nün kıyısında Rahva’nın ve asırlarca kervanların dizildiği ipek yolunun güzelliği göz kamaştırıyordu. Han da kalanlar bir şeyi fark ettiler bir gün. Gün batımına doğru Kirkor’a baktıklarında bu insan siluetine bürünen dağın kime benzediğini gördüler. Atatürk’e benziyordu. Köse Hüsrev sanki geleceği görmüş gibi cankurtaranın kim olduğunu anlatmak göstermek için herkesi bu dağa baktırmıştı. Yüzyıllardır yanıtını arayan soru cevabını bulmuştu.
Bu dağa Atatürk dağı dediler. Ve hâlâ bölgede kime sorsanız Atatürk Dağı derler adına.
- Hacer’in Rüyası - 1 Ağustos 2022
- El Aman! Yok mu Cankurtaran? - 1 Mayıs 2022
- Direniş - 1 Mart 2022
Öykünün ilk kısımları Rahva düzlüğünün pırıl pırıl güzelliğiyle bir masal gibiydi. Hele kervansarayın konuklarının birbirine ülkelerinin efsanelerini anlattığı bölümler pek lezizdi, bir parça İhsan Oktay Anar tadı verdi.
İkinci kısmında ise gözlerim doldu. Masal, ansızın gerçeğe dönüştü. Allah Atatürk’e, silah arkadaşlarına ve şehitlerimize rahmet eylesin. Kalemine sağlık sevgili yazar.
Çok teşekkür ederim.