Öykü

Hacer’in Rüyası

Hacer hamile olduğundan beri neredeyse her gece kara kuru bir erkek çocuk, karabasan gibi rüyasına giriyor “Beni yanına al. Ne olursun! Beni yanına al.” yakarışları ile eteklerine yapışıyordu. Hacer bir yandan çocuğun elinden kurtulmaya çalışıyor, öte yandan yeni kundaklamış bebeğini sıkı sıkı tutuyordu. Eteğini kurtarıp hızla uzaklaşmaya başladığında kucağındaki bebeğin “ Beni bırakma. Ne olur beni bırakma.” sözleri ile dehşete düşüyordu. Eteğine yapışan kara oğlan nasıl olmuş da kucağına yerleşmişti? O zeytin karası gözleri, aşağı inik üzgün kaşlarının arasından yalvaran bakışları ile hem korkutuyor hem de acıma duygusu yaratıyordu. Korkudan kucağındaki bebeği hızla atıp oradan kaçıyordu. Arkasından çocuğun ağlama sesine dönüp bakmıyordu. Çünkü eğer dönerse acıyıp kucağına alacaktı. Ve asla bu rüyadan çıkamayacaktı. Bu hâlde kan ter içinde çığlıklarla uyanıyordu.

Hamdi, ilk başlarda Hacer’in çığlıklarına tatlı uykusundan kalkıyor, güzel sözler ile teselli ediyor, bildiği duaları okuyup üflüyor, rahatlatmaya çalışıyordu. Hatta annesi Safiye’nin önerisi ile bir tutam kurutulmuş adaçayını yakıp bütün odaları o rayiha ile dolduruyordu. Evde eğer bir musallat varsa adaçayının dumanı evden kaçmalarına sağlayacaktı. Ama o karabasan bir türlü gitmedi. Ne olduğunu bilemedikleri varlık her gece Hacer’in ümüğüne çöküyor, nefesini kesiyor o korkutucu rüyayı yaşatıyordu.

Öyle ki Hacer artık uyumaya korkar olmuştu. Uyumamak için ev işlerinin büyük bir kısmını geceye bırakıyordu. Bulaşıkları gece on ikiden sonra yıkıyor, zaman geçsin diye çamaşırları elde uzun uzun yıkıyordu. Evin içinde devamlı suretle meydana gelen su sesi, Hamdi’yi uykusundan mahrum edip tuvalete koşturmasına, iki küçük kızının ise yataklarını ıslatmasına neden oluyordu. Hamdi uykusunu zehreden ev işlerini yasakladı. Buna uymayan Hacer’e bir iki tokat çektikten sonra ev işlerini artık gündüz de yapamaz olmuştu. Karnındaki yaratık nasıl bir şey ise gece gündüz uyutmak istiyor, sanki soluğunu sömürüp dermansız bırakıyordu. Hamdi karısının kabuslarına alışmış, artık çığlıklarına kalkmıyordu. Gecenin bir yarısı uyanan karısına “ Kalk kaltak! Bir uyutmadın yine. Kalk!” yataktan kovuyor, horultusuna kaldığı yerden devam ediyordu. Kocasına ve rüyasına lanetler okuyan Hacer, bir kuş gibi inip kalkan göğsünü sakinleştirmek için mutfaktan bir bardak su alır, oturma odasına geçip perdenin altından bahçeyi seyrederdi. Elma ağacı dallarının ay ışığı altındaki gölgesinin çeşitli şekillere girmesine bayılırdı. Gölgeler bazen en tepede bir kartala bürünür, bazen bir ayıya, bazen de bir aslana. Hatta bir gün ağacın gövdesi annesine bürünmüş, gülen yüzü ile Hacer’e tatlı tatlı bakıyordu. Rüya mıydı, gerçek miydi bir türlü çözememişti. O günden sonra elma ağacının ruhu varmış gibi sabahları ilk onu sular, bir yandan da bildiği bütün duaları ederdi. Rahmetli annesi evlendiğinde bu elma fidesini evin bereketi, evliliğin uzun ömürlü, ağacın meyveleri kadar çocuğunun olması dilekleri ile dikmiş, ilk can suyunu da kendisi vermişti. Tatlı olması beklenen elma nedense ekşi çıkmıştı.

Hacer hamileliğinin altıncı ayında devam eden bu kabusa çözüm bulmak için kaynanası Safiye hanımın koluna girdi, Aşkarlık Mahallesi’nde Muskacı Seyit Efendi’nin yolunu tuttu. Kerameti İskenderun sınırlarını aşan Seyit Efendi’nin nice dertlere çare olduğu söyleniyordu. Yazdığı muskalar cinlerden perilerden korur, eve huzur getirirdi. Hele musallatların en çok sevdiği hamile kadınlar için çok etkili kaynatılmış defne yaprağına okunmuş su Seyit Efendiyi üne kavuşturan buluşuydu. Altmış yaşlarındaki Seyit Efendinin bahçesinde ağaçlara asılmış çeşit çeşit otlar, ıtırlı bitkiler, duvar kenarına sıralanmış renk renk şişelerde kimsenin ne işe yaradığını bilmediği sıvılar vardı. Adamı deliye çeviren şiddetli baş ağrısına iyi gelen kokulu yağlar, kıvrım kıvrım kıvrandıran karın, böbrek rahatsızlığına iyi gelen sular vardı. Buna benzer yılan, böcek sokmasını iyileştiren ve Allah bilir başka ne dertlere çare olan taş, çaput, ağaç, kabuk, plastik, yengeç kabuğu, kurutulmuş akrep gibi bir sürü ıvır zıvır şeylerle doluydu. Gerçi hakkında taksirle ölüme neden olmaktan açılan iki üç dava vardı ama önemsizdi bunlar. Yerel gazete de çıkan haberin kaynağı kendisini kıskanan, şifacılığını çekemeyen sahtekâr hocalardı. Bu davalar ve gazete haberi ününü daha da perçinlemiş, umutsuz meraklı insanları kapısına yığmıştı.

Hacer ile kaynanası Safiye Hanım iki saat sıra bekledikten sonra nihayet Seyit Efendinin yanına çıkabildiler. Yere bağdaş kurmuş Seyfi Efendi, önündeki sofra bezinin içinde birtakım otları, şişeleri eczacı titizliği ile sıraya koyuyordu. Yan tarafında bir rahlede ince uzun şeritler hâlinde kesilmiş muska için hazırlanmış kâğıt ve bez parçaları vardı. Arkasından güneş vurduğu için yüzü net görünmüyor, başındaki beyaz takkesi parlıyor yüzünü kapatıyordu. Başı ile yan taraftaki dantellerle süslenmiş tahta sediri işaret ederek oturmalarını istedi. Safiye Hanım sözü aldı. Kısaca Gelininin başından geçenleri anlattı. “Bir de Gelin hanımdan dinleyelim” dedi Seyit Efendi. Hacer her gece rüyasına giren kara kuru çocuğu etraflıca tarif etti, çocuğun eteğine nasıl yapıştığını, nasıl çocuğun elinden kurtulduğunu, birden çocuğun küçülüp bebek olarak kucağında belirdiğini, korkudan çocuğu fırlatıp kaçtığını, çocuğun arkasından nasıl ağladığını “ Beni yanına al, Ne olur yanına al” dediğini bir bir gözyaşları akıtarak anlattı. Seyit Efendi bir yandan “Haa! Hımm!” sesleri çıkarıyor bir yanan yanındaki şerit kâğıda bir üçgen çiziyordu. Sonra üçgenin içine Arapça yedi tane ‘lam’, yedi tane ‘sin’ harfleri yazdı. Bir de Hacer’in baş harfi ’Hâ’ harfini yazıp yuvarlak içine alarak muskayı tamamladı. Hacer hikâyesini bitirmiş susmuştu. Seyit efendi önündeki iki kuru otu alıp avucunda ufaladı. Ortalığı reyhan ve tarçın kokusu sardı. Sonra bu karışımı bir şişe suya karıştırdı. Suya bir şeyler okuyup üfledi. Şişeyi bir kenara bıraktı, demin yazdığı kâğıdı katlamaya başladı. Kalın bir üçgen tomara dönüşen kâğıdı bez şeritle sardı. Sonra bir iğne iplikle bezi dikti. Her dikiş attığında “suphanallah” diyor üflüyordu. İşi bittiğinde ağzından dökülen dualar da bitmişti.

“Kızım şimdi beni iyi dinle. Bir kere bu çocuk senin değil” Hacer ile Safiye birden şok geçirdiler. Hacer bir kabahat işlemiş gibi utancından kızarmış, Safiye Hanım saçma şekilde oğlunun boynuzlandığını düşünmüş kızgınlıktan kızarmıştı. Bir anda şimşek hızı ile geçen bu düşüncelerden Seyit Efendi çıkardı her ikisini.

“Durun hemen telaş etmeyin. Kızım bu çocuk hem senindir hem senin değil. Bu çocuğu sen doğuracaksın. Ama esas anası sen değilsin. Onun anası çok önceden ölmüştür. Kim? dersen ben de bilemem. Belki çocuk ilerde söyler sana. Bu çocuk başka alemden. Ama bu dünyada anası sensin. Sen bakacak sen gözeteceksin. O yüzden rüyanda yanına gelmek isteyen çocuğu kabul etmelisin. Eğer kabul edersen huzura erirsin. Etmezsen çocuk doğduktan sonra kabusların daha da artacak. Allah muhafaza cinler aklını bile alırla. Sanki bu dünyada onu koruyan gözeten bir görevli gibi olacaksın. Onu emzirmeyeceksin, öpmeyeceksin, koklamayacaksın, kokunu bilmeyecek. Yani bir ananın sevgisini vermeyeceksin. Çünkü bu çocuk başka ananın sevgisini taşıyor. Başka ananın sütü dudaklarını ıslatmış. Sen bir ana gibi sevsen de o, bir çocuğun anasına duyduğu sevgiyi sana göstermeyecek. Bu da hem sana acı verecek hem de onun vicdanını yaralayacak iki sevgi arasında çırpınıp duracak. Bu yüzden diğer çocuklarına gösterdiğin sevgi ve şefkati asla ona göstermeyeceksin mesafeni koruyacaksın” Seyit Efendi sustuğunda Hacer ile Safiye’nin şaşkınlıktan dilleri tutulmuştu. Donup kalmış, akılları karışmıştı.

“Bu nasıl olur Seyit Efendi? Canımdan can verdiğim evladıma nasıl analık yapamam. Ben öleyim daha iyi. Allah biliyor ya dilim böyle söyler ama bana kabuslar yaşatan bu çocuğu gönlüm istemez. Bu ne beladır başıma gelen. Ben bu sabiyi nasıl emzirmem, nasıl öpüp koklamam. Deli olurum” gözyaşları ile Safiye Hanıma döner “Ana! Sen de bir şeyler de hele. Ne yapalım? Düşürelim ana. İstemiyorum ben bu çocuğu. Analık yapmadığım çocuğu neyleyeyim. Hem o hem ben perişan oluruz. Ben böyle yaşayamam.”

Safiye Hanım gözleri fal taşı gibi açılmış Hacer’in karnına bakıyordu. Sanki orada büyüyen bir çocuk değil de şeytandı. Oğlunun başına gelen bu bela Allah bilir neyin cezasıydı, bu işten en az zararla nasıl çıkacağını düşünüyordu. Bu çocuğun anası Hacer değilse babası da Hamdi değildi. Peki kimdi babası o zaman? Yoksa Hacer ile Seyit Efendi kendisine oyun mu oynuyorlardı? Hacer orospuluk edip başkasından yaptığı çocuğu oğluna mı yamayacaktı? Seyit Efendi de bu suça ortak mı yoksa? Belki babası Seyit Efendidir. Olamaz mı? Bal gibi olur. Beş sen önce ayakkabıcı Fethi’nin karısı Gülnaz ile adı çıkmamış mıydı? Gülnaz’ın en küçük kızı nasıl da Seyit Efendiye benziyor. İftira denildi. Herkes de inandı. Seyit Efendi gibi ilim irfan sahibine yakıştırılacak şey miydi? Ama bu çocuk neyin nesiydi şimdi? Eğer babası o ise neden çocuğuna analık yapmamasını istiyordu? Günah tohumu da olsa insan evladına bu kötülüğü yapar mıydı? Safiye hanımı bu düşüncelerden Seyit Efendi çıkardı

“Hayır kızım. Düşüremezsin çocuğu. Hem Allah’ın verdiği cana nasıl kastedersin. Günah işlemek için böyle bir şeye kalkarsan her ikiniz de ölürsünüz. Buna hem intihar hem de cinayet denir. Cehennemde iki kez yanarsın. Bunu kabullenmekten başka şansın yok. Şimdi bu okunmuş su dan her akşam bir çay kaşığı içeceksin. Şu defne sabunu ile yatağa girmeden önce yıkanacaksın. Ama banyo suyunu tuvalete dökme sakın. Bahçeye, toprağa dök. Şu muskayı koynundan asla çıkarma. Ta ki çocuğun evlenip evden ayrılıncaya kadar. Allah yolunu açık etsin, evine şans bereket getirsin” diyerek ayağa kalktı. Artık gitme vakti gelmişti. Safiye Hanım sinirli bir şekilde Seyit Efendinin suratına bakarak arkasını döndü. Koynundan iki yüz lira çıkarıp verdi. Seyit Efendi meme kokusu sinmiş parayı sakalında sıvazladıktan sonra divan minderinin altına soktu.

* * *

Hacer yaklaşık iki saat süren doğum sürecinden sonra nerdeyse baygın bir şekilde serilmişti yatağa. Beyaz çarşaf, kan ve rahim lekelerine boyanmıştı. Her hâli ile yılların tecrübesini gösteren ebe, Safiye hanıma dert yanıyordu. Uyku ile uyanıklık arası yarı baygın hâlde konuşmaları dinleyen Hacer, gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Yine uykusunda mı ağlıyordu yoksa bilemiyordu. Ama bitmişti işte. Seyit Efendinin dediklerini yaptığından beri kâbusları hakikaten sona ermişti. En son rüyasında çocuk eteğini tuttuğunda “Evet yavrum. Alıyorum seni yanıma. Hep yanımda olacaksın. Hemencecik gel” demişti. Çocuğun kara gözleri büyümüş, ağzı kocaman açılmış gülümsemeye başlamıştı. O kara oğlan gittikçe küçülmüş, beyazlaşmaya başlamış küçücük parlak bir nokta olmuş ve birden kaybolmuştu. Bir daha görünmedi. Hacer ondan sonra huzurlu uykulara kavuşmuş, tek bir rüya görmeden nerdeyse on dört-on beş saat uyuyabiliyordu. Uykusuz ve acılarla geçen yedi ayın hıncını alıyordu sanki. Hamdi artık uykusunu bölmeyen karısını yataktan atmıyor, bazen uyanmayan karısının yanağına bir öpücük kondurup işe gittiği bile oluyordu.

“Ayol ben böyle bebek görmedim. Canımı çıkardı Safiye Hanım. Şuna bir bak elimden azıcık büyük. Ama nerdeyse annesini de kendisini de öldürüyordu. Hiç mi ağlamaz bu! O kadar kıçına vurdum, bacağını çimdikledim bana mısın demedi. Ölü mü doğdu diye korktum vallahi. Kalbini dinledim atıyordu. Yine de emin olamadım. Ağzına ayna tuttum- Allah günah yazmasın. Biliyorsun kırkı çıkmadan ayna tutulmaz çocuğa. Uğursuzluktur- ayna buharlandı. Ay! Ben böyle bir şey ne gördüm ne duydum. Neyse, ağlamıyor ama karnı açtır bunun. Annesine verelim de emzirsin. Öpsün, okşasın bebeğini”

O sırada Hacer’in kafasına kırmızı kurdele bağlamaya çalışan Safiye Hanım ile yarı baygın hâlde Hacer aynı anda,

“Olmaz!” diye bağırdılar. Hacer’e birden can gelmiş yatakta dirseklerinin üstüne doğrulmuş, Safiye Hanım da ayakta ince kaşlarını çatarak Ebeye bakıyorlardı. Ebe iki kadının bu sert tepkisine şaşırdı. Safiye Hanım birden kendisini toparladı yumuşak bir sesle

“Selma Hanım biz ikinci günü bebeği emziririz. Âdettendir. Hem bebek dünyaya gelme şaşkınlığını giderir, açlığın bu dünyada en büyük sorun olduğunu anlar kıymet bilir, hem de o zamana kadar annesinin sütü göğsünü tartamayacak duruma gelir. Bebeği nerdeyse günlerce tok tutacak sütü olur”

“Allah! Allah! Bir yaşıma daha girdim. Hiç böyle bir şey duymadım. Peki siz bilirsiniz. Doğarken ağlamadı belki açlıktan ağlar. Ben gideyim artık o zaman” der.

“Ellerine sağlık Selma Hanım” diyerek koynundan Safiye Hanım beş yüz lira çıkarıp verdi. Ebeyi uğurlayan Safiye Hanım sinirli bir şekilde ayaklarını vurarak tekrar odaya girdi. Bebeğe uzanıp baktı. Kara uzun saçları ve kara kaşlarının altında gözleri kapalı ince bir çizgi oluşturan bebek, minicik ağzını açıp kapıyor al dudağını sağa sola oynatarak ağzı ile sanki bir şeyler arıyor gibiydi. Hacer ise terden sırılsıklam olmuş yüzünde gözleri kısmış yarı baygın şekilde Safiye Hanımı takip ediyordu.

“Bak hele!” dedi Safiye. Hacer kaşlarını kaldırıp Safiye’nin yüzünü daha iyi seçmeye çalışıyordu.

“Bir kadın buldum. Daha iki hafta olmuş doğuralı. Kocası beş ay önce ölmüş. Kızını emzirirken bu eniği de emzirecek. Biraz paraya anlaştım. Sende sütünü sağar kediye köpeğe verirsin artık. Herkese senin sütünün olmadığını, kesildiğini söyleyeceğiz. Tamam mı? Sonradan bozma bu işi.” Safiye’nin bu emrivaki sözlerini Hacer yarı kapalı gözlerini açıp kapayarak tamam anlamında cevapladı.

Hamdi iki kızdan sonra gelen oğlanın sevincini bütün kahveye çay ısmarlayarak, evin iki sokak altındaki meydanda kestirdiği kurban eşliğinde davul zurna çalarak kutluyordu. Bu doğumun hamallık yapan Hamdi’nin hayatında nasıl bir değişiklik yapacağını tartışan mahalleli, oğlan çocuğunun şans mı şansızlık mı getireceği üzerine nerdeyse yumruk yumruğa gelecek gereksiz tartışmaya girmişlerdi. Tarlası, bağı, bahçesi olmayan birisinin erkek evladı olsa ne olur. Kız evlat hiç değilse başlık parası getirir diyenler ile, erkek evlat, mirası olmasa da her türlü ekmeğini taştan çıkarır diyenler birbirlerine bas bas bağırarak tartışıyor diğer yandan kurban etini dişliyordu.

* * *

Hamdi babasının ismin vermişti çocuğa. Süleyman isminden gurur duyuyor, kahvede, sağda solda oğlundan bahsederken dinleyenler kocaman bir adamdan bahsediyor zannederlerdi. Bir ayağı evde bir ayağı süt annesindeydi. Sabah erkenden Süleyman’ı kucaklayıp Fatma’ya götürüyor, oradan kahveye uğruyor sonra akşam geç vakitte Süleyman’ı alıp eve geri getiriyordu. Yaklaşık üç sene bu şekilde geçti. Süleyman iki yaşında sütten kesilmesine rağmen Hacer ile Safiye düzenli olarak Fatma’ya gönderiyordu.

Süleyman bütün gününü Fatma’nın evinde geçiriyor, uykuya daldığında babası eve getirip beşiğine yatırıyordu. Hamdi oğlunu tek sabahları uyanık görüyordu. Onda da çocuk açlıktan huysuzlanır, gülmez oynamaz mendebur bir şey olurdu. Oğlan çocuğu sevgisini ve sıcaklığını tadamayan Hamdi tokatlar, ağlayıp zırlayan çocuğu kolundan sürükleyerek sinirli sinirli Fatma’ya götürürdü. Süleyman Hacer’i nerdeyse hiç görmüyordu. Sabahları üstünü başını değişen Hacer hüzünlü gözler ile çocuğa bakar, kafasını iki okşar sonra babasına teslim ederdi. Süleyman bu kadının kim olduğunu anlayamadı bir türlü. Sevmek ile sevmemek arasında ikilem yaşayıp duruyordu. Bu kadının gözlerine baktığında acıyı, hüznü, sevgiyi hissedebiliyor ama bunlara dokunamıyor, sarılamıyor, okşayamıyordu. Bazen Hacer’in yanağından süzülen gözyaşlarını görüyor, bunu babasının vurduğu tokatlara yoruyordu. O zaman Hacer’e sarılıp gözyaşlarını silmek teselli etmek istiyor, tam sarılacağı zaman Hacer ayağa kalkıp koşarak oradan uzaklaşıyordu.

Süt annesi Fatma, Süleyman’ı kızından ayrı tutmamıştı. Yirmi dört yaşında dul kalmıştı. Un değirmeni işleten kocası, müşterisi Fırıncı Nevzat ile alacak verecek meselesinden kavga etmiş, Nevzat’ın kafasına vurduğu kürek darbesi ile oracıkta ruhunu teslim etmişti. Fatma Süleyman’ı emzirirken başını okşuyor, sanki ölen kocasının yara izini parmakları ile Süleyman’ın kafasında arıyordu. Evin içinde çocuk da olsa erkek bir varlığın olması mutlu ediyordu. Aşk evliliği yaptığı kocasını asla unutamayan Fatma, Süleyman’ı evinin erkeği olarak görüyordu. Yüzünün, gözünün eşine ne kadar benzediğini hayretle inceliyordu. Fatma gün gün büyüyen Süleyman’ı seyrederken, çocukluk düşlerinde geziyordu; top peşinde koşturmaktan terleyen Murat’ın, Fatma’nın minik parmakları arasındaki su şişesini alıp kafasına dikmesini, sıcaktan pembeleşmiş yanaklarını, terden alnına yapışmış kara perçemini, suyu bir dikişte “Gurk!Gurk!” sesler çıkararak içişinin hülyalarını yaşıyordu. Bu rüyadan Süleyman’ın koşturarak gelip kucağına atılarak “Anne! Karnım aç” sözleri çıkarırdı. O an aguşuna sığınan çocuğun Murat mı yoksa Süleyman mı olduğunu anlayamaz, çocuğa nasıl sarılacağını bilemezdi. Sonra kendine gelir bir ana şefkati ile Süleyman’ı öpüp kucaklar, eve sokardı. Fatma’ya göre Süleyman gün geçtikçe Murat’a daha çok benzemeye başlamıştı. Süleyman’ın ağlarken sessiz ve içten çıkardığı sesler, gülerken çenesini yukarı kaldırıp damağını gösterircesine uzun uzun gülmesi, kızdığında gözünün hiçbir şey görmemesi bodoslama kavgaya girmesi Murat’ın huylarıydı. On yaşında Murat gibi aynı boy, aynı kavruk bedene sahipti. Murat’ın sevdiği yemekleri yer, tavuklu pilava Murat gibi ardı ardına kaşık sallar, keyiften ağzı doluyken herkese laf yetiştirmeye çalışırken pirinç taneleri sağa sola sıçrardı. Murat’ın küçüklüğü Süleyman’ın hayatının bir parçasına dönmüştü. Çoğu zaman, pencerenin önündeki divanda Fatma’nın dizine başını koyar, Murat’ın hikâyeleri ile rüyalara dalardı. Murat gibi aşağı mahalle çocukları ile kavga eder, Edip’in kafasını uzaktan attığı taş ile kırar, Kazım amcanın bahçesinden kış armudu çalarken yakalandığında yediği sopanın kıçını nasıl kızarttığını hayal ederdi. Fatma bazen dalar, bulunduğu yeri ve zamanı unutur, evlilik hayatı ile ilgili düşlerini anlatırdı. Murat’ın ilk elini ne zaman tuttuğunu, nasıl öptüğünü, Murat’ın ana babasının kendisini nasıl istemeye geldiğini, kızları Zeynep olduğunda kulağına ezan okuyup Zeynep ismini verdiğini, nazar boncuğu ile muskayı o körpecik boynuna astığını farkında olmadan anlatırdı. Hatta içini boşaltmak için olsa gerek, o melun günde Murat’ın nasıl öldüğünü, o kafir caninin Murat’ın canını nasıl aldığını en küçük ayrıntısına kadar anlatıyor, gözyaşları yanaklarından süzülerek Süleyman’ın saçlarını ıslatıyordu.

İnsanın ruhunu okşayan ezgili sesle anlatılan bu hikâyeler, Süleyman’ın iç dünyasını allak bullak etmişti. Fatma’nın evinden çıkıp kendi evine gittiğinde bambaşka bir dünyaya giriyor, anne dediği kadın kendisinden fellik fellik kaçıyordu. Hamdi yüzüne bile bakmıyordu. Kız kardeşleri ise, analarından süt emmeyen bu oğlan çocuğu ile hiç konuşmaz, oynamaz üvey kardeş gibi davranıyorlardı. Kırk yabancı gibi girip çıktığı bu ev ruhunu sıkıyor, bir an önce sabah olmasını Fatma’nın yanına gitmeyi arzuluyordu. Hacer’e anne dediği için Fatma’ya anne diyemiyordu. Ama Fatma’daki sevgi ve sıcaklığı Hacer’de göremiyordu. Fatma annesi değilse peki kimdi? Kendisini bu kadar seven, şefkat ve merhametini esirgemeyen bu kadın kimdi? Bu sorular Süleyman’ın ruhunu küçük parçalara ayırıyor, cevabını bulmak için türlü türlü yeni sorular kafasını kurcalıyordu. Bazen oyunu bırakır, arkadaşlarından ayrılır tarlalar arasında uzun yürüyüşler yapar, düşüncelere boğulurdu. Eve geldiğinde Fatma’nın telaşını ve sevgi dolu bakışları içini mutluluk ile doldururdu. İşte o zaman kendisinin kime ait olduğunu anlar, huzura kavuşurdu. Ama bir süre sonra içinden çıkılmaz sorunun yanıtını bulamaz yine hüzünlere boğulurdu.

On üç yaşındaydı. İçeride yan odada sırtüstü uzanmış, Fatma ile komşusu Asiye’nin arada bir kahkahalar attıkları sohbeti dinliyordu. Asiye kocasıyla olan maceralarını arsızca anlatıyor, iki kadın arasında kalacak sırlardan bahsediyordu. Asiye’nin kocası ile Murat çok yakın arkadaş olduklarından ortak anılarını anlatırken eksik yanları bir diğeri tamamlıyor, kahkahaları evi çınlatıyordu. Süleyman bütün bunları dinlerken Murat’ın hayaleti sanki evin içinde geziyordu. Bütün odaları tek tek dolaşıyor, bazen mutfakta su içiyordu. Bazen de uzandığı yatağın başucuna geliyor, pos bıyıklarının altından parlayan bembeyaz dişleri ile gülerek bakıyordu. Tam karşı duvarda asılı siyah beyaz fotoğraftaki gibi. Gözlerini fotoğrafa diker, Murat’ın gözlerini, burnunu, kulaklarını baş ve işaret parmakları ile ölçü alır, kendi uzuvları ile orantılardı. Bir kömür parçası ile pos bir bıyık yapar, onun gülüşünü taklit ederdi. Bu ne kadar sürerdi bilinmezdi.

Yaz günleri akşama doğru bir sokak arkada, eski mezar taşlarının olduğu yerde arkadaşları ile toplanır gülle oynar, ama çoğu zaman birbirlerine korkutucu hikâyeler anlatırlardı. Ölülerden, cinayetlerden, öbür dünyadan masallar uydurulur, anlatılanların yaşandığına dair bin bir yeminler ederlerdi. Mezar taşlarının soğukluğu kalplerini sarmalar, gözlerini faltaşı gibi açmış hikâyeciyi pür dikkat dinlerlerdi. Karanlık çökmeye başladığında hikâyelerin en korkutucu ve en heyecanlı anları başlar, mezar taşları uzamaya, mezar başlarındaki kâh kavuk, kâh ucu üçgen biçimindeki taşlar korkunç bir hâl alırdı. Hele bir de yakındaki binanın çatı arasına yuva yapmış baykuş öterse, çocukların rengi küle dönerdi. Birisi korkup kaçtığı anda hikâye de orda biter, herkes dağılırdı. Mezarlığı en son terk eden kahraman, ilk kaçan ödlek olur ertesi gün ödlekle dalga geçilir, kahraman ise övülür kaldıkları yerden devam ederlerdi.

Sıcak bir Ağustos akşamında uyduruk hikâye anlatmakta mahir olan Mahmut, istediği etkiyi uyandırmıştı çocuklarda. Süleyman dahil beş kişilik dinleyici çocuk, put gibi Mahmut’u dinliyordu.

“… sonra kız gelmiş kapıyı çalmış. Kapıyı açan Şerife teyze-Buyur kızım ne istedin? – diye sormuş. Kız saçlarını arkaya atmış. Yüzünü iyice dışarı çıkarmış. – Beni tanımadın mı Şerife? – demiş gülerek. Şerife teyze eğilmiş kızın yüzüne iyice bakmış. Çıkaramamış bir türlü. – Valla çıkaramadım kızım- demiş. Bir yandan da korkuyormuş Şerife teyze. Kendisinden belki 25 yaş küçük on iki on üç yaşındaki çocuk Şerife teyzeye, “Şerife” demesi aklına deli midir nedir gibi düşünceler getiriyormuş. Kız birden elbisesinin eteğini kaldırmış göbeğini açmış- Hele karnıma bir bak! – demiş. Kızın karnında dikiş atılmış kocaman kesik varmış. – Benim. Ablan Nazife.- demiş kız gülerek. Nazife, Şerife’nin yirmi yedi sene önce komşularının oğlu tarafından bıçakla öldürülen ablasıymış meğer. Nazife kollarını açarak Şerife’ye doğru ilerlemiş. Şerife orda düşmüş bayılmış. Epey baygın kalmış, ayıltamamışlar bir türlü. Şerife kendisine geldiğinde Nazife’yi bir kanepede oturmuş kendisine gülümseyerek bakar şekilde bulmuş. Yanında da hiç tanımadığı, kırk elli yaşlarında karı koca, eşine çocuklarına bir şeyler anlatıyormuş. Kocası yanına gelmiş, kolonyalar dökmüş, biraz ferahlatmış. – Bu senin bacın Nazife’dir. Siz küçükken neler yaşamışsanız hepsini anlattı bize. Başka bedende tekrar dünyaya gelmiş. Allah’ın hikmeti işte. Demek bu dünyada yaşayacak daha ömrü varmış. Ailesi de Nazife olduğunu söylüyor. Onlar da çok sormuşlar araştırmışlar. Doğduğunda karnındaki yara izi ile doğmuş. Aynı Nazife’nin bıçak izi gibi. Beş yaşından beri benim adım Nazife deyip duruyormuş. Şerife bacıma götürün beni diyormuş. Kız biz de kalmak istiyor. Bana sorarsan; ben ikna oldum. Senin bacındır. Gelsin kalsın- demiş Şerife teyze tekrar orda düşmüş bayılmış. Neyse, kız Şerife teyzelere yerleşmiş. Aradan zaman geçmiş herkes birbirine alışmış. Bazen Şerife Nazife’ye “Abla!” diye sesleniyormuş. Farkına vardığında bu acayip durumdan utanıyor, kendine gelip ne abla ne de Nazife diyormuş. Sadece “Şeyyy! Yaaa hele bak!!” gibi seslenerek konuşuyormuş. Bir gün Nazife gece yarısı herkes uyurken kalkmış mutfağa gitmiş. Kurban kestikleri büyük bıçağı almış. Uzun beyaz basma geceliğiyle sanki bir ruh gibi geziyormuş evde. Ayın ışığı camdan içeri vuruyor, Nazife’nin gölgesi kocaman oluyormuş. Sanki Nazife’nin dışında uzun boylu ikinci birisi daha varmış. Nazife, Şerife teyzenin başında durmuş. – Şerife! Şerifeee! Uyan! – Şerife teyze uyku sersemi gözünü açmış bir bakmış başının üstünde bir bıçak havaya kalkmış – Şerife hadi gideceğiz bu dünyadan. Bizi bekliyorlar diğer tarafta. Bize burada huzur yok.- demiş. Tam bıçağı saplayacakken Şerife teyze – Aneeeeeeyyy!-diye çığlık atmış.”

Mahmut “Aneeeeeyyy!” diye bağırınca bütün çocuklar yerinden sıçradı. Kemal “Aneeeeyy!” diye kaçarak tabanları yağladı. Arkasından diğerleri koşarak mezarlığı terk ettiler. Sadece Süleyman en arkada kalmış bir süre sonra koşmayı da bırakmıştı. Elleri cebinde yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. Mezarlığın kahramanı olmaya aday Mahmut geri dönüp baktığında esas kahramanın Süleyman’ın olduğunu gördü. Geç kalıp dayak yememek için umursamaz bir şekilde omuzlarını silkip eve doğru koştu.

Hacer’in evine geldiğinde kimseye selam vermeden- zaten kimsenin umurunda değildi- doğrudan odasına geçip yatağına uzandı. Yıllardır bir habis gibi beynini kemiren soruların cevabı Mahmut’un anlattığı hikâyede gizliydi sanki. Tamam, hikâyenin sonunu korkutmak için abartmıştı. Ama bu başka bir şeydi. Başka bedende doğup gelen insanları daha önceden duymuş, o zamanlar etkilenmemişti. Düşünceleri hızla beyninde geçiyor, analizler yapıyordu. Anne, baba dediklerini sevmiyor, kardeşlerine kırk yabancı gibiydi. Ama Fatma öyle miydi? Anne dese dahi, sanki başka bir duygu, başka bir sevgi sarıyordu ruhunu. Bazen bir aşk, bazen hazların en yükseği cinsel bir duygu yükseliyordu içinde. On iki yaşında bebekliğinde olduğu gibi meme emmek istemiş, Fatma bir süre gözlerinin içine bakmış sanki “Tamam” diyecek gibiydi, sonrasında fikrini değiştirmiş kızmıştı. Asiye’nin kocasıyla yaşadığı maceraları Fatma’da istemiş miydi acaba? Neden uzunca baktıktan sonra “Hayır!” demişti. Sanki kocasına bakıyordu o an. Mahmut’un anlattığı hikâye kendisinde gerçekleşiyordu sanki. Huzursuz ruhu Mahmut’un anlattığı Nazife hikâyesi ile rahatlamıştı. O gün karar verdi. Evet, Süleyman bedeninde doğan Murat’tı o. Fatma’yı bir anne gibi değil, bir sevgili, karısı gibi seviyordu. Bu tutku anne sevgisi olamazdı. Bir aşktı. Murat’ın aşkı, Murat’ın sevgisiydi. Beden sadece bir araçtı. Süleyman bedeninde doğan bu sevgi, her halükârda aşkına kavuşmak için yollar oluşturmuş ve nihayete ermişti. Çocukluğundan beri yaşadığı duygu karmaşası yerine oturmuştu. Fatma annesi değil, çocukluğundan beri sevdiği, seviştiği kadındı. Yıllardır mutsuz, huzursuz geçen günleri son bulmuştu. O akşam verdiği karar Süleyman’ın kaderi olmuştu.

Sabah kalktığında hiçbir şey demeden kapıyı çekip çıktı. Hacer ve evdekiler buna alışıktı. Hiç kimse ağzını açmadı. Fatma’nın kapısını çaldığında yıllarca geldiği süt annesinin evi değil de evin reisi, evde bekleyen bir kadının kocası pozları takınmıştı.

“Hoş geldin Süleyman” dedi Fatma gülümseyerek.

“Ben Süleyman değilim. Ben Murat’ım” dedi Süleyman kararlı bir şekilde.

Fatma dondu bir an ne diyeceğini bilemedi. Kapının önünde on üç yaşında bir çocuk kocasının adını anıyordu. Şaşkınlığını gizleyerek şakaya vurdu,

“Sen ne diyorsun Süleyman? Hele gel içeri. “

Süleyman içeri girdi. Hareketlerinde on üç yaşında bir ergen değil de koca bir adam davranışı vardı. Pencerenin önünde oturdu. Murat’ın resminde gördüğü gibi dişlerini gösterecek şekilde gülümseyerek bakıyordu. Fatma tedirgin bir şekilde karşı kanepeye oturmuştu. Koca adam pozlarında koltuğa kurulan Süleyman’ın tavır ve davranışlarını izledi bir süre.

“Sülooo! Sen ne dedin az önce?” diye merakla sordu Fatma.

“Bana Süleyman deme Fatma. Ben Süleyman değilim. Benim ben! Murat?” dişlerini göstererek gülümsedi.

Fatma Süleyman’ın yüzüne baktı. Tuhaf davranıyordu bu çocuk. Anlam veremedi bir türlü. Murat ile Süleyman arasında bir ilişki kuramadı. Şaşkınlığını atmaya çalışarak

“Anlayamadım. Ne dedin sen?”

Süleyman yerinden kalkarak gelip Fatma’nın ellerini tuttu. Diz çöküp Fatma’nın gözlerine baktı, kalın kaşlarını kaldırıp gözlerini iyice büyüterek

“Ben Murat’ım Fatma. Murat. Tanıyamadın mı?

Fatma ne diyeceğini şaşırmıştı. Yıllardır ruhunda, bedeninde yok edemediği aşkını, sevgisini, birisi tekrar kendisine vermeye çalışıyordu. Hem de on üç yaşında, körpe, taze bir çocuk. Emzirdiğinde duyduğu karmaşık hazları bu çocuk mu tetiklemişti? Ama nasıl da güzel bakıyordu böyle. Murat gibi inci dişlerini göstererek, onun pozlarını takınarak. Fatma ellerine sarılan çocuğun bakışlarına esir olmuştu. Ağzından tek bir kelime çıkmıyordu. Başlarda evlat diye sarıldığı taze beden, gerçekte kocasına mı aitti? Süleyman sevdiği, taptığı Murat ile ilgili bütün hikâyeleri anlatırken ruhu daralıyor, ellerine yapışan küçücük eller büyüyor, Murat’ın kemikli, ince güçlü ellerini anımsatıyordu. Bir mucize gibi Murat, Fatma’nın önünde diz çöküş yalvaran gözler ile, büyük bir aşk yaşadığı anıları anlatıyordu. Büyü eğer inanılacak bir şey olsaydı, bunun kanıtı Fatma olurdu. Süleyman Murat’ın hayatını çocukluğundan bu yana öyle güzel bir şekilde anlatıyordu ki eksiksiz kalan bir yanı yoktu. Evlilikteki yatak hikâyelerini dinlerken ne kadar Asiye’nin anlattıkları ile benzeşse de nihayetinde aynı işler yapılıyordu. Ama o bakışlar, o konuşmalar neydi böyle? Sanki Murat karşında durmuş en mahrem anılarını anlatarak kendisini şehvete getirmeye çalışıyordu. Duygusal ve psikolojik olarak darmadağın olmuştu.

Evet, kendisi de duymuştu başka bedenlerde ölen insanların geri döndüğünü. Ama başına gelebileceğini düşünemezdi. Ve bunu hayal ürünü görüyor, inanmak istemiyordu. Süleyman’ın anlattığı öyle olaylar vardı ki karı koca arasında kalabilecek sırlardı bunlar. Fatma bu gizem içerisinde kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Ama bu mümkün değildi. Nasıl olabilirdi bu? O çok sevdiği, taptığı sevgili kocası Murat, gerçekten geri mi gelmişti? Süleyman’ın bebekliğinden beri tanımlayamadığı sıcaklığın sebebi gerçekten bu muydu? Murat’ın ruhu Süleyman’ın bedenine mi geçmişti? Avuçlarının içinde kaybolan şu minik eller, Murat’ın öbür dünyadan uzanan elleri miydi?

Fatma’nın başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Küçük bir çocuğun ellerine sarılıp aşk sözcükleri söylemesi aptallaştırmıştı onu. Kendini Süleyman’dan kurtardı, yerinden kalkarak dışarıya attı. Temiz bir havaya ihtiyacı vardı. Derin derin soluyup olan bitenleri tekrar değerlendirdi. Uzun bir yürüyüşe çıktı. Derinlere, en derinlere indi. Her adımı anılarının bir döngü noktasını oluşturuyordu. Düşüncelerinin en karanlık noktalarında Süleyman Murat ile bütünleşip kendisine sarılıyor buluyordu. Bu gerçek olabilir miydi? Süleyman, Murat olabilir miydi? Bunu ne kadar kabul edemese de çevresinde yığınla örneği vardı. Güneş batıp ışınlarını bedenine çekmeye başladığı anda evine döndü. Kapıyı açıp içeri girdiğinde oturma odasında Süleyman’ın kendisine gülümseyerek baktığını gördü.

“Hoş geldin Fatma’m”

“Hoş bulduk Murat”

* * *

Aradan geçen bir yıllık sürede Süleyman ve Fatma’nın çevresindeki herkes bu olaya alışmıştı. Hacer, doğmadan mezara soktuğu oğlunun yasını tutuyordu. Hamdi, doğduğunda çok mutlu olduğu hâlde bir türlü kanın ısınamadığı bu çocuğun yükünden kurtulduğuna seviniyordu. Fatma’nın kaynanası ve kaynatası gün aşırı Süleyman’ı görmeye geliyor, oğullarına tekrar kavuşmanın heyecanını, coşkusunu yaşıyorlardı. Safiye Hanım bu işe çok sevinmiş, Seyit Efendinin ne mübarek bir hoca olduğunu, her şeyi bildiğini, yaptığı muskaları ve tılsımların anında nasıl etki gösterdiğini bire bin katarak anlatıyordu. Seyit Efendi bu reklamların semeresini toplamış, yan komşusunun üç katlı evini ucuza kapatmıştı. Gelip de sıra bulamayan müşterilerini bu binada yatılı kabul etmeye başlamıştı. Süleyman’ın arkadaşları çevresinden kopmuş artık ağabey, amca yerine koydukları Murat vardı karşılarında. Koca adamın kalkıp mahalle çocukları ile gülle oynaması yakışık almazdı.

Fatma’nın dışındaki herkes hemen uyum sağlamıştı bu duruma. Fatma, Süleyman’ın anlattıklarının doğru olduğunu görüyor, ama bunları nerden bildiğini kestiremiyordu. Böyle olunca içindeki kuşkular dağılıyor, gerçekten karşısındaki çocuğun Murat olduğuna kani oluyor, Süleyman’a aşk ile bakıyordu. Süleyman bu bakışı yakaladığında çapkınca gülümsüyordu. O an Murat kayboluyor, yerine küçük suratı ile Süleyman geçiyordu. Bu durum Fatma’nın aklını karıştırıyor, arzuları ile gerçekler arasında bocalamasına neden oluyordu. Çevresindeki herkesin kabullenişi kendisini de bu rüya alemine sürüklüyordu. Genelde geçmiş ile ilgili aynı şeyler anlatılıyor, bazen Süleyman farklı anlatsa da olayın özü aynı olduğundan üstünde pek durmuyordu. İnanmak ve kabullenmekten başka çaresi yoktu. Atalarından miras kalan yeniden doğma inancı bütün benliğini kapladı ve o da suyun akışına bıraktı kendini. Murat geri geldiğine göre yaşayamadığı gençliğinin tadını çıkarabilirdi artık. Garip de olsa mutluluğu yakalamış, keyifli günler geçiriyordu. Çocuk aklı ile kocalık yapmaya çalışan Süleyman eğlendiriyordu kendisini. Fatma’da karılık görevlerini yerine getirmeye çalışıyor, sanki çocukluklarında oynadıkları evcilik oyununu gerçek hayata geçiriyorlardı.

* * *

Süleyman eve perişan bir hâlde gelmişti o gün. Kendini lavaboya attı, elini yüzünü yıkadı. Belinden on dörtlü tabancayı çıkarıp masanın üstüne koydu. Gelip Fatma’nın ellerini tuttu. Fatma şaşkınca Süleyman’ın perişan hâline bakıyordu.

“Fatma’m. İntikamımı aldım.” dedi

Fatma’nın şaşkınlığı bir kat daha arttı. “Ne intikamı Murat? Ne oldu?” korkudan elleri titriyor, gözyaşları tetikte bekliyordu.

“Seni benden koparan, beni öldüren namussuz Nevzat’ı vurdum. Kanımı temizledim”

Fatma’nın elleri ayakları boşaldı. Yığılıp kaldı. Başı ağırlaşmış, kulaklarına gelen basınç Süleyman’ın sesini bir uğultu haline getirmişti. Pelte gibi olmuş vücudu sanki felç geçirmişti. Süleyman, çocuksu kuvveti ile Fatma’yı kaldırmaya çalışıyor ama gücü yetmiyordu. Boşluğa bakan gözleri ile sanki bu dünyadan kopmuştu Fatma. Bir ara “Benim kaçmam lazım Fatma’m. Polis gelir şimdi. Ama merak etme seni almaya geleceğim” sözlerini hayal meyal duyar gibi oldu. Bir sis bulutunun içinde Süleyman’ın silahı beline soktuğunu, dış kapıyı açtığını bu sırada patlayan silahların sesini duydu. Süleyman sırt üstü yere düşmüş beyaz gömleği kıpkırmızı olmuştu. “Fatma’m” sözleri dudaklarından döküldü. Dışarıdan gelen “Nevzat’ın kanı yerde kalmadı” çığlıkları uğultu şeklinde kayboldu gitti. Süleyman’ın kara perçemi bir gözünü kapatmış diğer açık gözü ile Fatma’ya bakıyordu. O aşk bakışı ile…

“Murat gene gel. “sözleri dudaklarından dökülürken Fatma başka bir alemde gibiydi. Zaten bu sözler evi dolduran mahallelinin duyduğu son sesti.

Fatma sonraki ömrünü Adana Akıl Hastanesi’nde tamamladı.

Erhan Eren