Öykü

Eski

Gökyüzü kapkaranlık, yağmur yağıyor. Hiç acele etmeden, yavaş yavaş yürüyorum. Gözlerim eski eşyalarla dolu kaldırımlara, çöp kutularına kayıyor. Bazen duraksayıp onları inceliyor, o eşyaların arasında neler olduğunu görmeye çalışıyorum. Yalnızca bugün yüzlerce eski fotoğraf, bir savaş gazisine ait madalya, sayısız ev eşyası, tüyden bir kalem ve bir oyuncak bebek gördüm. Şu an gördüğüm tüm eşyalar bu gece ortadan kaybolacak. Beyaz giysili adamlar onları geceleri almaya geliyorlar, bir keresinde gizlice izlemiştim. Cadde üzerindeki eşyaları bir araya topladıktan sonra uçan-dev-vakum tüm eşyaları içine çekmiş, çekilen kısımdan dumanlar gelmişti.

“Eskiye dair hiçbir şey kalmasın” diyorlar. Eski diye nitelenen nesneler, sahibi için bir değer taşıyıp taşımamasına bakılmaksızın alınıyor. Tek ölçüt 5 yıl ve daha uzak bir zamanda sahiplenilmiş olunması. Hâlâ yağmur yağarken caddelerin her yanına asılmış “5 yılı aşan ev eşyalarınız verin, yenilerini getirelim” yazılı panolara bakıp şaşırıyorum. İlk kez bu kanun çıktığında evimde 5 yıldan daha yakın bir zamana ait tek eşyam olmadığını fark etmiştim. Sebebini bile sorgulamadan, bütün komşularımın da aynısını yaptığını görünce ben de evimdeki eşyaların büyük bir kısmını onlara verip iki gün boyunca bomboş evimde, yerde uyumuştum. 2 gün sonra yepyeni bir yatak, masa, buzdolabı, ütü eve getirildiği zaman eskiyi unutmuş, yeni eşyalarımın keyfini çıkarmaya başlamıştım. Yenilerini alacağını bildiğinde eski eşyalarını vermek hiç de zor olmuyor ama söz konusu kişi için özel yere sahip bir eşya olduğunda bir hiç uğruna onları vermenin neden gerekli olduğunu durup düşünme gereği duyuyor insan. Duyuyor muyum, duyuyorlar mıdır?

Sekiz yıl önce, eşya kanunu ilk yürürlüğe girdiğinde bu durum çoğumuzu memnun etmişti. Eski eşyalarımızı iade etmiş, çok kısa bir süre içerisinde yenilerini almıştık. Evlerimizdeki bu değişim, yıllardır alışkın olduğumuz şeylerin ortadan kalkması güzeldi. Dört yıl sonra yalnız ev eşyalarının değil, tüm eşyaların, özellikle de sahibi için anı niteliği taşıyan eşyaların alınması gerektiğini açıkladılar. Devletin başındakiler “eski eşyalar sahibinin kelepçeleridir.” tarzı garip açıklamalarıyla durumu anlamlı göstermek için çabalıyorlardı. Birkaç ay sonra etrafta beyazlara bürünmüş, evlerde eski eşya arayan insanlar türedi. Bu dönemden itibaren bir şeyleri düşünme gereği duymaya başladım. Aradan geçen dört yılda olup bitenlere hâlâ mantıklı bir açıklama bulamasam da kimi zaman, özellikle de bu uzun yürüyüşler esnasında kendimi bir şeyleri anlamaya yaklaşmış gibi hissediyorum. Hâlâ yağmur yağıyor. Yavaş adımlarla su dolu çukurun etrafında dolanırken bu yürüyüşlerin beni çok mutlu ettiğini düşünüyorum. İş yerindekiler her gün eve kadar yürüdüğümü söylediğimde gülmüşler, ‘Ne garip, dakikalar içerisinde eve ulaşmak varken niye yürüyorsun ki?’ demişlerdi. Oysa bir kere yürümeyi deneseler, yürürken gün içerisinde birbirine karışan onca düşünceyi zihinlerinde toparlamaya çalışmanın zevkini tatsalar bana hak verirlerdi. Onlara bunu açıklayamadım.

Yürümek düşüncelerin toparlanması için bir araç, fakat yeterli bir araç değil. Asıl gerekli olan şey ise bir daktilo. Şimdilerde bu garip makineye benden başka sahip olan, hatta bu makinenin nasıl bir şey olduğunu bilen birileri var mıdır merak ediyorum. 40 yıl önce dedem onu bana verirken bile “Artık dünyada daktilo kullanan kimse yok, fakat sırlarını paylaşmak için de ondan iyi dost bulamazsın” demişti. Ona da bu daktiloyu kendi dedesi vermiş. “Peki eski eşyalar yasaklıyken sen nasıl daktilonu elinde tutuyorsun?” diye soracaksınız; saklıyorum onu. Geceleri komşu evlerde ışıklar bir bir söndüğünde daktiloyu gizli yerinden çıkarıp yazmaya başlıyorum. Saatlerce hayallerimi, korkularımı, düşüncelerimi paylaşıyorum onunla, ve o sırada dedemin sözleri çınlanıyor kulağımda: “Ondan iyi dost bulamazsın dünyada!”

Daktilonun elimden alınmasından korkuyorum. Kimse birbirine söylemese bile çoğumuzun neredeyse kendi varlığı kadar değer atfettiği en az bir eşyası var ve yine birbirimize söylemiyor olsak da birçoğumuz onları evimizin en gizli bölmesinde saklıyoruz. O tür bir eşya beyaz giysililer tarafından bulunduğunda bunu etraftaki herkes anlayabiliyor. Elinden alınan kitabı için beyaz giysililerin peşinden koşturan ve saatlerce caddenin ortasında ağlayan birisi vardı. Ölen eşinin fotoğrafını almak istediklerinde onlara vuran ve bu yüzden hapsi boylayan bir tanesinden ve daha pek çoğundan da haberim var.

Tekrar soruyorum kendime: “Niçin yapılıyor tüm bunlar?”

Geçmişte bazı devletler tarafından insanların toplumsal geçmişlerinin unutturulmaya çalışıldığını okumuştum eski kitaplardan birinde. O zamanlar bunu pek belli etmeden yapıyorlarmış. Şimdilerde elimizden alınan tüm bu eşyalar bana daha çok bireysel geçmişimizle bağlantılı gibi geliyor. Eğer öyleyse bireysel geçmişimiz devlet için niye bu kadar önemli? Benim eski daktilom, onun eski fotoğrafları ve bir diğerinin kartpostalları niçin alınmak isteniyor? Niye şimdi de toplumsal geçmişimizin uygunsuz yönlerini kendi hayal güçleri aracılığıyla düzeltmeye çalışmıyorlar? Bizim bir toplumsal geçmişimiz var mı ki?

Bir daktilo dışında bana geçmişi hatırlatan tek bir şey yok. Elimde somut hiçbir şey mevcut değilken kendi geçmişimi daha fazla ne kadar aklımda tutabilirim? Geçmişimi unutmuşken, anılarım yok olurken ben var olabilir miyim?

Ben kimim?

Tüm bu düşünceleri eve gider gitmez daktilomla paylaşmam gerektiğini düşünüyordum. Fakat evimin olduğu caddeye yaklaşırken yine o alışıldık manzaraya denk geldim: Tüm evlerin kapısı açıktı ve beyaz giysililer tek tek arama yapıyorlardı. Korktum. Adımlarım hızlandı, bir süre sonra koşmaya başladım. Evimin önüne vardım. Kapı açıktı ve içeriden sesler geliyordu. İlerledim. Salonda iki beyaz giysili, biri elinde daktilomu tutmuş, bunun ne tür bir eşya olduğundan bahsediyorlardı. Arkalarında beni görünce elime bir ceza kâğıdı tutuşturup evden çıkmaya koyuldular. Peşlerinden koştum. Caddenin ortasında biriken eski eşya yığının arasına daktilomu attıklarında gözyaşlarımı tutamadım. Ne yapmalıydı, ne yapmak gerekiyordu? Bilmiyorum. Yine aynı soru: “Ben kimim?”. Bu yaşımda hâlâ bunu bilemiyorum. Daha fazla yaşamak bana bunun bilgisini verebilir mi? Hayır… Niye yaşamam gerekiyor?

Eşya yığınına doğru yürüdüm. Yüzlerce eşyanın arasındaki daktilomu çıkarmaya çalışırken gökyüzünde gezen uçan-dev-vakumun üzerime yaklaştığını gördüm. Daktiloyu buldum, ona sımsıkı tutundum ama hareket etmedim. Uçan-dev-vakum’un alt bölmesinde ışıklar geldi. Eşyalar, daktilom ve ben yukarıya, hiçliğe doğru çekiliyorduk.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Vay… Güzel bir kara öykü olmuş. Havaya girdim, korktum ve ürperdim… Sonu da öyküye yakışan bir son olmuş. Elinize sağlık

  2. Avatar for vacigok vacigok says:

    Çok teşekkürler. ^-^

  3. Avatar for Aremas Aremas says:

    Dingin, sade ve hedefi on ikiden vuran bir öykü. Bazı cümleler tercihen daha az kelime kullanılarak inşa edilebilir gibi geldi. Bir de sayıları yazıyla belirtirseniz daha şık görünür kanaatindeyim.

  4. Başarılı, duygusal ve güzel bir distopya öyküsü olmuş. Oldukça beğendim.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for MuratBarisSari Avatar for Aremas Avatar for azizhayri Avatar for vacigok

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *