Öykü

Exodus

1- Tepe;
“Gelin yanıma gelin ve size olduğunu düşündüğünüz şeyin aslında ne olduğunu açık edeyim.” dedi dingin sesi ile cehennemin kapılarında bir adam. İnsanlar şaşkındı, pek çoğu neden burada olduklarını bilmiyorlardı. “Şüphecisiniz” dedi kendinden emin biçimde adam. Ne ışığı ne karanlığı hak ettiniz. Kendinizsiniz. Haksız olduğunuzu bu saatten sonra iddia etmemin manası yok, görüyorsunuz ya altın kapılar ve zehirli sarmaşıklar ile çevrili çelik kapılar iki yanımızda.” dedi git gide güçlenen sesi ile. “Artık inanç ile lanetli değiliz. Artık şüphe etmek zorunda değiliz, görüyoruz ve biliyoruz. Geri dönüş yok” isterik biçimde gülüyordu.

İnsanlar önce mırıldanmaya başladılar. Mırıltıları adamın yükselen kahkahaları eşliğinde uğultuya dönüştü. Kimse öfkeli değildi, en fazla merak içindeydi. ‘Ya şimdi ne olacak?’ sorusu sürekli dile getiriliyordu. Deli gibi gülen adamın dediği şeyler gerçekten doğruydu. İki kapıyı da görebiliyor ama onlara doğru yürüdüklerinde hiç yol kat etmiyorlardı. Her geçen anda yeni insanlar boşluktan bitiyordu. Güruh büyüdükçe uğultu da gürültüye dönüştü.

“Hayır! Bunu kabul etmiyorum!” dedi bir adam. Birbirine zıt iki yönde konuşlandırılmış kapıların ikisine de yönelmedi ve tamamen zıt bir yol tutturdu. Onu ufukta gözden kaybedenler oldu, üzerinde yürüdükleri yer düz değildi. Bazıları onun peşinden gitti, açıkçası onları bir daha gören olmadı. Derler ki o gün gidenlerin hepsi gerçekten özgür olabilmiş tek topluluktu. Ancak gerçeği bilen yoktur.

Bekleyiş ne kadar sürdü bilinmez. Herkes nasıl bir yaşam sürdüğünü bir ötekine anlatıyordu. Bazısı artık bittiğine mutluydu, huzuru bulmayı ümit ediyorlardı. Kimisi başına geleceklerden haberdardı ve kabullenmekte güçlük çekiyordu. Kimse gerçekten öfkeli ya da gerçekten mutlu değildi. Olamıyorlardı.

İnsanlar beklerlerken daha önce hiç görmedikleri diğerleri belirmeye başladı. İnsana benzeyenler ama insan olmayanlar. Yine de en geniş topluluk insanlara aitti. Gökten birbirine sarılmış çiftler halinde tek kanatlı insanlar indi. Onları görenler ilk başta meleklerin geldiğini sanmışlardı, ancak gelenlerin toprağa bastıklarını gördüklerinde bir şekilde kalplerinin derinliklerinde kendileri gibi olduklarını hissettiler. Işık değil toprağın çocuklarıydı hepsi de. Bazıları konuşuyorlardı ama böceğe benziyorlardı. Kimisi konuşamıyordu ama yüzleri yoktu. Çok küçük ve gözden kaçması kolay bir topluluk uzun boylu ve vakurdu, onları görenler kalplerinde önlerinde eğilme arzusunu iki kapının önündeki bu kutsal toprakta bile hissediyorlardı. Yine de kimse bir ötekine ‘uzaylı’ olarak bakmadı ve ayrım gütmedi. Artık bir önemi yoktu.

Bekleyişin doruğunda biri belirdi. Tam artık yeni kimse boş alanlarda yoktan var olmaya devam etmiyormuş gibiyken belirmişti. Sanki geriye kalan son kişiydi, yanan toprağın ve buz yeli nefesli kasırgaların geriye hiçbir şey bırakmayana kadar estiği yaşamdan kalan bir barmen gibiydi. Bar kapanırken en son geriye kalmış ve tüm sandalyeleri kaldırmış, masaları silmiş, bardakları yıkamıştı. Yorgun gibi bir hali vardı. Kimse ona yakın durmuyordu, varlığı ruhlarını ağırlaştırıyordu. Sanki tek bir kişi değil milyarların yükünü taşıyordu. Ancak o da toprağa basıyordu. “Geriye sadece ölümsüzler kaldı” dediğinde tüm güruh sustu. Gök deriden kanatları ve yanan saçları ile nice yaratığın işgalindeydi sonraki anın şafağında. Vampirler, huzursuz ölüler, insanları işgal etmiş iblisler ve kimisinin eski tanrılar adını verdiği nicesini bazı ölümlüler tanıdıysa da pek çoğu normalde ölümlü gözlerin yeryüzünde olsaydılar tekrar göremeyeceği son gölgeleri olurlardı. Öylesine farklı ve korkunçtular ki ancak ve ancak bu kutsal tepe üzerinde onlara rahatça bakılabiliyordu.

Başlangıçtaki deli adam “Demek siz bile çağrıya uymak zorundasınız ha? Ne büyük haksızlık – sarmaşıklı kapıyı göstererek – yeriniz orası zebani uyrukları! “ dedi umarsızca. Artık ne dediğini gerçekten düşünmüyordu ve sağlam bir dinleyici kitlesi kazanmıştı. Ölümsüzlerin gelişini haber etmiş olan adam önce cennetin kapılarına gitti, görünüşe bakılırsa kapılara yaklaşabiliyordu. Hüzünle cebinden basit bir tahta anahtar çıkardı ve tek devir çevirerek kolayca açı verdi. Daha sonra geniş kalabalığı hiç zorlanmadan kısa sürede aşarak Cehennem’in kapılarına geldi. Bu kez sağ cebinden elmastan bir anahtar çıkardı. Derinden gülümsüyordu bu kez. Kapının anahtarını toplam on üç kez çevirdi. Her döngüde kapının üzerinde sarmaşık köklerinden biri geri çekildi ve sonunda çıplak çelik kapılar kaldı. Yağlanmamış gibi görünen menteşelerinden gıcırdayarak oynayan kapı hiçte davetkar değildi. Kimse adamı tanıyamadı. Okudukları kitapların hiç birinde adı geçmiyordu, kendini tanıtmamıştı. Adama baktıklarında onu görebiliyorlardı ancak gözlerini bir an olsun kaçırdıklarında görüntüsünü akıllarında tutamıyorlardı.

Adam geniş topluluğun ortasına geldi ve bağdaş kurarak yere oturdu. “Şimdi, zaman tekrar çalışabilir” dedi. İnsanlar anlamadan baktılar önce. Vakur görünümlü devler Cennet’in kapılarına yöneldiler ve kapılardan geçtiler. Herkes onların kendinden emin adımlarını hipnoz altındaymışçasına izledi. Sonunda trilyonlarca ölümlü ve ölümsüz iki kapıya hücum etmeye başladı. Sayısız ayağın gürültüsü en büyük orduların marşından da uluydu. “Neden Cehennem kapılarına gidiyorsunuz aptallar!?” dedi birisi sonunda. Kalabalık anlamadan ona baktı. Birkaçı kavradı ki; baktığınızda hangi kapının hangisi olduğunu anlayamıyordunuz. Cennet kapısı sanarak gittiğiniz kapı aslında Cehennem’e ait olabilirdi. Sonuçta altından kapıların anahtarı tahtadan ve sarmaşık kaplı çelik kapının anahtarı elmastandı. İnsanlar şüpheye düştüler. Kendilerinden emin olamadılar. Bu saatten sonra yapacakları seçim her şeyi değiştirecekti. Ancak ve ancak kendinden emin olanlar hiç beklemeden ve duraklamadan kapılardan geçtiler.

Geriye dönüp bakan herkes kendilerini ortaya oturmuş isimsiz adamın yanında buluyorlardı. Bir çocuk hiç düşünmeden isimsiz adamın karşısına bağdaş kurdu ve onun gözlerinin içine bakmaya başladı. “Bana yardım etmeyecek misiniz bayım?” dedi masumca. Adam sırıttı, ne nezih ne de kötücül bir bakıştı bu. Tamamen insani bir sırıtıştı. “Kendi hükümdarlığının kapılarını seçemiyor musun Lucifer? Yoksa şu anda bile ışığın sana gülümseyeceğini mi hayal ediyorsun? İhanetin büyük, affedilmeyeceksin ve benimle birlikte gerçek sona kadar sürükleneceksin.” Çocuğa yakın duran herkes geri çekildi. Çocuk halen masum görünüyordu. Önce ağlamaya başladı. Ona bakan herkeste öyle büyük bir acıma duygusu yarattı ki izleyenler de gözyaşlarına boğuldu. İsimsiz adamın yüzü taş kesilmişti. “Beni kandırmak ile zamanını harcama, sonsuza kadar gireceğin kapıyı seçmek ile uğraşabilirsin. Ben burada olacağım, yeni gün doğana kadar iki anahtar ile arkanızdan kilitlemek için…”

“Siz kimsiniz acaba?” dedi yaşlı görünen bir kadın. Adam hiç istifini bozmadan halen tam karşısında oturmuş bir mimik ya da ufacık bir işaret bekleyen çocuk şeytana bakıyordu. “İsimsizim, amacım her döngüde değişir. Kişisel amacımı ve var oluş sebebimi kendime karşı sorumluyum, başka kimseye değil. Tanrı ve onun eseri olan hiçbir yaratık ile alakam yoktur.” dedi ve bir süre sustu, sonunda içten bir gülümseme ile ekledi, “Kadersiz ve özgürüm.”

“Peki, başka bir anahtarın var mı yabancı?” dedi pek çoğunun anlamadığı bir dilde tuhaf bir soydan gelen adam. Sesinde güç vardı. Bağdaş kurmuş adamın yüzü karardı, “Demek halen bir kaçış olabileceğini düşünüyorsun? Kaçıncı kez yapmak zorunda olmamana rağmen biz ikimiz ile beraber yolculuk ediyorsun?” dedi sinirli biçimde. Konuşma sırasında kapılara yönelmekten vazgeçmiş çünkü her defasında merak ile geriye dönüp bakmış kimseler etraflarında birikmişlerdi.

“Başka bir anahtar mı? Ne demek istiyor?” dedi biri sonunda öfke olmaya en yakın ses tonu ile. İsimsiz yabancı şaşkın taklidi yapar gibiydi, “İsterseniz siz karar vermeye çalışırken eski bir öykü anlatayım? Bugüne kadar duyduklarınızın hepsinden farklı” dedi mutlu mutlu. İnsanlar onun etrafında aynı onun gibi bağdaş kurarak otururlarken buldular kendilerini.

2 -Anlamsız ve Gerçek Yaratılış:

İlk önce hayaller vardı. Kimseye ait değildiler. Kimse onlara ulaşma niyetinde değildi çünkü kimse yoktu. Hayaller yokluğun sınırlarında ve varlığın hükümdarlığında gezinir bir ruh arardı. Sonunda en hayalperest canlının ortaya çıkması için ilk adımı onların atmaları gerektiğine karar verdiler ve mantığı yarattılar. Bundaki amaçları kendilerini sınırlamaktı. Eğer yapmasalardı gelecekte kendileri gibi başka hayaller ve başka varlık hükümdarlıkları vuku bulabilirdi. Ama, ancak ve ancak, insanlar her şeyi hayal edebilirler.

Hayallerin kendileri bile birden fazla boyutun oluşabileceğini ön göremedi. Mantık, maddeyi arzuladı. Vücut bulmayı diledi ve pek çoğunun doğa ana dediği kraliçe hükmünü duyurmuş oldu. Düzen ve kaosun ölçülü karışımıydı onun zihni. İlk gerçek ruhtu. Ancak bir ruhu olmasına rağmen asla hayal etmedi, sadece mantıklı olana sevgisizce yöneldi. Taraf gütmedi ve gütmeyecekti, hoş ya o ara zaman bile yoktu, tutulacak bir ‘yan’ yoktu. Doğa yokluğun sınırlarından kara maddeyi çağırdı, alevlerden ışığı ve hayallerden küreye hüküm buyurdu. Sonsuz göklere sayısız taş dikti. Maddeye kütleyi hediye etti ve ışığı sınırladı. İşte o anda farkına varmadan zamanı yarattı. Denildiği gibi, mantık kaosun düzensiz kurgusundan harikalar yaratabiliyordu. Hayaller kendilerini sınırladıklarını sanıyorlarken aslında sınırsızdılar. Bu ortamda tek bir kelime gerekliydi. Doğa ananın ruhunun asla kalbinden çağıramayacağı bir kelime. Hayallerin hayal edemeyeceği ve mantığın buyuramayacağı bir kaos. Bunu yapan zaman oldu, kelimeyi buyurdu ve kelime vuku buldu. Kelime ‘kandı’.

İlk kan her şeyin merkezine yerleştirildi. Genç güneşler etrafında dönerlerken topraktan küreler bir eriyip bir katılaşırken zaman, mantık, doğa ve hayaller onunla ne yapacaklarını bilemedi. Zamandan başka hiç biri onun nereden geldiğini bilmiyordu. Tanrı eğer varsa, işte bu aşamada işe parmağını sokmuş olmalı. İlk nefes, ilk kalp atışı, ilk ölüm ve ilk yaşam. Nereden geldiğini dilsiz zamandan başkası bilmez. Bu her ne kadar yaratılışın hikayesi olsa bile kanın var olması için hayallere ihtiyaç olmuştu. Tanrı belki de o anda hüküm süren her şeyin ortak düşüncesiydi. Aynı uğurda gerçeğe yansımış güçlü bir hayaldir belki. Görüyorsunuz ya her şey bu kadar basitti. Ta ki insanlar kendi tanrılarını yaratana kadar.

Kan diğer her şeyden güçlüydü. Zamanın üzerine biniyor, mantıklı davranıyor, doğa anayı kullanıyor ve yeni hayaller yaratıyorlardı. Kendi ortak eserleri onlara hükmedebiliyordu. Onların güçlerini kullandılar ve kendilerine yeni dünyalar yarattılar. Pek çoğunun aslında ne yaptığından haberi olmadı. Düşledikleri her diyar isimsiz bir boyutta hayat buluyordu. Huzursuz zamanlardı.

Düzensizliğin efendisi işte o vakit doğa anadan zincirlerini kırdı. Kaos tüm gücü ile evreni birbirine kattı. Pek çoğunuz ona büyük patlama der. Öncesini tam olarak bilmezsiniz. Ben de istesem bile sizin anlamanızı tümü ile sağlayamam.

Kaos her şeyi yok etti ve yeni bir düzen yarattı. Farklı boyutları aynı zaman uzay düzlemi üzerinden kaldırdı ve farklı boylamlara oturttu. Aralarında kapılar yarattı ve insanlara tutunabilecekleri mantıksız fikirler aşıladı ki neyin hayal neyin gerçek olduğunu tam olarak kavrayamasınlar. Kaosun tek gerçekten yarattığı şey öfke oldu. Ancak öfke sevgiyi çağırdı. Her şey yokluktan teker teker yerlerine oturan tuğlalar gibi geliyordu. Yokluğun sınırlarına dayanan yeni evren düzeni kusursuzdu. Ancak yokluk huzursuzlandı. Daha önce en büyük kendisiydi.

Ona bir insanmış gibi yaklaşmamak gerekir, egosu ya da hükmetme arzusu yoktu. Sadece kendisine çok yaklaşan olursa kendisinden yapmaktı düzeni. Uzun süre ona bakamazdınız. Ancak Kaos o kadar kudretliydi ki bir çıkış yolu buldu. Zamanın başını ve sonunu birbirine bağladı. Tek yaptığı buydu. Elindeki malzeme ile olağan üstü bir iş çıkarmıştı. Bu sayede yokluk eğer varlık hükümdarlığını işgal ederse zaman üzerindeki bir noktada her şey tekrar geri oluşturulabilirdi.

Kaos ve yokluğun sessiz savaşı sırasında insanların yarattığı tanrıların bilinci güçlendi. Öyle olağan üstü hayalleri vardı ki boyutlar ve aralarındaki aşılmaz duvarlar yıkıldı. Yokluk ve varlığın dışında üçüncü bir diyar açtılar. Bir zaman uzay cebi. Kimse oraya gitmeye cesaret edemezdi. İnsanlar ilk tanrısal hayallerin düzeninin çok ötesinde evrenler düşlediler ve hepsini oraya, rüyalara attılar.

Bu aşamada isimsiz yabancı cüppesinin iç cebine sol elini daldırdı ve camdan bir anahtar çıkardı. Gözlerini şeytandan ayırdı ve etrafında korku ile gözlerini ona dikmiş insanları bakışları ile tarttı. “Her zaman yeni bir başlangıç vardır.” dedi sakince. “Zamanın başı ve sonu yoktur, kendini yiyen bir yılan gibidir.” Cam anahtarı yere, toprağa sapladı ve sola doğru bir defa çevirdi. Kapılardan geçmeyi artık denemeyen binlerce ölümlü ve ölümsüzün ayakları altında parlak yeşil ve mavi renklerin dansından oluşan dev rünler ile bezeli bir dairesel yatay kapı açıldı. “Bu saatten sonra kaçış yok beyler bayanlar” dedi neşeyle. Lucifer çocuk formunu bozdu ve umutsuzluk ile isimsiz adama saldırdı, korkunçtu “Hayır, tekrar olmaz! Bana söz vermişti! Tekrar olmaz!” dedi. Son duyulanlar bunlar oldu.

Kutsal tepede isimsiz adam bir başına kalmıştı. Ayağa kalktı ve üzerindeki çimenleri silkeledi. “Uykunun yedi basamağından indiklerinde bildikleri her şeyin dışında olacaklar. Yeni bir başlangıç… Belki bir dahaki sefere kapılardan geçebilirler.” Boşlukla konuşuyordu. Boşluğa bakıyordu. Sessizliği dinledi ve biraz ardından devam etti, “Hayır, her şeye rağmen senin mührünü taşımayacağım. Ben kendimim, en az senin kadar. Yokluğun efendisine de aynısını söyledim. Ben ikinize de ait değilim. Öteki herkesin öyle olduğunu sanması umrumda değil.”

Tekrar sessizliğe büründüğünde iki ışık huzmesi usulca kapılara yöneldiler ve beklediler. Sonunda ardına kadar açık olan kapılar kapandı ve kilitlerin tıkırtıları tekrar duyuldu. Sarmaşıklar çelik kapıyı tekrar sarmaladı. Yerdeki yeşil-mavi işaretler yok oldu. Elleri sargılı, cüppeli adam başlığını kafasına geri çekti. Bir yerlerden dev gibi bir alacakarga geldi ve onun omzuna kondu. Ölümü kabul etmeyen özgür adamın yürüdüğü yolun aynısında yürürken bir ıslık tutturdu. Sanki az önce uzun zaman periyotlarında ara sıra yapabildiği nadir bir ego tatmin etme seansından çıkmış ve hafiflemiş gibiydi. Omuzlarında taşıdığı yükü boşaltmıştı ve tekrar yaratılan evrenin gümbürtüsünü çok uzaklardan bir yerlerde izlemek için bitmek bilmeyen yürüyüşüne devam ediyordu.

3- Anlam;

“Dede o kimmiş peki?” dedi tatlı sesiyle yaşlı adamın en küçük torunu. Büyük kızı önceki sene veremden ölmüştü ve torunlarına artık o bakıyordu. ‘Her çocuğa bir yastık başı masalı anlatılmalı’ gibisinden bir fikir ile büyümüştü ama hiç masal bilmezdi. Tek yaptığı var olanı değiştirmekti. Buna rağmen küçük kız onun anlattığı her deli saçması hikâyeyi severdi. Aslında yaşlı adamın tek hayali bir kitap yazmak olmuştu tüm hayatı boyunca. Ama yapamadı. Çünkü başardığında geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Aynı eşeğin önünde sallanan ipteki havuç gibi bunu önünde tutmuştu.

Şimdi ise görebiliyordu ki kitabı bu çocuklardı. Büyük torunu çoktan derin bir uykuya dalmıştı bile. Kız olan daha meraklıydı. Kitaplarda anlatılmayan şeyleri severdi. İnsanların bildiğini düşündüğü her şeye zaafı vardı. Ne kadar saçma ve anlamsız olurlarsa olsunlar o dedesinin her masalını severdi.

Yaşlı adam hikâyesinin bu kısmını ilk kez anlatmıştı. İsimsiz adamın aslında kim olduğu konusunda bunca zamandır halen bir fikri yoktu. Aslında bu hüzünlü bir durumdu çünkü hayatının öyküsünü elli yıla aşkın zamandır kafasında kurardı ve ana karaktere asla gerçek bir ad verememişti. Ancak zamanının geldiğini düşündü. Daha önce eğer ona bir isim verirse özgür ve farklı olan o adamı zincirleyecekmiş gibi hissetmişti hep. Ancak torunu ona sorduğunda bir ismin onun da hakkı olduğunu düşünmeden edemedi. “Ona isim vermek isteyen nicesi pek çok isim takmış. Ancak hiç biri aslında onu anlatmazmış. Bir gün gezdiği dünyalardan birinde gördüğü her şeyin adını bilen bir koca karının yanına gitmiş. İlk görüşte onun bir tür cadı olduğunu sezmiş ama ses etmemiş. Kadın ona tam bir yaz gecesi boyunca bakmış. Nehrin ortasında çırılçıplak beklemiş adam sırf deli bir cadı ona ismini söyleyebilsin diye. Hiç umudu da yokmuş hani.”

“eee peki sonra?” dedi kız uykulu bir merak ile. “Esrod” dedi adam aniden tatlı tatlı. Bir Evreka anıydı bu. “Anlamı nedir?” dedi kız gözlerini kapatırken, “Zamanın, hayallerin, mantık ve kaosun ilk zamanın kalp atışları eşliğinde güneşler etrafında dolanırlarken konuştukları dilde bir anlamı var.” Kız artık hafifçe nefesini alıp veriyordu. Derin bir uykuya dalmıştı bile. Yaşlı adam gülümsedi ve başucu lambasını kapattı. İki torununu da alınlarından hafifçe öptü.

Oda kararınca yazın açık bıraktıkları camın kenarında sanki bir karaltı görmüş gibi geldi ona. Dev gibi bir alaca kargaydı belki. Arkasını dönüp hol boyunca kendi yatak odasına giderken birden torunu ile konuştuğunda aklında çakan ‘ismin anlamını’ düşündü. Dile getirme fikri ile kalbi bu yaşında deli gibi çarpıyordu. Söylese gerçek olacaktı. Hayal değil, gerçek.

“Denge”


Erman Yücel | Nihbrin

Exodus” için 5 Yorum Var

  1. İşte bu güzeldi. Hikayeni genel olarak çok beğendim ama Lucifer’ı betimlemeni, yaşlı adamı ve bulduğu ismi özellikle çok sevdim. Nihbrin’in kaleminden, kendine özgü üslubu ile keyifli bir hikaye… Teşekkürler.

  2. İkinize ve okuyup da yorum yapmamış diğer herkese teşekkür ederim. Ben Exodus seçkide bu ay yayınlandıktan sonra kendim de oturup bir kere okudum şaşkınca. Üç ay önce yazdığım bir metni karşımda görmeyi garipsedim açıkçası.

    Lucifer bence çocuk yüzlüdür. Her zaman en olmadık yerden en zayıf olunan anda vurmayı amaçlayan birinin kaslı kuvvetli karizmatik bir süper kötü havasında olması hoş olmazdı herhalde.

  3. İlginç bir konuyu, değişik bir bakış açısı ile bizlere sunduğunu düşünüyorum. Sen de mit gibi anlatım tarzına alıştığım bir yazarsın bu yüzden okurken anlatımsal kendine özgülükleri bulmak hoş oldu. Hala konuşmaları paragraflardan ayırmanı şiddetle öneriyorum gerçi…

    Ellerine sağlık öykü seçkisi için güzel bir katkı olmuş.

  4. Selamlar Erman,

    Öncelikle öykün için seni kutlarım. Ben de böyle sıradışı bir hikâye bekliyordum doğrusu, ama yine de iyi ki en sona bırakmışım seni. Böyle daha bir lezzetli oldu sanki. : )

    Yorumuma geçersek, öyküyü bitirdiğimde düşündüğüm ilk şey “ürkütücü” sıfatı oldu. Özellikle ilk kısımda bu çok etkindi. Lucifer, yaşlı adam, kapılar (Cennetin sade, cehennemin karmaşık kapısı), ölümsüzlerin de o güne teşrifi, tek kanatlı arkadaşlar -bunu daha önce de kullanmıştın sanırım, hatırlamak iyice keyiflendirdi-… Hepsi şahane noktalardı.

    Başarılı ve yine ‘farklı’ bir hikâyeyle arz-ı endam ettin. Kalemine sağlık, yine çok beğendim dostum. : )

Jean Valjean için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *