Öykü

Geçiş

 NOT: Hikâyenin ilk bölümü için: https://oykuseckisi.com/s-t-s/


Koş koş koş!!! Akay yokuşunu son sürat koşarken düşünebildiğim tek şey buydu. Bu kadar zamandan sonra ki bol alkol ve sigarayla geçen günlerden bahsediyorum, topuklarım kıçıma çarpa çarpa yokuş yukarı koşmamı içten içe de takdir etmedim değil. Demek ki zamanında aldığım eğitimler boşa gitmemiş. Ya da belki dayak yememek için bilinçaltımın çılgıncasına harekete geçmesi. Artık hangisi size daha yakın gelirse… O değil de arkamdaki adamlar da hiç vazgeçmeden analı avratlı küfrederek bana yetişmeye çalışıyorlar. Neden bu kadar kızdıklarını hiç anlamadım. Barda uzun uzun öptüğüm kızın mekânın sahibinin kız kardeşi olduğunu nereden bilebilirdim ki? Sırf bu yüzden azimle beni öldürmeye niyetli adamın bu kovalamacadan vazgeçmesi gerekiyor. Yazık! Hiç anlayış kalmamış insanlarda.

Yokuşun başına geldiğimde göğsüm adeta bir körük gibi inip kalkıyordu. Ak ciğerlerim ağzıma kadar gelmişti. Kızın abisi artık yalnızca koşuyordu. Nefesi hem sövmeye hem de koşmaya izin verecek durumda değildi. Arkasındaki bir dağ ayısıyla kuzen olduğunu kesinlikle kanıtlayacak fiziksel özelliklere sahip arkadaşı yarı yolda kesilmiş, ama bir ayı kararlılığıyla adım adım bana yaklaşıyordu. Ve midem… Ah midem… Bok vardı di mi o kadar midye yiyecek? Ben zaten daha ayağa kalktığım andan itibaren. bulantı bana bir duvar gibi çarpmıştı ve her adımımla işi daha da kötüye gitti. Hemen hemen bir metre ötemde durup bir yandan zafer kazanmış gözlerle bana bakarken bir yandan elleri göğüslerinde nefeslenmeye çalışıyorlardı. Az sonra da beni benzeteceklerdi. İnanır mısınız bir adım daha atacak takatim yoktu. Belki… Strateji, Aksiyon, Sonuç. Eğitim dönemlerinde şefimiz Onur İ. Hep bunu tekrarlardı. Her adımınızı bu sıraya göre atmalısınız. Yoksa başarı gelmez! Her durumda kullanacak bir avantaj bulmalısınız… Sürpriz beyler. Sürpriz yapmak iyi bir stratejidir ve kesin sonuç verir. Karşınızdakini şaşırtın.

“Ulan…” kafamı çevirdiğimde sinirden köpüre adamın nefesi düzene girdikçe tekrar konuşma yetisini kazanıyordu. “Sen var ya” dedikten sonra her iki elini karnına koyup öne doğru nefes nefese eğildi. “Çok şanssız bir adamsın” dedi en sonunda yoğun bir doğulu aksanıyla.

“La oğlum sen neden böyle salak salak nefes alıyorsun?” diye sordu adamın yakından çok daha fazla ayıya benzeyen arkadaşı. Onun da aksanı daha da doğuya kayıyordu. Belli ki buralara yeni gelmişti.

Bir süredir sadece burnumdan nefes almaya çalışıyordum. Ağzım sımsıkı kapalı o şekilde nefesimi düzene sokmaya çalışmam adamları daha çok gıcık etmişti.

“Sen şanssız bir adamsın lo” dedi kızın abisi “Tam pes etmek üzereydim ki sen durdun.”

“Konuşsana lan yavşak’!’ diye iyice yükseldi ayı.

“Neyse ne Maho, sen de taktın mı takıyorsun”

“E abi konuşmuyor!” diye itiraz etti ayı ellerini sinirle iki yana açıp.

“E döv sen o zaman adamı Maho” dedi arkadaşı bariz olan şeyi neden anlamadığını vurgulamak için sesine sitem katarak.

Ve sürpriz!!!

Maho daha hareket edemeden ben en sonunda ağzımı açtım ve bıraktım midem özgürce içindekileri kızın abisinin güzel deri ceketine boşaltsın. Bir an zaman durdu ve herkes dondu gibi hissettim. Karşımdakiler öyle bir şok yaşamışlardı ki ben midemden kalanları Maho’nun ayakkabısına boşaltırken sanki taşa dönüşmüşlerdi.

Geriye dönüp baktığımda hep, orada kalıp biraz daha izleseydim keşke derim. Ben hızla dönüp Kocatepe tarafına koşmaya başladığımda -bir an yalnızca bir an- kafamı çevirdiğimde Maho’nun da kızın abisinin omzuna doğru kusmaya başladığını gördüm. Ama sonrası yok. Kaçıyor olmanın verdiği ani bir enerji patlamasıyla hızla oradan uzaklaştım. Ancak bu defa da ilk başta fark etmediğim polis ekip aracı sirenini bir kere çalarak beni durmam için uyardı. Gecenin bu vakti hızla önlerinden koşarak geçince belli ki işkillenmişlerdi. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak tam olarak bu durumu anlatıyor olsa gerek. Polislere yakalansam neden kaçtığımı anlatana kadar beni karakola çekerlerdi. Son hız Orta Dünya kafenin önünden geçip sağa doğru devam ettim. Amacım Meşrutiyet Caddesi’ne çıkıp Karanfil Sokak’ta izimi kaybettirmekti ama geriden gelen siren ve korna sesiyle daha da telaşa kapılarak yanından geçtiğim barlardan birisine attım kendimi. Neyse ki içeride hiçbir müşteri yoktu ve hatta ne kasada ne de barın arkasında birileri vardı. Barın yanından aşağı yılan gibi kıvrılan merdivenlerden paldır küldür inerken en sonunda hake ettiğimi buldum ve yüzüstü yere serildim. Her an polislerin içeri girmesini ya da bir görevliyle karşılaşmayı bekleyerek ayağa kalkıp beni davetkar bir şekilde içeri çağıran açık bir kapıdan karanlık bir odaya girip arkamdan kapattım. Sırtımı kapıya vermiş nefes nefese dururken elimle anahtar aradım. O da vardı. Hemen kilitledim ve olduğum yere çöktüm. Merdivenden gelen ayak sesleri artık bu güzel maceranın sonunda geldiğimi anlatıyordu. Ayak sesleri önce yaklaşır gibi oldu ama daha sonra yakındaki başka bir kapının açılıp kapandığını duydum ve minnetle nefesimi yavaşça verdim. Ne kadar süre o şekilde kaldım bilmiyorum ama gelen giden başka birileri olmayınca en sonunda başardığımı düşündüm. Ellerimle duvarı yoklayıp ışığı açınca gözlerimi kısa süreliğine kısmak zorunda kaldım. Ufacık odadaki tek eşya az ilerimde duran ve oldukça temiz görünen bir yataktı. Ya bar çalışanlarından birisi kullanıyordu burayı ya da belki patron kendi özel işleri için ayarlamıştı. Tekrar dışarıya çıkmaya cesaret edemiyordum. Üstelik o kadar yorulmuştum ki artık dayak yemek de çok umurumda değildi. Pis, yorgun ve sarhoştum. Böylece yatağa girdiğimde aklıma gelen tek şey derin, rüyasız bir uykuydu.

* * *

İnsan en çok neyi arzularsa, en çok neye ihtiyaç duyarsa onu görürmüş rüyasında. Gözlerimi açtığımda kupkuru biz boğazla ve içtiğim buz gibi suyun ise bir rüya olduğunu anlamanın verdiği bir kalp kırıklığı vardı içimde. Boğazım için için kavrulurken yataktan kalkmaya mecalim yoktu. Baş ağrısı ince bir bıçak gibi bir şakağımdan girip öbüründen çıkıyordu. Tam yataktan kalkıp su içmeye niyetlenmiştim ki bir anda dün gece yaşadıklarımı hatırladım! Bir barın odasında uyuyakalmıştım ve şansıma kimse içeri girip beni fark etmemişti. Penceresiz odada aniden geçen baş ağrım ve susuzluğum içimdeki korkuya teslim olmuş ve kendilerini unutturmuşlardı bile. El yordamıyla düğmeyi bulup ışığı açtığımda gözlerimin alışmasına ellerimi de üzerlerine kapatarak destek oldum. Bir insan kendisine bu kadar işkence eder mi yahu?

Sefil bir halde bir işletmenin içinde kısılıp kalmıştım. Şu halimle beni hırsızlıktan içeri atarlardı. Gözlerim ışığa alıştığında hemen ilerimde duran üç çekmeceli dolabın üzerinde bir sürahi ve boş bir bardak bana kendimi az önceki rüyadaki kadar mutlu hissettirdi. Tüm bu korku ve yorgunluğun içinde beni bekleyen bu sürpriz açıkçası içimi çok rahatlamıştı. Bir işareti gördüm mü hemen tanırım! Artık her şeyin iyiye gideceği ve kendimi evime sorunsuz bir şekilde atacağımın güveniydi adeta. Sessizce kapının kolunu indirdim ve kapıyı araladım… Hafifçe başımı uzattığımda az ileride aşağı yukarı on basamaklık bir merdivenin, aralığından ve altından gün ışığının sızdığı bir kapının hemen önünde bittiğini gördüm.. Ya iyi de birader… Tekrar başımı çevirip odaya baktım ve hemen bir terslik olduğunu anladım. Dün gece bir yere kadar zil zurnaydım kabul ama Akay yokuşunda nefes nefeseyken kafam açılmaya başlamıştı. Yani barın aşağısına inerken takılıp düştüğüm merdivenin sarmal olduğunu net bir şekilde hatırlıyorum, sarmaldı. Üstelik benim saklanıp sonra da uyuduğum odada da dolap yoktu. Tabii su ve sürahi de. Lan yoksa kaçırıldım mı? Her ne kadar her şeyden uzak olsam da biliyordum ki ömür boyu takip edilecektim. Bu kaçınılmazdı ve açıkçası umurumda da değildi. Ama kaçırılmak ne yahu?

Merdivenin son basamağına kedi gibi yürüyerek geldikten sonra bir süre gözlerim kapalı kapının arkasını dinledim. Ama her şeyden önce burnuma gelen taze havaya minnet ettim. Neredeyse baş ağrım anında geçti. Ne çok yakın ne çok uzak bir mesafeden adım ve konuşma sesleri gelip geçiyordu. İnsanlar muhtemelen bulunduğum yerin önünden geçiyorlardı. O halde ben harbiden barda uyandım. Kızılay’ın gündüz sesleri kulağıma gelirken barda uyandığıma emin oldum. Hadi gece dolabı fark etmedim ama merdiven düz müydü? Bir ayağımla yere çömelmiş vaziyette kapıyı aralamaya başladım. Az ileride sağ tarafta önü vitrinli bir tezgah ve arkasında da kitaplar olan raflı bir dolap vardı. Tam karşımda içeri doğru açık bırakılmış kapısının önünden insanların geçtiğini gördüm. Ağzım dilim bu sefer midem yüzünden değil nutkum tutulmak üzere olduğu için kurumuştu. Kapıyı neredeyse tamamen açtığımda artık bir kırtasiye dükkanında olduğumdan emin oldum. İçeride kimsecikler yoktu ve belli ki giden kişi hemen dönmek üzere kapıyı açık bırakmıştı. O kadar mı lan? O kadar mı sarhoştun? Bardı abi burası!

Gerçekten anlam veremiyordum. Fotokopi makinesinin yanından geçerken tekrar tekrar hatırlamaya çalışıyordum. Bar mı? Kırtasiye mi? Dışarı çıkarken sanki alışverişe gelen ama sahibi olmadığı için geri çıkan bir müşteri edası takındım. Özgüvenli ama içeride kimse olmadığı için de bir anda hırsız damgası yemeye de müsait bir durum. Sağa doğru olabildiğince kendinden emin görünmeye çalışsam da darmadağınık kıyafetlerim ve kirli halim ister istemez dikkat çekiyordu. Akay yokuşundan elleri ceplerimde aşağı inerken hâlâ her şeyiyle tamam bir kırtasiyeyi nasıl bara benzettiğimi anlamaya çalışıyordum. Başım önümde yürümeye devam ederken bir an dün geceki heriflerle karşılaşırsam diye korktum. Ama içten içe bunu istedim de. En azından dün geceye dair en azından bir kısım şeyleri doğru hatırladığımı gösterirdi.

“Beyefendi iyi günler” diye arkamdan birisi bana seslendiğinde hâlâ dün geceyi kafamda tekrar tekrar yaşıyordum.

“Buyurun” diye arkamı döndüğümde gülümsemem soldu. İki tane kadın polis memuru bana ihtiyatlı bir şekilde bakıyorlardı. Bir tanesi beni büyük bir memnuniyetsizlik içinde baştan ayağa süzdü ve diğeri “Kimliğiniz lütfen” derken omuz askısından bir tablet çıkardı ve beklenti içinde bana baktı.

“Aaa tabii memure hanım hemen” dedim bir telaşla ve cüzdanımdan kimliğimi çıkarıp uzattım.

Kadınlar önce kimliğe sonra bana sonra da birbirlerine şaşkınlık içinde baktılar.

“Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz? Nedir bu?” diye sertçe sordu az önce beni süzen polis.

“Estağfurullah memure hanım…”

“Ne memuresi be! Dil kurallarını da mı bilmiyorsun? Kadın ya da erkek fark etmez “Memur” diye hitap edilir. Sen şimdi kesin kadın hakime de Hakime Hanım diye hitap edersin.”

“Yani evet, ben öyle biliyordum ama bir daha yapmam yemin ederim” dedim telaşla. Amacım bir an önce polisleri başımdan savıp eve gitmek, sıcak bir duş almak ve mümkünse birkaç gün hiç dışarı çıkmamaktı.

“Lütfen bize kimliğinizi verir misiniz?”

Bir elimdeki kimliğe bir kadına baktım. “Uzatıyorum ya memur hanım” dedikten sonra arkasını önünü tekrar gösterip “Kimliğim işte” derken bu elimdekini görmüyor musun havasını ses tonuma katmadan edemedim.

“Arkadaşım bu bize uzattığın şey Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kullandığı kimlik değil. Ya bize hemen şimdi kimliğinizi verin ya da…”

“Ya da ne?” diye sordum sinirle. Dün geceden beri yaşadıklarımdan artık gına gelmişti. “Affedersiniz ama gözleriniz mi zayıf sizin. Veriyorum ya kimliğimi!” derken sesim de yükselmişti.

Aslında karşılık verip kendimi o durumdan kurtarırdım ama başımın daha fazla belaya girmemesi için beni yatırıp bir de üstüne ters kelepçe takmalarına çok ses etmedim. Tabii etrafımızda toplanan birkaç kişi merakla olan biteni izliyordu. Beni yürütmeye başladıklarında olduğum yerde donup kaldım. Çünkü Akay yokuşunun devamında ne adını aldığı kavşak ne de arabalar vardı.

“Yürüsene be adam” diye beni zorlamasalar muhtemelen bütün gün durup tüm Kızılay meydanının Meclis’e kadar park olmuş olmasına şaşırabilirdim. Sanki bir önceki gece Güvenpark genişleyip kocaman bir alanı içine almıştı. Anlayamıyordum, daha da kötüsü anlamlandıramıyordum. Galiba en sonunda delirdim.

Beni normalde Kızılay AVM’nin olması gereken yerde bulunan üç katlı bir polis merkezine götürdüler. Önce görevli amire sonra onun amirine en sonunda da polis merkezinin kıdemli başkomiserine ve beraberindeki şaşkın gruba sordukları sorulara tekrar tekrar aynı cevapları verdim. Kimsin? Adresin nedir? Neden sahte kimlik ya da sahte para taşıyorsun? Ne verdiğim bilgiler ne de anlattıklarım onlara bir şey ifade etmiyordu. En sonunda S.T.S’den Onur İ.’ye ulaşmaya çalışınca benim bir deli olduğuma kanaat getirip Ankara Ruh ve Sinir Hastalıkları Merkezi’ne göndermeye karar verdiler. Buna muhtemelen bir yerden sonra geçirdiğim sinir krizi de etkili olmuştu. Sağlıkçılar geldiğinde nezarette ellerim kelepçeli bağırıp çağırıyor zaman zaman da kafamı demir parmaklıklara vuruyordum. Anlamıyordum. Bu yaşadığımın bir şaka olmadığına emindim. Ama ne olmuştu? Bir gecede ne değişmişti? Niye verdiğim adresler ya hiç yok ya da aslında başka bir isimle anılıyordu? Beni önce sahtecilikle suçlamak istediler. Daha düne kadar kullandığım kimlik, para ya da kredi kartının bir geçerliliği olmadığını defalarca anlattılar. Ama ben anlayamıyordum. En sonunda her iki kolumdan iki kişi tutarken bana sakinleştirici iğne yaptılar ve etkisiz hale getirdiler.

* * *

Hastanedeki ilk iki hafta sinir krizleriyle geçti. Aynı şeyleri tekrarlayıp durdum. İsmimi, adresimi, kimlik numaramı yani kendime dair tüm bilgileri bıkmadan usanmadan tekrarladım. Ben böyle yaptıkça onlar bana daha çok ilaç verdiler. Bir yerden sonra tuvalete gitmek için bile yardım alıyordum. O kadar ağır sakinleştiriciler veriyorlardı ki gecem gündüzüm birbirine karışmıştı. Bırakın kafamı toparlamayı bir şeyler düşünebilecek durumda bile değildim. Beynim uyuşuyor ve yalnızca uyumak istiyordum. Ancak içten içe anladığım tek şey bir an önce buradan kurtulmak için onların beklediği şekilde yani tedaviye cevap veriyormuş gibi yapmaktan başka yolum yoktu. Ben uysallaştıkça ilaçların dozu düşmeye başladı. Ama bu sefer de neredeyse hiç konuşmuyordum. Bir soru sorulduğunda ya da bir şey söylendiğinde kısa kısa cevaplar veriyordum. İlk aydan sonra gözetim altında olsa da bahçeye çıkmama izin vermişlerdi. Bu kısa zamanlarda kendimi biraz olsun tazelenmiş hissediyordum. Ancak çaresizlik ve umutsuzluk birer keskin bıçak gibi mideme saplanmışlardı. Zaten bütün hayatım alt üst olmuş ne kadar sevdiğim ve tanıdığım varsa iletişimim kopmuştu. Onlar için bir ölüydüm ve kimileri belki beni zaman zaman anıyordu bile. Sonra yıkımın üstüne eğreti ama bana ait olan bir hayat inşa etmeye başlamıştım. Ve şimdi de bir akıl hastanesinde uslu durursam iyi davranılan ve her söylediği yalan ya da sahte olan birisi olarak tedavi görüyordum. Cesaretim olsa intiharı denerdim ama o fikirden çok uzun süre önce vazgeçmiştim. Benim yapabileceğim bir şey değildi.

Gerçekten neler olup bittiğine dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Akşam yatıp sabah kalktığımda hayatımdaki tüm gerçeklerin bir yanılsama olmasından nasıl bir çıkarım yapmam gerektiğini bilmiyordum. Aklımda onlarca cevapsız soru sabahtan akşama kadar beni yiyip bitiriyordu. Bir gece ilaçların etkisiyle derin bir uykuya dalmadan önce gerçekten delirmiş olduğumu kabul ettim. Bu düşünce beni rahatlattı ve kafamdaki soruları tamamen silip gitti. Evet ben bir DELİYİM!

Ilık bahar havası yüzüme vururken bir yandan güneşin vurduğu bankta her zamanki yerimde oturmuş etrafı ve hastaneyi paylaştığım diğer arkadaşlarımı izliyordum. İki ay bitmiş üçe dönüyorduk ve buraya iyice alışmıştım.

“Ziyaretçisi var” dediğini duydum birisinin az geride duran ve beni gözleyen hasta bakıcıya. Arkamı döndüğümde “En sonunda birileri sana ulaştı galiba” dedi Hasan. “Görmek ister misin?”

Başımı evet anlamında salladım. Muhtemelen Onur İ. bir şekilde beni bulmuştu ve ziyaretime gelmişti. Gerçekten delirip delirmediğimi bana söyleyecek birisiydi ve her ne yaşamışsak yaşayalım lafına itibar ederdim. Ziyaretçi salonuna gittiğimizde Baş Hemşire’yi uzun boylu saçları ve bıyığı grileşmiş bir adamla konuşurken gördüm. Adam elinde baharlık bir mont taşıyor bir yandan da dev gibi kadını dikkatle dinliyordu. Geldiğimizi fark ettiklerinde her ikisi de bizden yana baktı ve daha önce hiçbir yerde görmediğim bir adam heyecanla gelip bana sarıldı.

“Ah be oğlum ne çok özledik seni” dedikten sonra geri çekilip bir daha baktı ve tekrar sarıldı. “Bana güven” diye fısıldadı ama o kadar kısık sesle söyledi ki bir an uydurup uydurmadığımı merak ettim.

“Şakirciğim” dedi Baş Hemşire. “Bak dayın seni götürmeye geldi ve bize de sana çok iyi bakılacağına dair söz verdi. Kıyafetlerin odanda hemen üstünü değiştir ve istersen tanıdıklarınla vedalaş. Çıkıyorsun.”

Bir çocuk uysallığıyla odama gidip üstümü değiştirdim ve kimseyle de vedalaşmadım. Burada ne arkadaşım ne de iyi bir anım vardı. Hepsinin canı cehenneme!

Arabaya bindiğimizde dayım (ki belki de gerçekten dayımdır) bir süre hiç konuşmadan gideceğimiz yere doğru sürdü.

“İsmim Sermet” dedi en sonunda bana bakıp. Kendisinde ne bir dayı içtenliği vardı ne de gerçek bir mutluluk. Yüzünde görebildiğim tek şey heyecan, korku ve tedirginlikti.

“Ben de Şakir demek isterdim ama adımın bu olduğuna emin değilim.”

“Ahmet Maço” dedi adam bana bakıp. “İsmin bu değil mi?”

“Evet iki ay öncesine kadar ben de öyle biliyordum ama bildiğim her şey ya yanlış ya da eksik.”

“Buraya getirildiğinde üstünde olan tüm eşyaları da bana teslim ettiler” dedikten sonra başıyla arka koltuğu işaret etti. Büyük bir çöp torbası poşetinin ucundan en son üzerimde olan kot pantolonun bir kısmı dışarı çıkmıştı. “Kimliğinde yazan isim bu.”

“Sahte kimlik” diye otomatik olarak cevap verdim. Doğru olan değil duymak istedikleri cevaplar listemden bir yanıt vermiştim.

“Burada evet ama geldiğin yerde gerçek” dedi ve dönüp bir şeyler ararmış gibi yüzüme baktı.

Ancak benim onun ne demek istediğini anlayacak kadar bile mecalim yoktu. Beynim yine uyuşuyordu ve kendimi çok yorgun hissediyordum. Böylece kendimi arabanın devinimine bıraktım ve uykuya daldım. Ne zaman arabada uyusam ne kadar derin olursa olsun en sonunda durduğumuzda mutlaka uyanırım. Belki de bilinçaltım buna hazırlar beni ya da bilimsel başka bir açıklaması vardır. Zaten çok da önemli değil. Gözlerimi açtığımda kendimi bir kırtasiye dükkanına bakarken buldum ve hızla Sermet’e döndüm. Ancak benden ya böyle bir tepki beklemediğinden ya da gerçekten deli olduğumu düşündüğünden bir anda geriye doğru yaslandı ve korkulu gözlerle bana bakmaya başladı.

“Bana bir şey yapmazsın değil mi?”

“Sanırım yapmam” dedim bir süre düşündükten sonra. Kırtasiyeyi görünce yaşadığım şaşkınlık kafamdaki sislerin biraz da olsa dağılmasına yardımcı oldu. “Peki sen bana yapar mısın?”

“Hayır, hayır tabii ki yapmam” dedi biraz telaşla da olsa güven vermeye çalışarak.

“O halde bu kırtasiyeyi biliyorsun?”

“Evet orası benim ve üstündeki evde de ben oturuyorum” dedikten sonra başını sıkıntıyla kaşıdı “Bak eğer istersen seni misafir eder ve elimden geldiği kadar yardımcı olurum. Aksi takdirde gitmekte özgürsün.”

“Nereye?”

“Eee… Bilmem nereye istersen” dedikten sonra bir süre önündeki direksiyona baktı “Gel şöyle yapalım. Seni birkaç gün misafir edeyim. Biraz kendini topla ve sonra karar ver. Hatta sana dayattıkları ilaçları bırakmana da yardımcı olurum.”

“Senin bir deli olmadığını biliyorum” dedi bakışlarını bana çevirip. “Biliyorum her şey çok açıklanamaz ama ben… ben sana yardımcı olurum.”

Bir süre sessizce kırtasiyecinin söylediklerini düşündüm. Aslında neyi düşündüğümü de bilmiyordum. Hastanede olsam çoktan öğle uykusundaydım ve gözlerimi zor açık tutuyordum.

“Ben gerçekten neredeyim?” diye sordum en sonunda. Adam bana baktığında yüzü bir anda yumuşadı. Yol boyunca üstünde olan gerginlik ya da korkudan eser kalmamış gibiydi. “Hayatımda, hiç bu kadar çaresiz görünen birisiyle karşılaşmamıştım. Sana gücüm yettiğince yardım edeceğim ve bunun için söz veriyorum evlat. Tabii soruna gelince…”

“Evet?”

“Sen belki de paralel dünyalar arasında…”

Gerisini hatırlamıyorum. Çünkü o bir yandan yine önüne bakıp konuşurken kendisini dinlememiş olduğumu bir süre fark etmedi. Ben ise çoktan rüyasız bir uykunun içine çekilmiştim.

Kürşat Hürmüzlü

1984 Ankara doğumluyum ve iyi ki doğduğum şehirde yaşıyorum. Biraz klişe olacak ama okumaya ve yazmaya bayılıyorum. Bir yandan özel sektörde çalışırken bir yandan da seslendirme (öykü, şiir, reklam vs.) konusunda kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Tüm duygular güzel ama en çok Melankoli'ye bayılıyorum.