Liverpool, 1908
White Star Line ve Harland & Wolff firmalarının yönetim kurulu üyeleri, White Star’ın gösterişli toplantı masasının etrafına toplanmış, hararet ve heyecanla gelecekteki plan ve projeleri hakkında konuşuyordu. Ofisin tavanına asılmış geniş pervane, odanın ısısını azaltmak için beyhude yere dönüp duruyordu. Açık pencerelerden giren fayton sesleri konuşmalara karışıyor ve üyelerin daha da yüksek sesli konuşmasına neden oluyordu.
“Bir şeyler yapmalıyız.” dedi içlerinden biri, alnında biriken terleri ipek bir mendille silerken.
“Kesinlikle!” dedi bir başkası. “Sektörün liderliğini o züppe Cunard çalışanlarına bu kadar kolay bırakacak değiliz. Öyle değil mi Bay Ismay?”
Bütün bakışlar başkan koltuğunda oturan pos bıyıklı, siyah saçlı, orta boylu ve hafif topluca olan Bruce Ismay’e döndü. Üzerinde şık bir takım elbise, elinde de yarısı içilmiş bir puro vardı. Enerjik, hazır cevap ve oldukça da zeki bir adamdı başkan.
“Elbette…” dedi Ismay, halinden gayet memnun bir sesle. “Aslına bakarsanız bu şevk ve coşkunuz beni ümitlendiriyor sevgili baylar. Sizler şirketimize bu denli bağlı oldukça ne baş rakibimiz Cunard Line ne de o Alman bozuntusu Hamburg America bizi geçebilir, inanın buna.” Durup salondaki herkesle tek tek dikkatle baktı. “Ve hayır, sektörün liderliğini kimseye bırakacak da değiliz elbette. Çünkü biz White Star Line’ız yani İngiltere’nin en iyisi!”
Bu sözler üzerine salonda memnun bir mırıldanma dolaştı. Yüzlerdeki endişeli ifade bir nebze de olsa azalmış, Ismay’in üzerindeki bakışlar hayranlık ve beklentiyle dolmuştu.
“Peki, ne yapacağız sayın başkan?” diye sordu sonunda biri, ilk andaki o coşkulu hava söndüğünde. “Lusitania ve Mauretania çok hızlı gemiler. Onlarla rekabet edecek teknolojimiz yok.”
“Hız her şey demek değildir.” dedi o ana kadar sessiz kalmış olan Thomas Andrews. Bu kez de tüm bakışlar ona döndü.
“Ah… Sevgili baş mimarımız nihayet konuşmaya karar verdi demek.” dedi Ismay. “Ne demek istediğinizi açıklama zahmetinde de bulunursunuz umarım.”
“Elbette. Hem de büyük bir zevkle…” dedi Andrews. “Yalnız, konuşmama başlamadan önce sizlerden beni sonuna kadar dinlemenizi rica etmek zorundayım.” diye başladı söze. “Çünkü şimdi anlatacaklarımın kulağa ilk başta biraz saçma geleceğinin farkındayım. O yüzden lütfen biraz sabır…”
Andrews önündeki dosya ve proje yığınını karıştırırken salonda merak dolu bir fısıldaşma koptu. Ismay soğukkanlı bir şekilde tek elini havaya kaldırıp kurulu çabucak susturdu.
“Kitapları ne kadar sevdiğimi bilirsiniz.” dedi Andrews, aranmayı sürdürürken. “Geçtiğimiz hafta şans eseri oldukça enteresan bir romanla karşılaştım; Titan’ın Enkazı.”
Kâğıt yığınının içinden çıkardığı eski görünüşlü bir kitabı herkesin görebileceği bir şekilde havaya kaldırdı. “Amerikalı bir yazar olan Morgan Robertson tarafından kaleme alınmış bir denizcilik hikâyesi. Kitabın bizi ilgilendiren kısmı işin kurgu kısmı değil elbette; kitaba ismini veren gemi…”
Andrews sandalyesinden yavaşça kalkıp toplantı salonunun köşesindeki kara tahtaya yöneldi ve tebeşirlerden birini alıp yazmaya başladı.
“Fakat bu öyle basit bir gemi değil. Lüks ve konforun sınırlarını zorlayan, restoranlardan tutun da spor salonlarına kadar pek çok hizmeti bünyesinde barındıran, 250 metre uzunluğunda, 3000 yolcu kapasitesine sahip bir şaheser; adeta yüzen bir saray.”
“Yüzen bir saray… İşte şimdi merakımı cezp etmeye başladınız Andrews.” dedi Ismay, ilgiyle.
“Geminin bir başka ilgi çekici özelliğiyse ‘batmaz’ olarak lanse edilmesi.” Tahtaya kabaca bir gemi iskeleti çizdi, ardından alt bölmeyi ufak çizgilerle dikine ayırmaya başladı.
“Bu çizgiler su geçirmez çelik kapakları temsil ediyor baylar. Sistem aslında çok basit ama etkili. Olası bir su alma durumunda kapaklar hemen kapatılıyor ve suyun yalnızca bir bölgede kalması sağlanıyor.”
“Dâhice!” dedi üyelerden biri.
“Peki, bu yapılabilir mi?” diye sordu bir diğeri merakla. “En nihayetinde bahsettiğimiz şey sadece basit bir roman.”
“Yerinizde olsam hayal gücüne dayanan hiçbir şeyi hafife almazdım baylar. Sonuçta eğer bundan yüzyıl kadar önce John Fitch buharlı bir gemi yapmayı hayal etmeseydi biz bugün bu işte çalışıyor olmazdık. Bu bir roman, evet. Hatta 12 yıl önce yazılmış bir kitap… Ama sizin de bildiğiniz gibi artık 19. yüzyıldayız yani teknolojinin doruğunda. Buharlı gemilerin bugün geldiği nokta ortada. Bununla birlikte türbin sistemimiz de gayet iyi işliyor. Kısacası evet, bunu yapabiliriz. Fakat bence asıl soru şu olmalı: Bunu yapmak istiyor muyuz?” Bu noktada dönüp direkt olarak Ismay’e baktı. “Tercihimiz hızdan yana mı olacak yoksa lüksten mi?”
Ismay bir süre sessizce oturup düşündü. Bir yandan da dalgınca pos bıyıklarıyla oynuyordu.
“Doğruyu söylemek gerekirse…” diye başladı söze uzun sayılabilecek bir aranın ardından “…soylu İngiliz ailelerini cezp edecek, her türlü lüks ve şaşaayı içinde barındıran, batmayan bir gemi fikri beni daha çok cezp ediyor.” Toplantı salonundan bir onay mırıltısı yükseldi. Görünüşe göre diğerleri de bu parlak fikirden oldukça etkilenmişti.
“Yapabileceğimizden emin misiniz Andrews?” diye sordu Ismay, bakışlarını baş mimara çevirerek.
“Şüpheniz olmasın.” dedi adam, kendinden gayet emin bir şekilde. “Yalnız sizi uyarmam gerekiyor, böyle bir proje için çok fazla para gerekli.”
“Siz o kısmı dert etmeyin Andrews. White Star Line bunun gibi üç geminin yapımını finanse edebilir.”
“O halde başlıyoruz.”
***
Liverpool, 2008
İki adam, White Star Line adlı meşhur gemi yapım şirketinin geniş toplantı odasında oturmuş, neşesiz bir şekilde sigaralarını tüttürüyordu. Odadaki yegâne ses, uğuldayarak çalışan pahalı klimaya ve caddede yankılanan araba motorlarına aitti. Aralarındaki emektar masa diğer konuklarını az önce uğurlamıştı ve uzun istirahatına dönmek için son iki ziyaretçisinin gitmesini bekliyordu. Ama adamlar şimdilik ayrılmaya pek de niyetli değil gibiydi. Tam karşı duvarda, projektörlerden yansıtılan bir finans tablosu görünüyordu. Oldukça kötü bir tane… Şirketin kâr durumunu gösteren ok gayet kararlı bir biçimde aşağı gidiyor, adeta bir gemi misali battıklarını işaret ediyordu.
“Bir şeyler yapmamız gerek Ismay.” dedi içlerinden uzun olan, sigarasını çapa desenli kül tablasına bastırarak söndürürken. Siyah saçlı, düzgün tıraşlı, yakışıklı yüz hatlarına sahip, otuzlu yaşlarında biriydi. Üzerinde denizci mavisi, pahalı bir takım elbise vardı.
“Bana zaten bildiğim şeyleri anlatma Andrews.” dedi kırk yaşlarındaki kısa boylu, gri takım elbiseli, hafif toplu ve fırça bıyıklı olanı. “Sana bunun için para ödemiyorum.”
“Tanrı aşkına John! Böylesine bir zamanda bile patronluk taslamaktan geri kalmamana inanamıyorum.” dedi Andrews, öfkeyle. “Bana ne için para ödendiğinin gayet farkındayım. Ama ben diğerlerinin aksine üzülüyormuş numarası yapıp çaktırmadan başka iş aramaya başlamıyorum.” diye devam etti, eliyle toplantı salonunun geri kalanını işaret ederek.
“Bana neyi yapıp neyi yapamayacağımı söyleyemezsin.” dedi Ismay, ters ters.
“Öyle mi? Garip… Bana tam da bu iş için maaş ödediğini düşünüyordum oysa.”
“Pekâlâ, pekâlâ… Sen kazandın Andrews.” dedi, sigarasından kısa bir nefes alan John Ismay. Her ne kadar sakin görünmeye çalışsa da belli belirsiz titreyen elleri öfkesini ele veriyordu. “Ne yapmamızı öneriyorsun peki?”
“Bilmiyorum.” diye yanıtladı Charles Andrews, kısa bir sessizliğin ardından. “Ama her şey bu odada kös kös oturup somurtmaktan iyidir.”
“Ne yapmamı bekliyordun ki? Suratlarındaki ifadeyi sen de gördün.” dedi Ismay, sigara tuttuğu eliyle artık salonda olmayan yönetim kurulu üyelerini işaret ederek. “Mağlubiyet, umutsuzluk ve en kötüsü de boş vermişlik.”
“Bu çok normal.” dedi Andrews, arkasına yaslanıp kollarını göğsünde kavuştururken. “Onlara kısa süre içinde bir mucize yaratamadığımız takdirde firmanın iflas edeceğini ve hepimizin beş parasız kalacağını söyledin.”
“Ama gerçek bu! Batıyoruz!” diye bağırdı Ismay, koltuğunun kollarını sıkıp oturduğu yerde dikleşerek. “İnsanlar artık gemi yolculuklarına eskisi kadar sıcak bakmıyor Andrews. O lanet olası uçakları tercih ediyorlar ya da değerli kıçlarını yaya yaya yolculuk edebilecekleri arabalarını. Ama gemi? Hayır… Artık onları seçen çok az müşteri var ve kalanları da Queen Mary 2 ya da Carnival Magic gibi gemiler topluyor. Kimse bizimkilere binmiyor. Ben de kalkıp şirketimin çalışanlarına durumu açıklıyorum ve ne yapıyorlar? Hiçbir şey! Lanet olası hiçbir şey!” İki eliyle birden masaya sertçe vurdu ve ayağa kalkıp odada sinirli bir şekilde volta atmaya başladı. “Orada öylece oturup finansal tablolara ve ellerindeki kâğıtlara bakıyorlar, sahte üzüntü pozları takınıyor ve çıtlarını bile çıkarmıyorlar! Bir fikir! Tek ihtiyacımız olan parlak bir fikir fakat onların aklından geçen tek düşünce hemen yeni bir iş aramaya başlamak!”
“Sakin ol Ismay.”
“Benim şirketim sayesinde karınlarını doyuruyorlar Andrews!” diye bağırdı adam, bıyıklarını titreterek. “Benim sayemde bugün başlarının üzerinde bir çatı var! Fakat bir kaptan gibi gemiyi en son terk edeceklerine fareler gibi ilk kaçan olmaya bakıyorlar. Aşağılık sıçanlar!”
Andrews hiçbir şey söylemedi. Bir süre sessizleşip patronunun öfkesinin dinmesini beklemeye karar vermiş gibi görünüyordu. Ismay ise hızlı bir şekilde ileri – geri yürüyüp, sigarasından nefesler almaya devam ediyordu. Derken eski yöneticilerin portrelerinin asıldığı duvarın önünde durdu ve iki elini arkasında kavuşturup içlerinden birine saygı ve hüzünle bakmaya başladı. Portrenin altındaki altın kakmalı plakada şöyle yazıyordu: Joseph Bruce Ismay, 1899 – 1913.
“Büyük dedem burada olsaydı ne yapılacağını bilirdi.” dedi sonunda, kederli bir şekilde iç geçirerek. “O büyük hedefleri olan büyük bir adamdı. Senin büyük deden de bazı meziyetlere sahipti elbette, yanlış anlama Andrews. Fakat büyük dede Ismay… O bambaşka biriydi; yeri doldurulamaz bir dehaydı. Titanik onun şaheseri ama aynı zamanda felaketi oldu. Ne talihsizlik!”
Charles Andrews bir kez daha sessiz kalmayı tercih etti. İkisi de gayet iyi biliyordu ki Titanik’in baş tasarımcısı Charles’ın büyük dedesi olan Thomas Andrews’dü, Ismay değil. Ama emin olduğu bir başka şey daha varsa o da John’ın bunu asla kabul etmeyeceğiydi.
Charles, büyük dedesinin kim olduğunu, Titanik’i nasıl inşa ettiğini ve yolcuları kurtarmaya çalışırken nasıl kahramanca öldüğünü öğrendiğinden beri tıpkı onun gibi bir gemi mimarı olmayı istemişti. Gemiler tasarlayacak, imar edecek ve Andrews isminin onurunu devam ettirecekti. Hayat, pek çok dileğinin aksine bu hayalini kendisinden esirgememiş ve başarılı bir öğrenimin ardından gemi mimarı olmayı kendisine bahşetmişti. Kader ise her zamanki cilveli haliyle onu tam da büyük dedesinin Titanik’i inşa ettiği firmaya, White Star Line’a sokmuştu. Üstelik John Ismay’in yanına yani dedesinin o zamanlar patronu olan J. Bruce Ismay’in öz torununun hizmetine…
“Keşke onların gösterdiği başarıyı biz de gösterebilseydik. Eğer yaptıklarının yarısını yapabilseydik…” dedi Ismay.
“Neden yapmıyoruz?” diye sordu Andrews, gergin bir şekilde dudaklarını yalayarak.
“Anlamadım?”
“Demek istediğim neden onların en büyük başarısını geçmek için çabalamıyoruz?” diye devam etti Andrews, sandalyesinde biraz ileri kaykılarak. Ismay’in kendisini terslememesi cesaretini yerine getirmişti. “Beni yanlış anlama Ismay, burada çalışmaktan gayet memnunum lakin işe başladığımdan beri yaptığımız tek şey günü kurtarmak. Oysa onlar lider olmak için çalışıyorlarmış.”
“Haklısın.” dedi Ismay.
“O halde neden biz de bunu yapmıyoruz? Neden Titanik gibi bir gemi inşa etmiyoruz?”
Yüzü hâlâ tabloya dönük olan Ismay ne kıpırdadı ne de bir cevap verdi. Heyecandan yerinde zor oturan Charles ise nefesini tutup sandalyesinin kolunu gerginlikle sıkarak sessizce bekledi. Andrews’a saatler gibi gelen kısa bir sürenin ardından Ismay yavaşça geriye döndü ve şöyle dedi: “Sen… Ciddi misin?” Sesinin tınısından şaşkınlık ve heyecan okunuyordu. Bunu hisseden Charles bir parça da olsa rahatladı ve kafasını şevkle, olumlu anlamda salladı.
“Elbette ciddiyim Ismay, bu şaka yapılacak bir konu değil. Düşünsene bir… Son iki yıldır tek yaptığımız standartları aşmayan yolcu gemileri inşa etmek. Fakat bunun yerine Titanik gibi yolcularına lüks ve şaşaa vaat eden, insanların binmek için yarışacağı hatta soylular için bunun prestij meselesi sayılabileceği tek bir tane gemi inşa etsek…”
“İhya oluruz.” dedi Ismay, hülyalı bir şekilde uzaklara bakarken. “Titanik gibi bir gemi… Peki ama bu mümkün mü Andrews? Bunu yapabileceğimize gerçekten inanıyor musun?”
“Neden olmasın? Bu bizim kanımızda var. Senin ve benim Ismay… Titanik’i inşa edenlerin soyundanız biz.”
“Gösteriş ve zenginliğin sınırlarını zorlayan bir gemi…” dedi Ismay başını hararetle sallayarak. “Hayır, sıradan bir gemi olmamalı; Titanik adına yaraşır bir olmalı. Hatta bizzat Titanik ismini taşımalı!”
“Aslına bakarsan isminden çok daha fazlasını da taşıyabilir.” dedi Andrews, aynı heyecan ve coşkuyla.
“Ne demek istiyorsun?”
“Büyük babamın Titanik için çizdiği planlar hala ofisteki çekmecede duruyor. Biliyorsun, diğer kazazedelerle birlikte boğularak vefat ettiğinde hatırasına duyulan saygı nedeniyle odasına kimse dokunmamıştı.”
“Ta ki ben o ofisi ve içindekileri sana tahsis edinceye kadar…”
“Aynen öyle. Proje dolabında Titanik’in orijinal çizimlerine rastladığımda yaşadığım hazzı tarif etmeme imkân yok. Ara sıra onları tozlu raflarından çıkarıp uzun uzadıya incelediğimi sana itiraf etmem gerek. Her neyse…” Yerinden kalkıp salonun köşesindeki yazı tahtasına yöneldi ve siyah renkli keçeli kalemi alıp hızla bir şeyler çizmeye başladı. “Tek yapmamız gereken projeyi modernize etmek. İlk Titanik 270 metre uzunluğundaydı ve 2500 yolcu kapasitesine sahipti. Şu andaki en büyük gemi olan Queen Mary 2 ise…”
“345 metre ve 2600 yolcu taşıyabiliyor.” dedi Ismay hiç duraksamadan, neredeyse otomatik sayılabilecek bir tek düzelikte. “Buna karşılık Carnival Magic sadece 300 metre ama 3690 yolcu taşıyabiliyor.”
“O halde yapmamız gereken ilk şey geminin ebatlarını uzatmak. 350 metre ve 3000 yolcu işimizi görecektir diye düşünüyorum.”
“Hayır.” dedi Ismay, gözlerinde açgözlü bir parıltıyla. “Gemimiz her yönden mükemmel olmalı. Bu ebat anlamında da en iyisi olmamız gerektiği anlamına geliyor. 400 metre ve 4000 yolcu olmalı.”
“Bu çok fazla… Bize ekstra hesaplamalara ve artı masraflara mal olur. Zaten hali hazırda…”
“Para işini sen bana bırak Andrews.” diye terslendi Ismay, mühendisin lafını keserek. “Bunu becerebilir misin sen ondan haber ver.”
“Ben… Sanırım.”
“Sanmak yeterince iyi değil Andrews. Bana net bir cevap vermen gerek. Evet mi hayır mı?”
“Evet.”
“O halde başlıyoruz. Titanik’i yeniden inşa ediyoruz!”
***
Belfast Rıhtımı, 1911
Harland & Wolff çalışanları yeni projeleri üzerinde büyük bir şevk ve gayretle çalışıyordu. Daha önce hiç bu kadar büyük bir gemi yapmamışlardı, şimdiyse ellerinde üç koca proje vardı. Bu yüzden yılların deneyimine rağmen çeşitli zorluklarla başa çıkmaları gerekiyordu. Yine de ellerinden geleni en iyi şekilde yerine getirmek için üstün bir çaba sarf ediyorlardı. Sonuçta bu bir prestij meselesiydi. Rıhtımda birbirinin neredeyse tamamen aynısı olan iki adet devasa gemi iskeleti görünüyordu. Biri neredeyse tamamlanmıştı; alamet-i farikası olan dört bacası artık iyice seçilir olmuştu.
Thomas Andrews, ahşap bir masanın üzerine ayrıntılı mavi proje kâğıtlarını sermiş, bir yandan cetvel ve pergel yardımıyla bazı hesaplamalar yapıyor bir yandan da diğer mühendislerle fikir alış-verişinde bulunuyordu. Derken yaklaşan bir faytonun sesi duyuldu. Gelen kişi Bruce Ismay’di, firmasının son siparişini denetlemeye gelmişti.
Ismay at arabasından inip yanında faytonun sürücüsü olduğu halde ahşap iskele üzerinde ilerlemeye başladı. Her zamanki takım elbiseleri içerisindeydi. Sürücüyü ilk defa görüyordu Andrews. Her zamanki şirket alışanlarından biri değildi kesinlikle. Uzun boylu, geniş omuzlu ve iri yapılı bir adamdı. Ayaklarını yere sürüyerek yürüyordu; patlak gözlü ve solgun tenli biriydi. Elinde de üzerine garip desenler işlenmiş ahşap bir sandık vardı. Andrews; beyaz saçlı, ak sakallı birini daha yanına katarak onları selamlamaya gitti.
“Hoş geldiniz Bay Ismay.” dedi adamın elini sıkarken. Sürücü birkaç adım geride durmuş, ilgisiz bakışlarla etrafı seyretmekteydi. Ne tokalaşmak ne de selamlaşmak adına bir harekette bulundu. Andrews önemsemedi, hatta buna memnun bile oldu. Nedense heriften hiç hoşlanmamıştı.
“Merhaba Bay Andrews.” diye yanıtladı Ismay, dermansızca. O anda Andrews patronunun ne kadar solgun göründüğünü fark etti. El sıkışırken bile takati yokmuşçasına bir hali vardı. Bu tanıdığı güçlü ve kendinden emin Ismay ile hiç bağdaşmayan bir hareketti.
“İyi misiniz? Bir şeyiniz yok ya?”
Ismay eliyle geçiştirir gibi bir hareket yaptı. “İyiyim. Sadece… Biraz yorgunum, hepsi bu.”
‘Biraz’ ve ‘yorgunluk’ kelimelerinin Ismay’in halini özetlemekte pek bir yetersiz kaldığını düşündü Thomas. Yine de fazla üstelememeye karar verdi.
“Tanıştırayım.” dedi mimar, yanındaki yaşlıca adamı göstererek. “Bu Bay Alexander Carlisle. Kendisi geminin iç ve dış dekorasyonundan sorumlu; aynı zamanda güvenlik ekipmanlarından da…”
“Bay Ismay.” dedi Carlisle, adamın elini kibarca sıkarken. Ismay ise sadece bir baş hareketi yapmakla yetindi. “Eğer vaktiniz varsa sizinle bazı konular hakkında görüşmek isterim.” diye devam etti Carlisle.
“Daha sonra.” diye kestirip attı Ismay. Tüm ilgisi arka plandaki gemi iskeletlerindeydi. “İnşa nasıl gidiyor?”
“İkisi de gayet iyi ve planlandığı şekilde işliyor.” diye yanıtladı Andrews. “Numara 401 isteğiniz doğrultusunda kız kardeşi 400’den önce tamamlanacak. Her iki geminin de dış iskeleti bitmiş durumda. Artık tek yapmamız gereken içlerini dekore etmek.”
“Ve de onlara birer isim takmak.” dedi Carlisle.
“Güzel…” dedi Ismay. “Gemilerden ilkinin adını Olimpik koymaya karar verdik. Diğeri içinse ilginç bir düşüncemiz var. Şu okuduğunuz kitap… Oradaki geminin adı ne demiştiniz?”
“Titan.”
“Ah, evet. Geminin adını ona ithafen Titanik koymayı planlıyoruz. Ne dersiniz Andrews?”
“Onur duyarım.”
“Titanik o halde… Bu yılsonunda kadar hazır olur mu dersiniz?”
Andrews başını olumsuz anlamda salladı. “Tamamen bitmesi en az bir yılı daha alır. Sonra da deneme sürüşleri var. Nisan ayından önce sefere çıkabileceğini sanmıyorum.”
O esnada patlak gözlü sürücü gürültüyle boğazını temizledi. Ismay’e gitme vaktinin geldiğini hatırlatmak istermiş gibi bir hali vardı. Ismay anladığını belirten bir baş hareketi yaptı, sonra da önündeki iki adama dikkatle bakmaya başladı. Sanki bir şeyler söylemek istiyor ama söze nasıl başlaması gerektiğine karar veremiyor gibiydi. Tam konuşmak için ağzını açmıştı ki son anda vazgeçti ve elini takım elbisesinin üst cebine atarak ipek mendilini çıkardı. Alnında biriken terleri silerken elinin titrediği açıkça görülüyordu. Carlisle soran gözlerle yanındaki Andrews’a baktı; baş mimarsa sadece omuzlarını silkmekle yetindi.
“Bir sorun mu var Bay Ismay?” diye sordu sonunda, tereddütle.
“Ben… Hayır.” dedi adam kaçamak bir şekilde. “Sadece… Size bir hediye getirdim.” dedi ardından, hafifçe öksürerek.
“Hediye mi? Beni şaşırttınız Bay Ismay.” dedi Andrews, kaşlarını havaya kaldırarak. Bu esnada sürücü ayaklarını sürüyerek yanlarına yaklaşmış ve elindeki sandığı dikkatle yere bırakmıştı. İri adam kapağı tutan pirinç kilidi kaldırıp sandığı açtı ve içindekini gözler önüne serdi. Ahtapot kafasını andıran, suratı pek çok duyargaya sahip bir duvar büstüydü bu. Altından yapılmış gibi görünse de soğuk bir parıltısı olduğu da gözden kaçmıyordu.
“Bu da neyin nesi böyle?” dedi Carlisle, hayretle.
“Doğrusu çok garip bir hediye anlayışınız var Bay Ismay.” dedi Andrews, kutunun içindeki büste bakarken.
Ismay bu yoruma kaşlarını çatarak karşılık verdi. “Bu gördüğünüz şey, beyler, çok eski bir denizcilik sembolüdür. Gemiye şans ve talih getirdiğine inanılır. Onu kaptan köşküne, dümenin hemen üstüne asmanızı istiyorum.”
“Elbette… Eğer gerçekten istiyorsanız.”
“İstemiyorum Andrews, böyle emrediyorum.” dedi Ismay tersçe. Ardından adamlara veda dahi etme gereğini görmeden arkasına faytona döndü ve inşa alanını terk etti.
***
Belfast Rıhtımı, 2011
Harland & Wolff çalışanları büyük bir ustalık ve maharetle son işleri üzerinde çalışmaktaydı. Uzun zamandır büyük gemi yapımı üzerinde çalıştıklarından artık bu işte son derece uzmanlaşmışlardı. Forkliftler parçaları oradan oraya taşıyor, mekanik kollar metal aksamları birleştiriyor ve teknisyenler gerekli gördükleri yerde duruma hemen müdahale ediyordu.
John Ismay’in Chrysler marka limuzini, yapımın sürdüğü limana yanaştığında Charles Andrews da diğer mühendislerle beraber tablet bilgisayarları vasıtasıyla proje üzerinde çalışmakta ve karşılıklı fikir alış-verişinde bulunmaktaydı. Takım elbisesine sarı bir iş kasketi eklenmişti. Korumasıyla birlikte beton kaplı zemin üzerinde yürüyerek kendisine yaklaşan Ismay’i gördüğünde kibar bir baş hareketiyle diğerlerini selamladı ve işvereninin yanına ilerledi.
“Nasıl gidiyor Andrews?” diye sordu Ismay, iş makinelerinin üzerinden sesini duyurmaya çalışarak.
“Gayet iyi gidiyor. İç iskeleti büyük ölçüde tamamladık; yüzme havuzları, tenis kortları, kamaralar ve restoranların kabası da tamam. Geriye sadece iç dekorasyon ve dış kaplama kalıyor. Elektrik, televizyonlar için uydu sistemi ve internet tesisatını da unutmamak gerek elbette.”
“Güzel.” dedi Ismay, devasa geminin iskeletini süzerken. “Aferin Andrews. Doğrusu bu işi bu kadar kolay yoluna koyabileceğimizi hiç düşünmemiştim. Özellikle de gemiyi yeniden inşa edeceğimizi ilan ettiğimizde karşılaştığımız tepkileri göz önüne alırsak. Lanetli gemiymiş, başımıza bela alıp binlerce kişinin ölümüne sebep olacakmışız falan da filan… Hah! Cahil aptallar!”
“Haklısın. Bu çalışmamızın büyük yankı getireceğini biliyordum ama böylesine bir başkaldırıyı hiç beklemiyordum doğrusu.” dedi Andrews kafasını iki yana sallayarak. “Neyse ki destekleyenler ve gemiyle yolculuğa çıkmak için sabırsızlananlar, karşı çıkanlardan çok daha fazla. İlk sefer için satılan biletlerin şimdiden bittiğini duydum, bu doğru mu?”
“Doğru.” dedi Ismay, açgözlülükle sırıtarak. “Hatta ikinci sefer biletlerinin yarıya yakını da öyle… Doğrusunu söylemek gerekirse Titanik’in battığı nokta üzerinde bir seremoni düzenlenecek ve saygı duruşunda bulunulacak olunması satışları anında ikiye katladı. Geminin iç dekorasyonunda Titanik’in orijinal eşyalarının kullanılacak olmasıysa üçe!”
“Doğrusu oldukça dâhiyane bir fikirdi bu Ismay.”
“Kesinlikle öyle.” dedi adam, mütevazılık namına tek bir emare bile göstermeden. “Bu işe çok para yatırdım Andrews, o yüzden kaybetmeyi kesinlikle göze alamam. Beni hayal kırıklığına uğratmayı aklının ucundan bile geçirmesen iyi edersin.”
“Şüphen olmasın.” diye yanıtladı Charles, İngilizlere has o mesafeli tavırla.
“Sana bir sürprizim var.” dedi Ismay, yüzünde garip bir gülümsemeyle. Korumasına ufak bir el işareti yaptı. Adam hafifçe öne eğilerek patronunu selamladı, ardından uzun adımlarla limuzine yöneldi. Arabanın geniş bagajından ufak bir sandık çıkarıp ikilinin yanına döndü ve ahşap kutuyu tam önlerine yavaşça bıraktı. Cebinden bir anahtar çıkarıp tek kelime dahi etmeden patronuna baktı. Ismay’den olumlu işaret alınca sandığın kapağını dikkatle açtı ve içindekini gözler önüne serdi. Ahtapota benzer, çirkin bir duvar büstüydü bu. Oldukça eski bir hali vardı ve uzun zamandır gün yüzü görmemiş gibi görünüyordu.
“Bu da neyi nesi böyle?” dedi Charles, yüzünü ekşiterek. “Hayır, dur bir dakika. Bu şey kaptan köşkündeki ahtapot kafası olamaz, değil mi?”
“Ta kendisi!”
“Ama bu… Bu paha biçilmez bir parça!” dedi Andrews, ağzı kulaklarında.
“Kesinlikle öyle. Titanik’ten alınan orijinal eşyaları birkaç parça gümüş çatal-bıçak ve bir iki antikayla sınırlı bırakacağımı mı düşünmüştün yoksa?”
Ismay’in işaretiyle koruma sandığı kapattı, kilitledi ve anahtarı Andrews’a teslim ederek yeniden patronunun sağ çaprazındaki yerini aldı.
“Büstün kaptan köşküne, ait olduğu yere asılmasını istiyorum Andrews. Beni hayal kırıklığına uğratma.” dedi John Ismay.
“Merak etme, dediğin gibi olacak.” diye yanıtladı Charles. Ismay başını bir kez olumlu anlamda salladı ve korumasıyla birlikte inşa alanını terk etti.
***
Liverpool, 1911
Joseph Bruce Ismay, gecenin geç saatlerinde White Star Line’daki ofisinde derin düşüncelere dalmış bir vaziyette oturmaktaydı. Kapısı çalındığında aniden irkildi ve “Kim o?” diye sordu gerginlikle.
“Benim efendim, Alexander Carlisle.” diye geldi kapının diğer tarafından yanıt.
“Ah, siz miydiniz? Buyurun içeri gelin.” dedi adam. “Kusura bakmayın, gecenin bu saatinde ziyaretçi beklemiyordum da.”
“Mühim değil efendim, asıl siz kusura bakmayın.” dedi içeri giren yaşlı adam. “Sizinle konuşmam gereken bazı önemli meseleler var. Vaktiniz varsa tabi…”
“Elbette. Buyurun, oturun.” dedi Ismay sıkıntılı bir tavırla, adama masasının karşısındaki ahşap sandalyeyi işaret ederek. “Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Hatırlarsanız birkaç gün önce, Belfast’da sizinle konuşmak istediğimi belirtmiştim.” dedi Carlisle, gösterilen yere oturduktan sonra. “Lakin ziyaretinizi kısa kestiğiniz için maalesef imkânımız olmadı.”
“Elbette anımsıyorum. Sadede gelin lütfen.” dedi Ismay, sesindeki sabırsızlık tınısını saklamaya gerek görmeden.
“Pekâlâ… Sorun şu ki Titanik için hiçbir lüksten kaçmamamıza rağmen aynı özeni güvenlik önlemleri için göstermiyoruz.”
“Ne gibi?”
“Filikalar gibi… Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Titanik 2500 kişiye yakın yolcu taşıyacak. Buna rağmen gemide bulunan sandalların taşıyabileceği maksimum kapasite 1000 kişi, o da ağzına kadar doldurursak tabi.”
“Filikalar mı?” dedi Ismay, gergin ve sahte bir kahkaha atarak. “Çok şakacısınız Bay Carlisle. Ama bunun endişe edilecek bir konu olduğunu sanmıyorum. Gerçekten. Kimsenin onlara ihtiyacı olmayacak. Bana kalsa gemiye tek bir filika bile koymam ama biliyorsunuz işte… Saçma denicilik yasaları. Güvenin bana, bu gemiyi tanrı bile batıramaz.” Yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirdi. Yine de bu konunun gündeme gelmesinden oldukça rahatsız olduğu her halinden belli oluyordu. Soğuk soğuk terliyor, masadaki evrakların köşesini sinirli bir biçimde büküyor ve Carlisle’a kaçamak bakışlar gönderiyordu.
“Bay Ismay… Geminize duyduğunuz güveni anlıyorum ama burada söz konusu olan şey binlerce kişinin hayatı. Konunun önemini kavradığınızı sanmıyorum. Bence bir kez daha düşünmenizde fayd…”
“Hiç gerek yok.” diye kesti yaşlı adamın sözünü Ismay. “Titanik planlandığı gibi 16 filikayla yola çıkacak. Yasanın elverdiği en az sayıyla… Konu kapanmıştır.”
“Fakat…”
“Size konu kapanmıştır dedim!” diye bağırdı Ismay, pos bıyıklarını titreterek. “Şimdi lütfen ofisimi terk edin ve işinizin başına dönün. Yetiştirmemiz gereken bir gemi var.”
“Sanmıyorum.” dedi yaşlı adam, ters ters. “Çünkü Titanik’in bu şartlar altında denize indirilmesine müsaade edemem. Gerekli mercilerle iletişime geçeceğime emin olabilirsiniz. Ayrıca Bay Andrews da bu konuyu duyacak elbette.” Hışımla ayağa kalkıp kapıya yöneldi.
“Bay Carlisle…” dedi Ismay, soğukça. “Siz ne yaptığınızı bilmiyorsunuz. Az önce kendi ellerinizle ölüm fermanınızı imzaladınız.”
“Beni tehdit mi ediyorsunuz Ismay?” diye sordu yaşlı adam, kapının ağzında.
“Binlerin hayatını boş verin, kendi hayatınızı düşünün Carlisle.” dedi Ismay. “Hiç tanımadığınız kişileri neden önemseyesiniz ki? Gelin, bu konuyu deşmekten vazgeçin.”
Alexander Carlisle gözlerini şüpheyle kısıp adama doğru bir adım attı. “Neyin peşindesiniz siz? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?” diye sordu fısıltıya yakın bir sesle.
“Bu sizi ilgilendirmez. Çenenizi sıkı tutup bu işte uzak durun Carlisle. Aksi takdirde olacaklardan beni sorumlu tutamazsınız.”
Yaşlı adam başını iki yana sallayıp iki adım geri attı. “Korkarım sizinle daha fazla çalışamayacağım. İstifa ediyorum!” dedi. Ardından ofisi hışımla terk etti. Ismay ise hemen masasındaki telefona sarıldı.
***
Alexander Carlisle, yarım saat kadar süren bir fayton yolculuğunun ardından evine vardı. Yol boyunca düşünüp durmuş, Ismay’in neler planladığını anlamaya çalışmıştı. Bunu bir şekilde basına duyurması gerekiyordu fakat elini de çabuk tutmalıydı. Sürücüye parasını ödedikten sonra evine girdi ve kapıyı sıkıca kilitledi. Işıkları açmayı göze alamadı.
Bir süredir tek başına yaşıyordu, o yüzden konuşacak kimsesi yoktu adamın. Kayınbiraderi Lord Pirrie, Harland & Wolff’da yöneticiydi. Ama aynı zamanda White Star Line’da da öyle… Ona güvenemezdi. Şu an için kendisine yardım edebileceğine inandığı tek kişi Thomas Andrews adlı o genç mimardı. Onunla iletişime geçmeliydi, evet. Ama nasıl?
Bir müddet karanlık salonun ortasında volta attıktan sonra kararını verdi ve hızlı adımlarla çalışma odasına yöneldi. Sandalyeyi çekip daktilonun başına oturdu, küçük gaz lambasını aydınlattı ve elinden geldiğince süratli bir şekilde yazmaya başladı.
Sevgili Thomas;
Sana şimdi anlatacaklarım her ne kadar kulağa saçma ve imkânsız gibi gelecek olsa da seni temin ederim ki her biri gerçek. Aynı zamanda da hayati derecede önemli. Senden başka kime güveneceğimi bilemiyorum.
İçeriden gelen bir tıkırtıyla irkildi. “K-kim? Kim var orada?” diye seslendi sesinin titremesine hâkim olamayarak. Masanın çekmecesini açıp keskin uçlu zarf açacağını kavradı ve temkinli adımlarla odanın kapısına yöneldi. Bir müddet sessizce bekleyip ortalığı dikkatle dinlese de başka bir ses duyamadı. Belki de hiçbir şey duymamıştı? Ya da bozulan sinirleri kendisine oyun oynamıştı? Bir müddet daha orada dikildi, ardından yeniden masanın başına geçti. Yine de zarf açacağını çekmeceye kaldırmayı göze alamadı. Odayı daktilo takırtılarıyla doldurarak yeniden yazmaya başladı.
O yüzden seni bu işin içine dahil ettiğim için beni bağışla. Esas şu ki…”
Birdenbire kafasına aldığı ağır ve güçlü bir darbeyle sandalyesinden aşağı yuvarlanıverdi yaşlı adam. Neye uğradığını anlayamamıştı bile. Gözleri kararırken son gördüğü şey bir çift devasa ayak oldu.
***
Yüzüne çarpan soğuk suyun şok edici etkisiyle kendine geldi Carlisle. Başı korkunç derecede zonkluyor, gözlerinin önünde renkli noktacıklar uçuşuyordu. İnlemeye çalıştı fakat ağzının sıkıca bağlandığını fark etti. Nemli, ahşap bir zemin üzerinde yattığını da… Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu ama artık evde olmadığına emindi. Panik, bütün vücudunu ele geçirdi. Hızlıca kıpırdanmaya, bağlarından kurtulmaya ve bağırıp yardım istemeye çalıştı. Anında midesine sert bir tekme yedi. Acıyla kıvrılıverdi.
“Rahat dur moruk!” diye geldi bir ses. Gırtlaktan gelen, son derece çirkin bir taneydi. Carlisle zoraki de olsa bu emre uydu. O an burnuna dolan tanıdık bir koku duydu; tuzlu su… Deniz… Rıhtımın yakınlarında bir yerlerde olmalılardı.
“Onu ayağa kaldır.” diye geldi bir ses. Ismay’di bu. Yaşlı adamı bir titreme aldı, çok geç kalmıştı.
İki güçlü el yerde yatmakta olan yaşlı adamın yakasına yapıştı ve onu hoyratça ayağa kaldırdı. Carlisle onu da tanımıştı; Ismay’e eşlik eden patlak gözlü sürücüydü bu. Muhtemelen kendisini bayıltıp buraya getiren de oydu. Etrafına hızlı bir şekilde göz gezdirdiğinde Belfast Rıhtımı’nda olduklarını fark etti. Titanik’in dört bacalı devasa silueti bu karanlıkta bile rahatça seçilebiliyordu. Saat gece yarısını çoktan geçtiğinden etrafta tek bir kişi bile yoktu.
“Size bu işten uzak durmanızı söylemiştim Carlisle.” dedi Ismay’in titreyen sesi. “Ama siz beni dinlemediniz ve bakın ne oldu? İkimizi de hiç istemediğimiz pozisyonlara sürüklediniz.”
Ismay konuşurken iri sürücü de Carlisle’ın ayaklarına iki ağır kaya bağlamakla meşguldü. Yaşlı adam debelenmeye ve bir şeyler söylemeye çalıştı fakat faydasızdı. Hırpalanan yaşlı vücudu bırakın iplerden kurtulmayı şuradan şuraya adım atmasına bile elvermezdi artık.
“Karşı koymanız faydasız, artık olacaklardan kaçış yok.” dedi Ismay, adama yaklaşarak. Sesi üzgün hatta neredeyse çaresizce çıkıyordu. “Beni anlayın lütfen, bana başka çıkar yol bırakmadınız.” dedi yalvarırcasına. “Bazı güçler karşı konulamaz Carlisle. Sizin ve benim hayal dahi edemeyeceğimiz güçler… Bir anlaşma yapmam gerekiyordu; ya benim hayatım ya da başkalarınınki… Ve sizin aksinize ben kendi yaşamımı başkalarınınkinden üstün tutarım.”
Adamdan uzaklaşıp rıhtımda volta atmaya başladı. “Titanik o yolculuğa çıkacak Bay Carlisle. Hem de tüm eksikleriyle… Bunun böyle olmasını bizzat sağlayacağım; aksi takdirde korkunç bir son bekliyor beni. Anlıyorsunuz ya Carlisle, ya ben ya da onlar…”
Durup yaşlı adama son bir kez baktı. Yüzünden samimi bir keder aksa da pişmanlığın emaresi dahi okunmuyordu.
“Üzgünüm.” dedi sonunda, ardından sürücüye bir baş hareketi yaptı. İri adam keyifle sırıttı ve yaşlı adamı omzuna atıp iskelenin kenarına doğru ilerledi. Carlisle, adamın dişlerinin sivri olduğuna ve leş gibi balık koktuğuna yemin edebilirdi. Üstelik ayağına bağlı kayalara rağmen kendisini bir bez bebek kadar kolay kaldırmıştı. Kurtulmayı denese de adamın pençemsi ellerinden sıyrılmayı başaramadı.
“Onu geminin suya indirilişini görecek şekilde at.” dedi Ismay. “Titanik’in kalkışına şahit olmasını istiyorum.”
Havada kısa bir düşüş yaşadığını hissetti Carlisle. Ardından suya çarpan ağır bir şeyin – kendi bedeninin – sesini duydu ve vücudundaki her gözeneği büyük bir açlıkla dolduran tuzlu suyu hissetti. Son bir gayretle bağlarını çözmek için uğraştı ama yine başaramadı. Ayak bileklerine bağlı taşlar onu, kurbanlarını cehennem çukurlarına çeken zebaniler misali hızla aşağı çekiyordu. Deniz suyu amansız bir istilacı gibi ciğerlerine dolarken daktilosunda yarım bıraktığı notu, asla uyaramayacağı Andrews’u ve Titanik’in akıbetini düşündü. Sonra ölüm tarafından sıkıca kucaklandı.
( Devam edecek… )
mit’ten öykü okumak, en basit anlamıyla, hazzzz…
Estağfurullah abi. O haz okurun olma şansına erişen bizlere ait. Onur verdin, çok teşekkürler.
Ben gelecek sayıya devamını beklerim ama :))
Ben de bekliyorum 😛 Bunun için bir adet “lamba cini”ne ihtiyacım var sanırım. Okuduğun için teşekkürler 🙂
20 dakikalık yüksek çözünürlüklü bir film izledim, 2. diski takıp devam etmek için sabırsızlanıyorum! Kaleminize sağlık 🙂 Batışının 100.yılında onunla ilgili gizemli bir hikaye okumak çok keyif vericiydi
Teşekkürler sevgili Avare;
Aslına bakarsanız bu öykü fikri uzun zamandır kafamda olan bir şeydi; batışının yüzüncü yılı ve rıhtım teması, yazmak için bir bahane oldu sadece. Dilerim ikinci kısmını da okurken aynı keyfi alırsınız.
Sevgiler…
Şahsen, o keyfi alacağıma eminim ikinci bölümde de 🙂 Ellerine sağlık İhsan.
İnşallah Yosun Hanım, çok teşekkürler değerli yorumunuz için 🙂
Bu ay okuduklarım arasında en iyisi desem umarım diğerlerine ayıp etmiş olmam. Çok güçlü bir kaleminiz var, sitede orada burada isminizi çok sık okumama rağmen öykülerinizden hiçbirini okumamıştım. Şimdi anlıyorum bu kadar el üstünde tutulmanızın sebeplerinden “birini”.
Bu yıl Titanic’in batma yıldönümünde aynı şekilde (her şeyiyle aynı) bir geminin sefer yaptığını duymuştum, bu rivayet doğru mu bilmiyorum ama doğruysa yazının onunla bir alakası var mı? (Gerçi 2008 de geçiyor…)
Kaleminize sağlık mit, devamını merakla bekliyorum.
Estağfurullah. Bunca usta yazar arasında benim öyküm basit bir eğlencelik olabilir ancak. Yine de bu övgü dolu yorumunuz için çok teşekkür ederim, beni mahcup ettiniz doğrusu.
Bu hikayenin tohumlarını bir yıl kadar önce aklıma gelen bir fikir sayesinde atmıştım. Ta o zamandan beri zihnimin bir köşesinde yazılmayı bekliyordu. Kısmet “Rıhtım” temasınaymış. Batışının yüzüncü yılı olması hoş bir tesadüf ve yazmak için ikinci sebep oldu sadece. Kısacası alakası yok.
Değerli yorumunuz için çok çok teşekkür ederim.
Güzel bir öyküydü teşekkürler.
Asıl okuduğunuz ve eksik etmediğiniz yorumunuz için ben teşekkür ederim.
Öncelikle yorum için biraz geç kaldığımı kabul ediyorum 🙂
Sanırım kitabı çıkacağı için diğer bölümler kaldırılmış. Ama ben hepsini okumuştum, hem de bir solukta… Çok beğenmiştim. Kitabı da çıkar çıkmaz alacağım. Yorumu yarın yazarım, öbür gün yazarım derken kısmet bugüneymiş.
Lovecraft ve Cthulhu mitosu fanı olarak daha o küçük ahtapot heykelini görünce anlamıştım Cthulhu olabileceğini. Yavaş yavaş emareleri gördükçe de hoşuma gitti. Cthulhu mitosunu çok güzel işlemişsin. Serinin tüm kitaplarını okuyan, filmlerini seyredip oyunlarını oynayan biri olarak söylüyorum bunu.
Bir yandan Titanik’te geçen olaylara, filmdeki bazı karelere göndermeler yaparken, bir yandan da aslında işin aslının çok farklı olduğunu gösteren kurgu çok başarılı oluşturulmuş.
Bu seriyi o kadar sevdim ki hemen Yitik Öyküler Kitabını aldım ve okudum. O kitaptaki öyküleri de çok beğendim.
Eline sağlık, çok güzel bir yazım tarzın var.
Ek olarak öykü ve yorumlardan bağımsız Titanik’le de ilgilenen biri olarak bir şey tavsiye etmek isterim. Belki izlemişsindir ama izlemediysen James Cameron’un iki tane Titanik belgeseli var: Ghosts of the Abyss ve Titanic: The Final word with James Cameron. Çok güzel belgeseller. Beğeneceğini tahmin ediyorum.
Estağfurullah, geç olması güç olmasından iyidir 🙂 Bunca zaman sonra seçki sandığının derinliklerini karıştırıp öykümü okuduğunuz için teşekkür ederim.
Evet, hikaye kitaplaştırıldığı için yayın evinin ricası üzerine sonraki bölümler kaldırıldı.
Açıkçası hikayeyi tamamladığım günden beri Cthulhu mitosunu yakından tanıyan birinin kurgumu okurken neler düşündüğünü merak ediyordum. Aralara serpiştirdiğim ipuçları fark ediliyor mu? Sonlara doğru gittikçe sır bulutu parça parça dağılıyor mu? gibi gibi şeyler. Sizin yorumunuzu okuyunca istediğimi başarmanın mutluluğunu yaşadım bu yüzden. Çok teşekkür ederim. Yitik Öyküler Kitabı’nı okumaya değer bulduğunuz için de ayrıca teşekkürler.
Belgeselleri de hemen bir kenara not ediyorum ve tavsiyeniz için de çok teşekkür ediyorum. Bu tarz yapımlar her zaman için ilgimi çekmiştir. En kısa sürede izlemeye çalışacağıma emin olabilirsiniz.
muhtesimsin mukemel yetistin beee adam <3<3<3<3 adammm yavvv (adamadam)