Öykü

Gölet

On dört yaşındaydı, arkası merdivene dönük arkadaşlarıyla konuşurken dengesini kaybedip merdivenlerden yuvarlandığında. Eve gittiğinde kilodunda ki kanı görünce babaannesiyle hastaneye gitmişler ve bekaretini kaybettiğini öğrenmişlerdi. Bekaretini bir kaza sonucu kaybetmişti ve bunun mutlu bir ilk geceye inen büyük bir darbe olduğunu düşünüp gülmüştü yıllar sonra.

Omzuna bir el dokundu, arkasına döndüğünde dudaklarını okuduğu kişinin “Gülüç mü?” dediğini anladı. “Hayır” diye cevap verdi iki durak ötesini göstererek. Adam teşekkür edip giderken bahçe duvarından düştüğü o an geldi gözünün önüne. On altı yaşındaydı ve mahalledeki arkadaşlarıyla birlikte bahçelerinin yeşillenmiş çardağının yanında bahçe duvarının üzerinde oturmuş çekirdek yiyorlardı. Hava kararmıştı ve hafif serin bir esinti vardı. Yıldızlar azar azar beliriyorlardı gökyüzünde ki o an birine gözü takıldı. Kafasını kaldırıp daha iyi görmek istedi. Ama geriye çok gitmişti, bir anda dengesini kaybetti. Son hatırladığı tok bir sesti. Ve o duyduğu son sesti. Üç gün sonra gözlerini açtığında karşısında ağzını oynatanları gördüğün de gerçeği anlamış ve ağlamaya başlamıştı. Dedesi ve babaannesi ellerinden geldiğince tedavi için uğraşmışlar ama hiçbirine cevap vermemişti. Bir süre sonra da bu durumu kabullenmişti.

Kabullenmeyip de ne yapacaktı ki? Daha fazlasıyla daha çocuk yaşta tanışmıştı. Bir trafik kazasında ailesini kaybettiğinde daha iyi yaşındaydı. Araba takla atarken arka camdan fırlamıştı. Bir kaşı baştan başa çizilmişti ve orda hep bir iz taşıdı bugüne dair. Ama gene de çok beklemişti balkonda ailesinin geleceği günü. hayatın adil olmadığı hatta hayatın iyi olmadığına kanaat getirmişti ama nedense tüm bunlara rağmen yaşama duyduğu bağı koparamamıştı.

Büyüyünce iş bulması da kolay olmamıştı. Duymadığı için pek fazla iş şansı olmuyordu. O da dikiş nakış kursuna gitmiş, kendine bir iş edinmişti evde de olsa.

Minibüse bindi. Muavine parayı uzattı. Artık onu tanıyan muavin araç kalktıktan sonra toplanmasına rağmen paraları onun ücretini gülümseyerek aldı.

Eve vardı. Evi bahçe içerisinde iki katlı bir evdi. Dedesi ve babaannesiyle birlikte yaşıyordu. İçeri girdiğinde dedesi ona gülümsedi. Kelimeleri düzgünce söyleyerek ona “Hazırlan, sabah pikniğe gidiyoruz” dedi. Severdi pikniği ve ormanı oldum olası. Doğa onun için hep bir kaçış olmuştu yıllardır.

Odasına çıktı. Pek hazırlık yapacak bir şey de yoktu ya hani. Gene de serin olursa diye bir hırka çıkardı dolaptan. Ve lekelense de umursamayacağı bir kot pantolon, bir de üstünde kocaman bir papatya olan mavi bir gömlek. rahat yürüyebilsin diye düz tabanlı spor ayakkabılarını da hazır etti. Pikniğe hazırdı.

Sabah erkenden kalktı. Çayı demleyip termosa doldurdu. Bu arada dedesi ve babaannesi de uyanmıştı. Tüm hazırlığı akşamdan yapmış olduğundan babaannesi, çantaları alıp arabaya bindiler ve yola koyuldular. Dedesi arabada giderken üzülmesin diye müzik açmazdı. “Teybin çaldığını görüp, duyamamanın acısını yaşamamı istemiyor” diye düşünürdü.

Bir saatlik bir yolculuktan sonra temiz havası insanın başını döndüren ormanın içinde bir açıklığa vardılar. Babaannesiyle kahvaltıyı hazırlarken, dedesi iki ağacın arasına bir hamak kurdu.
Kahvaltılarını ettikten sonra dedesi hamağa uzandı. Babaannesi de bidondaki suyla bulaşıkları yıkıyordu. Yüksek olduğunu düşündüğü bir sesle “ben biraz yürüyeceğim, fazla uzaklaşmam, cep telefonum yanımda, titreşimi de açık” dedi. Babaannesi onaylayarak kafasını salladı. Dedesi de hamaktan ona el sallıyordu.

Olduğu yerde gözünü kapatıp, kollarını iki yana açarak ve kafasını gökyüzüne dikerek dönmeye başladı. Bir anda durup yüzünün baktığı yönde yürüdü.

Ağaçların arasından geçti. Böğürtlen koparıp yedi. Bir kaplumbağa gördü ve yanına gidip sevmeye çalıştıysa da kaplumbağa “kabuğumdan başka sevdirecek yerim yok” gibisinden içeri kaçtı. Yürüdü. Çiçek topladı. Ve aradan bir saatin geçtiğini fark edip geri dönmeye karar verdi. Geldiği yöne geri yürüdü.

Aradan yarım saat geçti ama piknik yaptıkları yeri göremedi. İçine bir kurt düştü ama korkusunu bastırıp yürümeye devam etti. Ağaçlar sıklaştı. Artık resmen korkuyordu. Cep telefonunu çıkardı. Hat yoktu, daha da korktu. Daha hızlı yürümeye başladı. Artık hedefsizce yürüyor, bir yandan da bağırıyordu. Kendisine bağırılıyor olmasının faydasız olduğunu bildiği halde sesini duyarlarsa onu bulabileceklerini ümit ediyordu. Yürüdü, yürüdü,yürüdü. Dallara çarparak, tökezlenerek yürüdü. Gücü kalmadı, ümidi de. Artık daha fazla yürüyemeyeceğini düşünerek bir ağacın altına çöktü. Gözlerinden yaşlar art arda iniyordu. Kadersizliğinin onu burada da bulduğunu düşündü. Aklına yıllar önce okuduğu, Stephen King’in “Tom Gordon’a aşık olan kız” adlı kitabı geldi. O kız da ormanda bir yürüyüşte kaybolmuştu. Bir ayı takılmıştı peşine. Burada ayı var mıydı? Peki ya kurt? Çakal da olabilirdi. “Kaplumbağa olduğu kesin” diye geçirdi içinden ve gözyaşlarının altında gülümsedi.

Biraz dinlenip tekrar yürümeye karar vererek sırtını ağaca yasladı. O anda bir kuzgun gelip birkaç metre ötesine kondu ve gakladı. En azından gakladığını sanıyordu gaga hareketinden . Cebinden, gezinirken yerim diyerek yanına aldığı fındıklardan bir tane çıkarıp dişiyle kırdı. Sol eliyle kabukları cebine koyarken, sağ eliyle kuzguna fındığı uzattı. Kuzgun tedirgin adımlarla yaklaşıp fındığı ani bir hareketle kaptı ve hızla geri çekildi. Fındığı yiyip tekrar gakladı. Hızlı ve paytak adımlarla ona yaklaştı ve tekrar hızla uzaklaşıp gakladı. Bir müddet bekledikten sonra gene aynı hızla yaklaşıp uzaklaştı. “Ya korkudan aklımı kaybettim yada onu takip etmemi istiyor” diye düşündü. Ama ne olur ne olmaz diye sol koluna sıkı bir çimdik attı. Uyumuyordu. Canının yanmasını dindirebilirmiş gibi çimdiklediği yere elini hızlıca sürtmeye başladı. Bir yandan da ayağa kalktı.

Kuzgun hızlıca birkaç metre daha yürüdükten sonra havalanıp bir ağacın pek yüksekte olmayan bir dalına kondu. Onu takip ettiğinden emin olmak istiyor gibi dönüp kendisine baktığını görünce gülümsedi. Yaklaşınca kuzgun daha ilerde ki ama görebileceği bir mesafede ki başka bir ağacın alçak bir dalına kondu. O yaklaştıkça kuzgun birkaç ağaç ileriye giderek ona rahatça ilerleyebileceği bir yol gösteriyordu sık ağaçların ve yüksek çalıların arasında. Arkasına baktığında geçtiği yerlerde geçtiğine dair bir iz göremedi. Kafasını kaldırıp dalda ki kuzguna bakıp tatlı ama yüksek bir sesle “ kaybolmadığımıza emin misin?” diye sordu. Kuzgun ukala bir tavır takınmışcasına kafasını diğer yana çevirip yukarıya baktı. Sonra tekrar başka bir dala.

Bu şekilde yaklaşık kırk beş dakika devam ettiler. Zaten serin olan orman havasının daha da serinlediğini hissediyordu. Ama havada bir gariplik vardı. Daha bir tazeleyici, kendine getiren bir şeyler vardı havada. Çevredeki ağaçların bile renkleri daha bir farklıydı, yapraklar daha bir parlak yeşildi. Yerdeki çimenler bile üstlerine basıp geçtikten sonra tekrar dikiliyorlardı. Biraz daha ilerleyince ağaçlar açılmaya çalılar azalmaya başladı ve yerlerini binbir renkte çiçekler aldı. Hayranlıkla onlara bakakaldı. Kafasını kaldırdığındaysa daha şaşırtıcı ve büyüleyici bir manzarayla karşılaştı. Kayaların arasından akan suların doldurduğu, üzerinde nilüferlerin yüzdüğü küçük bir gölet vardı karşısında. İçinde ağaçların arasından düşen güneş ışıkları neşeyle dans ediyordu. Ağır adımlarla gözünü ayıramadan yaklaştı gölete. Yanına geldiğinde dizlerinin üzerine çöküp sudan yansıyan görüntüsüne baktı. Susadığını fark etti. Ellerini suya daldırıp birleştirerek avuçlarının arasındaki suyu ağzına getirdi ve içti. Bir kez daha ve bir kez daha. Her içişinde bir canlılık doluyordu bedenine. Bir ferahlık ve serinlik yayılıyordu içine. Görüntüler daha canlıydı artık. Suyun sesi bile bir ninni gibiydi. Dona kaldı. Bir titremedir aldı vücudunu. Elinden su döküldü gölete ve damlaların suya çarpışları yankılandı çevresinde. Gözleri yaşlarla dolu ayağa kalktı. Hafif bir rüzgar salladı yaprakları. Sesler! Sesler! Duyuyordu! Bu kesinlikle bir rüya olmalıydı. Kendine bir çimdik daha attı. Bu sefer canı ilkinden daha fazla yandı. Bu bir rüya değildi. Gölete dökülen suların sesi, yaprakların sesi. Kuzgun bir daldan diğerine uçtu ve gakladı. “gerçekten gakladın” dedi. Kendi sesini duyunca gözlerinden akan yaşlar arttı.

Bir haykırış kopartarak dizlerinin üzerine çöktü. “Aklımı mı kaybediyorum?” diye soruyordu kendine. Ağladığını duyuyordu. Gecelerce ağladığı zamanları düşündü. Kim bilir bu sesleri duyan babaannesi ve dedesi ne kadar üzülmüşlerdi. Dedesi ve babaannesi. Onları unutmuştu. Şimdi deliye dönmüş olmalıydılar. Cep telefonunu çıkardı cebinden. Gene hat yoktu. O anda aklına parlak bir fikir geldi. Daha önce hiç ihtiyacı olmadığı için melodi yüklememişti telefonuna ama telefonun kendisinde olan melodiler vardı. Hemen ilk melodiyi açtı, bir müddet dinledi, beğenmedi, bir diğerini açtı. Böyle birkaç denemeden sonra hoşuna giden bir melodi buldu ve cep telefonu elinde içinden geldiğince sallanmaya başladı. Onu uzaktan gören biri bir perinin ormanın içinde dans ettiğini düşünebilirdi. Böyle ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyordu ama tekrar bir gaklama duyduğunda dans etmeyi bırakıp daldaki kuzguna baktı. “Evet, geç oldu farkındayım, gitsem iyi olacak, bana yolu gösterecek misin?” dedi. Kuzgun bir gaklamayla cevap verdi ve uçarak ilerde bir dala kondu. Kuzgunun konduğu ağaca baktı. Bir adım daha atacakken durdu. Hızla geriye döndü ve göletten birkaç yudum daha su içti. Ardından çabuk hareketlerle kuzgunun dalında durduğu ağaca doğru yürüdü. Çiçeklerin arasından geçti,. Renkleri büyüleyiciydi. Çömeldi ve derince içine çekti kokularını.

Bir gaklama daha. “Tamam,geliyorum” dedi gülümseyerek. Adımlarını sıklaştırarak ilerledi. Kuzgun bir başka dala geçti. Kafasını kaldırıp kuzguna bakarak ilerlemeye devam ediyordu ki biranda dizlerine kadar çamura gömüldü. Öne düşmemek için dengesini toparlamaya çalıştı. Başardı. Ama çamura dizlerine kadar batmıştı. Kurtulmak için bir şeylere uzanmak istedi ama uzanabileceği mesafede hiçbir şey yoktu. Korku doldu içine. Derken yavaş bir hareket olduğunu fark etti. Çamura ağır ağır batıyordu. Çırpınmaya başladı. Çığlıklar atıyor sağa sola uzanmaya çalışıyordu. Bu esnada dengesini kaybetti. Sırtüstü çamura düştü ve biranda boynuna kadar çamura gömüldü. Hala batmaya devam ediyordu. Daldaki kuzgunu gördü.Ona doğru elini uzattı. Bir yardım bekliyordu. Bir şeyler olmasını bekliyordu. Ama hiçbir şey olmadı. Çamur yavaş yavaş onu yutarken son duyduğu şey kuzgunun gaklamasıydı. Çamurun içinde bir karanlıkta kayboldu.

Omzuna değen bir elin onu korkutmamak için hafif ama uyandırmak için sert dokunuşunu hissetti. Gözlerini açtı. Dedesi karşısındaydı. Endişeli görünüyordu. Gözlerinin içine bakarak “iyi misin” dedi dedesi. Bir coşkuyla ona duyduğunu söyleyecekti ki eğer duyuyor olsaydı az önce dedesini duyacağının farkına vardı. “Demek ki bir rüyaydı” diye geçirdi içinden. Bir hayal kırıklığı kapladı içini. Kafasını kaldırıp “iyiyim” dedi. Dedesi “n’oldu sana? Her yanın çamur? Düştün mü? Bir şeyin var mı?” diye sordu. Öylece kalakaldı. Gözlerinden yaşlar süzülürken tepelerinden bir kuzgun gaklayarak geçiyordu.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *